Gezi Alemi

e-Posta:    Şifre:     Kaydol | Şifremi Unuttum
 
Gezi Alemi ::::: Azerbaycan ::::: Gence ::::: Arabamla Dünya Turu – Azerbaycan 1 (Gence-Xanlar-Göy Göl)        
Ülke Şehir Ekleme Düzenleme Gezi Tarihleri Okunma Yorum Yazan 
Azerbaycan Gence 31 Mayıs 2012 28 Mayıs 2009
04 Haziran 2009
8402 0 Ali Eriç 

 Arabamla Dünya Turu – Azerbaycan 1 (Gence-Xanlar-Göy Göl)
 (Genel)

Gürcistan sınırını bitirip de, Azerbaycan doğru ilerlerken, hava iyiden iyiye kararmış, hafiften yağmur çiselemeye başlamıştı. Kırmızı Köprü (Krasny Most) adı ile maruf köprü, şimdikinin 50m kadar doğusunda yer alıyor. Adını, inşaatında kullanılan tuğladan gelen kırmızı renginden alan bu köprü, 17. yüzyılda yapılmış. Biz yenisinden geçip, Azerbaycan'ın gümrük "tesisleri"ne varıyoruz. "Tesisler", Afrika seyahatim sırasında, Sudan-Etiyopya arasındaki sınırın Etiyopya tarafındakileri andırıyor. Derme-çatma kulübelerden oluşan gümrük muhafaza ve asker barakalarında, hayatından bezmiş görünüşlü birtakım adamlar, gelen araçlara uzaktan bakıp, ne kadar "fatura" keseceklerini geçiriyorlar akıllarından, gibi geldi bana. Bu arada, yiğidin hakkını yememek lâzım; yeni gümrük binaları, mevcut geçişin biraz yukarısında inşa edilmekteler. Arabayı, gümrük muhafaza tarafında park edip, toprağa bastığımda, sol ayağım bir metre kadar çamur zeminde kaydı. Bata-çıka kulübeye ulaşıp "Selâm-ün aleyküm" diyerek girdim içeri. Muhafaza memuru yüzüme bakıp, endamımı süzdükten sonra evraklarımı aldı. Fotokopilerini çekip, "Masrafını ver!" buyurdu.

- Ne kadar? - Ottuz Dollar! - Otuz Dolar mı? - Şey, yani yirmi Dollar. - Yirmi mi? - He, yirmi. - Ne için bu "masraf"? - E, gümrük için ya! - Çıkardık, verdik yirmi Dollar'ı. Parayı alıp, çekmeceye attı. - Makbuz? - Buna makbuz gerekmez.

Peki bakalım. Çıktık oradan. Talimatı üzerine gidip trafik sigortasını yaptıracağız. Yolumu bir başka muhafaza memuru kesti: - Arabayı aç! - Emrin olur agam. - Bunlar ne? Ne iş yapirsen? - İşte, gezme falan. - Nereyi gezirsen? - Azerbaycan, Kazakistan falan. - Bu maşin (araba) özünün mü? - He, özümün. - Kaç paradır bu maşin? - İşte, var bir 15-20.000 Dollar. - Sen zenginsin yani. - Yok be abi, babam sağolsun.

Şimdi adam bu sorularla, benden içeceği çorbanın niteliğine karar verecek; ezogelin mi, yoksa, sirkede marine edilmiş ördek kanatlı mantar çorbası mı (mesela)? Neyse, arama göz ucuyla yapıldıktan sonra beni, koluma girip arabanın arkasına çekti. - Ne vereceksen kontrol parası? - İçeri vermiştim. - Onu demiyom, "kontrol parası" (Azerice'de "çorba" kelimesinin karşılığı, herhalde)? - Yapma be abi! Dedik ya, "babam sağolsun". Her yere para ödemekten kalmadı billâ. - Bir sigara parası bari... - Abi, sigara sağlığa zararlıdır, biliyorsun. Ben sene kıyamam. -Canın sağolsun. - Sagol gardaş.

Trafik sigortası, kapının dışında "karayolları"nda yapılıyor; neresiyse bu karayolları. Yürüyerek dışarı çıkıp, sigortayı yaptırıp geliyorsunuz. "Maşin"in orada kaldığı yetmiyormuş gibi, asker de pasaportunuzu alıyor. Bariyeri kaldırırken "Abi, karayollarının orada marketten bir sigara alsana bana" demekten kendini alamadı, gariban nefer. - Sigara sağlığa za... - Tamam gardaş, canın sagolsun. - Yahşi ol.

Karayollarına giderken markette Dolar bozdurdum. 100 Dolara 80 manat veriyorlar. İyi kur. Önceden öğrenmiştim, Bakü'de de öyleymiş. 80 Manat'ı alıp Karayolları'nı buldum. Sigorta işlemi bitti, "20 Dollar" dedi adam. - Manat'ım var. - 20 Manat, o zaman. - Yemezler, şimdi bozdurdum. - 18 ver o zaman - Olmaz, 16 Manat veririm. - Canın sağolsun. - Yahşi ol.

Yağmur hızlanmış, çamurda yürümekten boyum uzamaya başlamış, sırnaşık gümrük görevlileri, polisler ve askerlerden dolayı sinirim tepemde, sabahın köründen akşama kadar elçilik kapısını arşınladıktan sonra, yol yapıp, bir de bu mafyokrasi (mafyatik bürokrasinin kısaltılmışıdır) çarkında ezilmişim. Bir an önce yola çıkıp, Gence'ye vasıl olmak ve güzel bir uyku çekmek hayalindeyim. Ancak, bu kadar kolay kurtulamayacağım gibi bir endişe de kemiriyor beynimi. Arabanın yanına gittim, sigorta poliçesini gösterdim. "Tamam, aç!" dedi muhafaza memuru, bariyerin başındaki nefere. Yorgunluktan, herhalde işitme duyum zayıfladı; bu kadar kolay olamaz, olmamalı. Heyhat, bariyer kalktı ve nefer elinde benim pasaportla çıkmamı bekliyor. Çaresiz, çıktım; tüm mazoşistik duygularımı bastırmaya çalışarak. Halbuki ne umutlarım vardı; daha beni 1-2 saat oralarda süründürecekler, oradan oraya koşturacaklar, birkaç Dolar daha çarpmak için kırk dereden su getireceklerdi. Olmadı böyle bu.
Bu fotoğrafı koymadan edemedim...Gence yolunda
Hava zifiri karanlık, yağmur yağıyor, Gence'ye kadar olan yol inşaatı nedeniyle sürekli servis yoluna yönlendiriliyoruz. Önümdeki kamyonların kuyruk çamurundan dolayı sileceklerin temizleyebildiği bölüm dışındaki tüm camım ve farlarım kalın bir çamur tabakası ile kaplanmış vaziyette. Öndeki araçların cılız park lambalarını takip etmeye çalışıyorum. Ortalama hızımız 15-20Km/saat. Daha hızlı gitmek, "yol"un kasis ve çukurları nedeniyle mümkün olmadığı gibi, buna rağmen hız yapmaya kalkışmak, yolculuğu , hiçbir işaret olmadan bırakılmış inşaat çukurlarına her an bir intihar dalışı yapmakla sonlandırabilir. Gence'ye varamadan, sınıra 40km uzakta, Qazax'ta (genizden gelen bir "h" ile "Kazah" diye okunur) pilim bitiyor. Gence'ye daha 112km var.

Qazax'ın hemen girişinde, bir benzin istasyonunun yanındaki TIR parkına çekip çadırı açmayı düşündüm. Çok yol gürültüsü geliyor, uyuyamam diye vazgeçtim. Qazax'ın içinde otel aramaya karar verdim. LP'de yazılı otellerden birini bulmak için kente daldım. Marketten su ve ekmek alırken, otelin yerini sordum; tarif etti çocukcağız. Bulamadım. Cemaati dağılmakta olan bir caminin önüne çekip, oradakilere soracağım. Bulamazsam, caminin önünde çadırımı açarım.

Çıkanlardan en ehl-i Müslim gördüğüme oteli sordum. Birkaç kişi daha gelip, yerini tarif etmeye çalıştılar. Başta gözüme kestirdiğim kişi, o otelin bana uygun olmadığını söyleyip (niyeyse), beni İdman Kompleksi'ne götürmeyi teklif etti. Onun da yolu oraya doğruymuş zaten. "Atla hocam!"

Burada bir "es" koyalım. Bu noktaya kadar görebildiğim ve şehir diyebileceğim tek yer Qazax; ona da görmek denirse, gecenin bu karanlığında... Ancak, bundan sonra göreceğim şehirler de dahil (ve tabii Qazax da dahil), hemen her şehir denilebilecek yerleşim yerinde son derece görkemli, ama bir o kadar da zevksiz, "Olimpiya Kompleksleri"ni görüyorsunuz. Bunlar, her türlü spor altyapısını barındıran tesisler. Benim gördüklerimin -gözümden kaçanlar varsa, onlar hariç- hepsi Haydar Aliyev Olimpiya Kompleksi. Bunların bir de daha eskileri var. Onlar da çok eski değil aslında; herhalde beş-on seneliktir. Daha küçük ve daha gösterişsizler. Onların adı da Haydar Aliyev İdman Kompleksleri. Bir yerde idman kompleksinin olmasının, Olimpiya Kompleksi yapılmasına engel olmadığına -en azından- Qazax'ta şahit oldum.
Haydar Aliyev Meydanı ve Hükümet Konağı
Dönelim hikâyemize. Reşat (adı bu), benim konuk olduğumu, öyle otellerde kalmamın caiz olmayacağını söyledi. İstersem onlarda da kalabilirdim, eğer rahat edersem. Nazik davetine teşekkür ettim. İdman kompleksine geldiğimizde Azerbaycan saati ile saat 01:15'ti (Gürcistan'dan 1 saat ileri). Beni idman kompleksinin misafirhanesine yerleştirdi, evine bırakma önerimi şiddetle reddedip, gitti. Şimdi, bir gümrüktekilere, bir de bu ehl-i Müslimin arkadaşa bakalım. Ülkeleri, gerçek vatandaşlarıyla değerlendirmek lazım! Sessiz misafirhanede muhteşem bir uyku çektikten ve sabah duşumu aldıktan sonra arabada kahvaltımı edip Gence'ye doğru yola çıktım.

Gence 2500 yıllık bir geçmişe sahip olmasına rağmen, şehirde, yaşadığı büyük depremler ve 1231 yılındaki Moğol saldırısı sonucu, eski tarihini yaşatacak hiçbir iz kalmamış. Dolayısıyla, görülecek de... LP'de yazılı olanlardan dikkatimi çeken iki yer dışında, Gence'yi sakin, sade, heyecansız bir kent olarak anlatabilirim. Tabii, bir de abartılı büyüklükteki Hükümet Konağı ve önündeki, eski adıyla Lenin, yeni adıyla Haydar Aliyev meydanı var.

Diğer iki yer ise, 1620 tarihli, çifte minareli Cuma Camii, diğeri de Şişe Ev. Ben tamamı olmasını bekliyordum ama, binayı görünce, tamamının şişeden yapılmasının pek de mümkün olamayacağını anladım. Duvarları yer yer şarap ve bira şişeleriyle örülmüş, balkon kenarları yine şişelerle bezenmiş, bu özellikleri nedeniyle komşularına göre daha sevimli görünen bu iki katlı ev, üzerinde yazılı tarihten anlaşılan, 1967 yılında inşa edilmiş. Saçak içlerinde de çeşitli resimler var, süslemelere katkıda bulunan ama, ne anlama geldiği, resimleri olan kişilerin kim oldukları gibi bilgileri alabileceğim bir Allah'ın kulunu bulamadım.
İşte Şişe Ev...
Gence'de aslında görülmesi gereken bir yere daha dikkat çekiyor, LP'de: Eski hamam olan ve şimdi Porselen Müzesi olarak hizmet gören, Cuma Camii'nin hemen arkasındaki bina. Ancak, müze kapalı olduğundan gezme imkânım olamadı. Pazar günleri müze gezilmiyor demek ki, buralarda.

Gence'den sonra hedefim, Xanlar (yine genizden bir "h" ile okunuyor, "Hanlar" gibi) ve Göy Göl (Mavi Göl demek). Xanlar, 1830 yılında bir Alman şarap üreticisi tarafından "kurulmuş" bir kent. Burada şarap üretmek için üzüm yetiştirmeye başlayan ve bir de şarap fabrikası inşa bu Alman'la birlikte daha bir çok hemşehrisi de buraya gelmiş. Sokaklar, hepsi -neredeyse- bir örnek, eski Alman köy evleri mimarisinde evlerle dolu. Tabii, hiç Alman kalmamış. Şarap fabrikası ise, devlet tarafından işletilmekte olan büyük bir tesis olarak varlığını sürdürüyor.
Cuma Camiinin Çifte Minareli Avlu Girişi
Göy Göl'e doğru kıvrıla kıvrıla yükselen yol, Küçük Kafkas Dağları'nın Kepez Zirvesi'ne yaklaştıkça daha keyifli olmaya başladı. Yemyeşil vadi boyunca yaklaşık 50km yol gidiyorum ve karşıma bir bariyer çıkıyor. Üç tane asker yaklaşıyorlar, nereye gittiğimi sormak için. Göy Göl'e gideceğimi söylüyorum. Göy Göl'e giriş yokmuş. Niye'si ise belli değil. Bir tanesinin söylediğine göre İlham Aliyev için ev inşaatı yapılıyormuş, o nedenle giriş yasaklanmış. Pek aklım ermiyor ama, LP'ın söylediğine göre Göy Göl ve çevresi birkaç yıl içerisinde milli park olarak turizme açılacakmış. Acaba "milli park" inşa ediyor olabilirler mi? Hani, milli park inşaatlarına girmek tehlikeli olduğu için, girmek isteyenleri korumak için girişi yasaklamışlardır, kim bilir. Kamu hizmeti yani... Gerisin geriye dönüyorum tabii.

Vakit daha körpe. Azerbaycan'ın güney-doğusundaki Lenkeran bölgesine gitmek için yola koyulursam, bugünlük yarısını tamamlarım. Akşam güneş ufka doğru iyice yattığında Kürdemir şehri yakınlarına vardım. Kutsal kitap, Kürdemir konusunda bir bilgi vermiyor. Yani, kalacak bir yer olup olmadığını bilmiyorum. Bu arada itiraf etmek gerekir ki, Lonely Planet'in Azerbaycan bölümü zayıf kalmış. Azerbaycan'a geleceğiniz zaman, yanınıza başka bir kitap daha almalısınız. Neyse, Kürdemir şehir merkezi tabelasına yaklaşırken, yolun sağından doğru, yaklaşık 2km uzakta bir mezra gördüm. Toprak bir yol ayrılıyor o tarafa doğru. Ağaçlık da gözüküyor. Girdim toprak yola. Evlerin yakınında iki köylü, biri genç, biri yaşlı... Onlara doğrulttum burnumu, yanlarında durdum. Geceyi geçirmek için çadır kurup kuramayacağımı sordum. "Çadıra ne gerek var" dedi yaşlı olanı, "bizde kalırsın". "Yok" dedim "...amca, sagol. Ben çadırda kalırım. Sizi rahatsız etmeyim, yeter ki..." Uzun ısrarlar, benim direnmelerim, sonuçta evlerin arasında bir ağaç altını gösterdi Çerkez Amca.
Karrar Köyünde kamp yaptığım yer
Kendisi Çerkez, adı da Çerkez. 1993 yılında Dağlık Karabağ'ın Birleşmiş Milletler kararlarına rağmen Ermenistan tarafından ilhak edilmesinden sonra göçenlerden. "Orada çok büyük ve verimli arazilerimiz vardı" diyor, Çerkez Amca. Yaşı 75. "Burayı gösterdi devlet ama, burası çorak". Gerçekten de Azerbaycan'ın orta kesimleri çorak ve verimsiz, ve hatta yer yer çölleşmiş. Hayvancılıkla uğraşıyor Guliyev ailesi. Aile adı Guriyev ama, Çerkez Amca'dan sonraki nesil resmi soyadı olarak Çerkezoğlu'nu almışlar. Yani oğlu Ruşen'in soyadı Çerkezoğlu. Karısı, oğlu Ruşen (o da 39 yaşında), gelini ve torunu ile iki evde yaşıyorlar. Onlar gibi Dağlık Karabağ'dan göçen birkaç aile daha aynı bölgeyi mesken tutmuş kendilerine. Köyün adı Karrar; Kürdemir Rayonu'na bağlı. Köyden çok, bir mezra diyebiliriz. Alt tarafı birkaç evden oluşuyor, sayısı on'u geçmez. Aile, hayvanlarıyla birlikte yarın sabah kuzey-doğudaki Babadağ eteklerindeki İsmayıllı Çoruğu'na, yaylaya doğru yola çıkıyor. Birkaç yüz baş koyun, 10-15 inek, atları ve eşekleri ile sabah erkenden yola koyulacaklar.
Çerkez Amca, torunu ve atı. En soldaki delikanlı ise İsmayıllı'dan...
Akşam yemeğimi yapmak için masamı, sandalyemi açtım, ocağımı yaktım. Gelen geçen bana bakıp, halime acıyor. Herkes kendi evine çağırıyor, yemek için, yatmak için. Hepsine teşekkür edip, tekliflerini geri çeviriyorum. Yemekten sonra Ruşenler'e, çaya söz verdim. Kapıya geldiğimde Ruşen içeri alıyor beni. Masa kuruluyor, onlar daha yemek yememiş. Zorla benim önüme de bir tabak koyuyorlar. Daha fazla geri çeviremem, artık evlerine gelmişim. Mönü, kıymalı makarna ve yanında sarımsaklı yoğurt. Böyle bir yemeği reddetmem mümkün değil. Keşke şunu baştan söyleseydiniz de, aç gelseydim birader!
Çerkezoğlu ailesi son hazırlıklarını yaparken...
Yemekten sonra çay faslı, karşılıklı adres ve telefon teatisi, muhabbet... Saat çok geç olmadan müsaade istiyorum. Ne de olsa, onlar da yayla yolcusu. Aynı zamanda Ruşen'le karısının yatak odası olan oturma odalarından çıkıp, hanımlara veda edip çadırıma doğru yollandım. Ertesi sabah altıda uyandığımda, koyunların hep bir ağızdan melemeleri, ineklerin çıngırak seslerini bastırıyordu. Ortalık toz duman. Son hazırlıklar. Çerkez Amca, Ruşen'in de yardımıyla yükleri atların üzerine bağlıyor. Birazdan, Çerkez Amca başta, hep beraber sürüyle birlikte yola çıktılar. Ben de arkalarından el salladım...

(Devam edecek)








 Yazılan Yorumlar...
  Henüz Yorum Yazılmamıştır
 Yorum yazmak isterseniz...
 
Yorum Yazabilmek İçin Üye Girişi Yapmalısınız.