Tuzlu Urmiye Gölü'nü geride bırakıp İran Azerbaycanı'nın başkenti TEBRİZ'e ulaşıyoruz. İran'da Doğu Azerbaycan dört, Batı
Azerbaycan'sa üç milyon nüfusa sahip. İstatistiklere göre, İran'da her üç
kişiden birisi Türkçe konuşuyor.Tebriz Şairler Mezarlığı "Şehriyar"
Tebriz'de bir mezarlığı ziyaret ediyoruz. Mezarların üstüne, bir
camekân yapılmış, içine, savaşta şehit düşen gencin resmi, kullandığı kolonya,
diş macunu, diş fırçası, ayna gibi kişisel eşyaları, çiçek süslemeler ve Kur'an konulmuş.
Muhtemelen bunlar solmasın diye de camekânın içine tül perde çekilmiş.
İstisnasız her mezarın üzerinde bir bayrak dalgalanıyor. Bir bayrak denizinde yüzüyoruz sanki. 1979 İhtilâli'nden sonra, İran bayrağındaki "kılıç tutan aslan" kaldırılmış, onun yerine Fars harfleriyle "Allah" yazılmış. Sembol, tersine çevrilince, iki tarafta "Ne" sözcüğü ortaya çıkıyor. Sonuç olarak bu sembol, "Ne Doğu, Ne Batı" anlamını da içeriyor.
Tebriz'de dolaşırken yanımıza bir Azeri geldi. "Men İstanbul'a çok gelirem. Gelince Laleli Otel'e düşerik" dedi.
Başka biri, "Siz televizyonda işliruk?"
dedi. "Televizyonda mı çalışıyorsunuz?"
anlamına geliyor. "Sizin Erzurum'un dili
bize yakındır" diyor bir diğeri.
Emel Sayın kaseti soruyorlar sık sık. "Yok" diyoruz. "Siz kulak
asmaz mısınız?" diyorlar. "Asarız
asarız da yanımızda yok maalesef." diyoruz. "Yıkamak" yerine "yuvmak"
sözcüğünü kullanıyor Azeriler.
Meşrubata "işmak", çorbaya da
İngilizcedeki karşılığına benzer biçimde "sup"
diyorlar. Onların "çorba" dediği ise
et, soğan ve patatesten oluşan bir yemek. Patatesin Azericesi ise "yer elma".
"İki buçuk" yerine "iki yarım" sözcüklerini kullanıyorlar. "Sizi aparırım ora" diyorlar. "Sizi götürürüm oraya" anlamına geliyor.
Vedalaşırken "Allah'a emanet ol"
anlamında "Allah'a tapşırdım seni"
diyorlar.
"Kapalı" yerine de "bağlı"
sözcüğünü kullanıyor Azeriler. "Lokanta
bağlı" diyorlar örneğin. Bir keresinde, yol sorduğumuz biri, "O yol bağlı, piyade gitcen" diyerek
yürüyerek gitmemizi önermişti.
Azeriler Ferdi Tayfur, Küçük Emrah, Neşe Karaböcek, Emel Sayın ve İbrahim
Tatlıses'i ezbere biliyorlar. Her durduğumuz yerde etrafımızı çeviriyor, "Hoş geldiniz kardeşler!" dedikten
sonra, hemen bu şarkıcıların kasetlerini soruyorlar. "Burada bulunmuyor mu?" diye sorduğumuzda ise "Bulunuyor da tazesini istiyoruz. Bizdekiler bayat." diyorlar.
Nargile kahvesinde
Firdevsi'nin Şehnamesi'nden beyitler
Tebriz'de bir nargile kahvesine giriyoruz. Azeri kardeşlerimiz etrafımızı
çeviriyorlar, sıkı bir sohbet başlıyor. İranlıların "delyan" dedikleri nargileleri fokurdatmaya başlıyoruz.
Azerilerle çok rahat anlaşabildiğimizi fark ediyoruz. Derken, gümbür gümbür bir sesle irkiliyoruz. Bir amca, kâh
ellerini ovuşturarak, kâh ilginç ritüellerle ellerini birbirine vurarak, bir şiir
okuyor sanki coşkuyla.
"Firdevsi'nin Şehnamesi'nden
beyitler okuyor" dediler. İran pehlivanı Zaloğlu Rüstem ile Türk pehlivanı Alp
Er Tunga'nın güreşlerini anlatan beyitler bunlar.
Tebriz Şairler Mezarlığı "Şehriyar"
İran destanı Şehname'ye göre İran - Turan savaşları sırasında Zaloğlu
Rüstem ile efsanevi Türk hakanı Alp Er Tunga mücadele ederler.
Zaloğlu Rüstem İran mitolojisinin efsanevî kahramanıdır. Pehlivan,
yiğit, hükümdar gibi şahısları övmek için Zaloğlu Rüstem'in adı kullanılır.
Alper Tunga ile giriştiği mücadele anlatılır. Tüm Ortadoğu'da güreşçilerin
simgesi hâline gelmiştir.
Tebriz Şairler Mezarlığı Şehriyar 410 ünlü şairin kabrine evsahipliği yapıyor
Bin yıllık şiir geleneğinin, İranlıların günlük yaşamında, ne denli
önemli olduğunun ipuçlarını veriyor bu nargile kahvesi. Daha sonra, Firdevsi, Hayyam, Hafız ve Sadi gibi şairlerin mezarlarının, ne
kadar çok insan tarafından ziyaret edildiğini görünce, şiirin, Fars
kültüründeki önemi gözümüzde iyice berraklaşıyor...
Doğu ve Batı'yı birbirine bağlayan İpek Yolu'nun en önemli noktalarından
birini tarih boyunca Kuzey İran oluşturmuş. Ancak deve kervanlarının yerini, günümüzde
kamyonlar almış. İpek Yolu dinlerin, sanatın ve ticaretin dolaşım yolu olmuş.
İranlılar gibi Türkler de İpek Yolu'nun ev sahiplerinden. Büyük
Selçuklu kervansarayları, Türklerin İpek Yolu'nun başarılı tüccarları olduğunun
kanıtı. Kırk kilometre, deve yürüyüşüyle bir günde alınabildiğinden, o dönem
yapılan kervansaraylar da bu aralıklarla dizilmiş.
Altı eyaletten oluşan İran Azerbaycanı'nın ipeği ve halısıyla ün salmış
eyaleti ERDEBİL'deyiz. Unesco
Dünya Mirası Listesinde yer alan Şeyh Safi Türbesi'ni ziyaret ediyoruz.
Safevîlerden kalma, Allah Allah
Kümbeti'ne giriyoruz. Kümbetin üzerinde, Arap harfleriyle "Allah" yazılı. Şah
İsmail, Azeri lehçesiyle "Çaldıran
çırpışması (muharebesi)" ardından
1514'te İran'a geri dönüyor. 1524'te 37 yaşında öldüğünde Allah Allah
Kümbeti'ne gömülüyor. Kümbette, Şah İsmail yanı sıra, babası Şeyh Haydar ve
Şeyh Safi de gömülü. Şah İsmail Safevi Devleti'nin kurucusu ve ilk hükümdarı. Safevi
Devleti'nde saray ve ordu dili Azerbaycan Türkçesi idi. Bürokrasi dili olarak
da Farsça kullanılmıştı.
Şah İsmail, Hatai takma
adıyla yazdığı şiirlerini bir araya getirdiği Divan'ı ile Dahnâme ve Nasihatnâme'sini de Türkçe olarak kaleme
almış...
Kümbetteki asırlar öncesine ait duvar kâğıtları,
altın suyu motifler ve yazılar hâlâ canlılığını koruyor. Şeyh Safi Türbesi'nde,
nefis fildişi kakmalar görüyoruz. Şah İsmail Türbesi'ndeki fildişi işlemelerin
arasına ise turkuaz taşlar serpiştirilmiş.
Kümbetin içindeki müzik odasının akustiği dikkatimizi çekiyor hemen.
Duvarlardaki oymalar ise inanılmayacak güzellikte. Şah İsmail'in Çaldıran
Savaşı'ndan kalma yeşil renkli bir sancağı da kümbette duruyor.
HAZAR DENİZİ'nin ENZELİ LİMANI Havyarın Merkezi
Derya-ı Hazar'a yani Hazar Denizi'ne yaklaştıkça Rusça yayın yapan radyoların
müzik yayınlarını rahatlıkla dinler olduk. Halhal
kentinin içinden geçiyoruz. Taleş Dağları'nın batısındayız. Zengin maden
yatakları bulunuyor bölgede.
Halhal ve Esalim arasında, Çin resimlerini andırır bir manzarayla
karşılaşıyoruz. İnsan bir an, uçuyormuş hissine kapılıyor. Deniz bulutları
üzerine toplamış. Biz de bulutların üzerinde, bir uçaktayız sanki. Denize doğru
yolumuza devam ediyoruz. Tepeden bakınca her yer günlük güneşlikti, aşağı indik
ki güneşten eser yok. Aşağılara indikçe buz gibi soğuyor hava.
İnanması belki güç ama evler hariç, İsviçre'yi anımsatan yerlerden
geçiyoruz. O denli yeşilliklerin içinden
geçip Hazar Denizi'ne çıkıyoruz ki gördüklerimiz, İran deyince akla geliveren
çöl manzaralarına hiç mi hiç uymuyor.
Birinde, Hz. Ali'nin, diğerinde de çarmıha gerilmiş Hz. İsa ile Meryem
Ana'nın resimleri çizilmiş kamyonlar geçiyor önümüzden. Konvoy halinde,
şehitliğe, kabir ziyaretine gidenler geçiyor önümüzden. Özellikle perşembe
öğleden sonra ve cuma günleri yapılıyor kabir ziyaretleri.
İran havyarının çıkarıldığı Bender Enzeli yani Enzeli Limanı'ndayız. İran'ın kuzeyindeki en önemli limanlardan
birisi burası.
Eski adı Pehlevi Limanı'ymış, 1979 Devrimi'nden sonra adı değiştirilmiş.
Şahı deviren ihtilaldan sonra, "şahane"
sözcüğünün de sözlüklerden çıkarılmış olduğunu öğreniyoruz. Rehberimiz, bir
sahil koruma gemisini gösteriyor, "Şah'ın
yatıydı eskiden!" diyor.
Enzeli Limanı'nda tekneyle geziyoruz.
Hazar Denizi'nde, deniz köpeği ya da su köpeği denilen, köpeğe benzer bir
balıkla karşılaşıyoruz.
Tekneyle, sık sazlıklardan geçiyoruz. Gördüklerimiz, İran'la ilgili çöl
imajıyla gerçekten çelişiyor. Nehrin içinde, sazlıklardan oluşmuş daracık
sokaklara girip çıkıyoruz hızla.
Enzeli Limanı'ndan ayrılıp Tahran'a doğru yola çıkıyoruz. Elburz
Dağları ile Hazar Denizi arasındaki verimli arazilerden geçiyoruz. Dağların
gerisinde kurak bir bölge uzanıyor.
Elburz Dağları Azerbaycan sınırından başlıyor, Hazar Denizi'nin güney
kıyısı boyunca ilerliyor, doğuda Türkmenistan ve Afganistan sınırlarında sona
eriyor. Bu dağ sırası içinde Ortadoğu'nun en yüksek dağı olan 5.610 metrelik volkanik
Demavent Dağı bulunuyor. Tanrısı Ahura Mazda olan Zerdüşt inancına göre bu
dağ Kalbin Sahipleri'nin evidir.
Yolun iki yanı, göz alabildiğine uzanan pirinç tarlalarıyla dolu. Buna
karşın, ülkede pirinç tüketimi öyle yoğun ki, pirinç ithal ediyor İran. Hak
vermemek elde değil, çünkü İran'ın en belli başlı yemeklerinden olan, bizim
Adana benzeri çelo kebapla, piliç
ızgara demek olan cüce kebabın
yanında, dağ gibi pilav geliyor. Pilavın üstüne de bir parça tereyağı
atıveriyorlar ki, yeme de yanında yat.
Otelimizin kahvaltı salonunda Türk müziği çalınıyor. Rehberimiz, birçok
evde, Türk müziğinin, tartışmasız imparatorluğunu kurduğunu anlatıyor.
İran'da bir benzinci anımı aradan geçen onca yıla karşın unutamıyorum. İran'da
bir benzinciye giriyoruz. Aracımızın
tepesindeki mazot dolu bidonda, minik bir delik fark ettik. Bidonu indirdik,
arabadan huniyi aldık, delikten akıp ziyan olmasın diye bidondaki mazotu depoya
boşaltmaya başladık. Bu sırada, İranlı benzinci yanımıza geldi, bize bakıp
bakıp bir kahkaha patlattı. Ardından, kuyrukta, hemen arkamızda duran kamyoncu,
kıkır kıkır gülmeye başladı. "Neşeli
insanlar şu İranlılar!" diye düşünüyoruz, biz de onlara gülümsüyoruz.
Az sonra, rehberimiz geldi, yüzünde şaşkın bir ifadeyle, "mazotu niye depoya döküyorsunuz?" dedi.
"Ya nereye dökecektik mazotu?" dedim.
"Yere tabii!" dedi. Ardından da
ekledi, "Bak, zahmet ettiniz, o huniyi
çıkardınız, zar zor bidonu huniye boşalttınız, şimdi huni de, elleriniz de
mazotlandı. Bu kadar sıkıntıya değer miydi yani? Dök yere mazotu, olsun
bitsin!"
Benzin, mazotun akıl almaz ucuzluğu yanı sıra, bir de, devlet, her
arabaya, ayda iki, taksilere de, günde, bir benzin kuponu veriyordu. Bu
kuponlar sayesinde, benzin, yarı fiyatına alınabiliyordu. O yıllarda benzin
sudan ucuzdu, ancak şeker pahalıydı İran'da. Onun için de, Türkiye'den İran'a
giriş yapanların, yanlarında, karton kutularla çikolata, bisküvi, kavanoz
kavanoz da fındık ezmesi getirdiğini görürdük.