Meşhed yolu boyunca, sağımızda, kilometrelerce uzakta, Deşt-e Kevir denilen koca bir çöl uzanıyor... "Mohammad" "Ya Zahra"yazılı kamyonlar görüyoruz sık sık. Hz. Ali'nin eşi, İmam Hüseyin'in annesi olan Hz. Muhammed'in kızı Zehra, İran'da son derece önemli bir isim. Meşhed, İran'ın en büyük ve en verimli eyaletlerinden Horasan'ın
başkenti... Deniz seviyesinden bin metre yükseklere çıktık.
Kent, Şiiler için,
son derece büyük önem taşıyor. Sekizinci İmam Hz. Ali el Rıza 817 yılında
burada şehit edilmiş. Bu nedenle de köy, "şehit
edilme yeri" anlamında Meşhed adını almış. Kente akın akın ziyaretçiler geliyor.
Hz. Rıza'nın türbesinin, kapı ve pencerelerinin, altınla kaplı olduğunu
görüyoruz. Dört eyvanlı Gevherşad Camisi
de türbe ile bir bütün oluşturuyor.
Meşhed, yeni evlilerin, özellikle de dindar çiftlerin balayı için
tercih ettikleri bir kent. Yüzlerce yıl öncesinden, kökeni İranlı olup da
Irak'ta yaşayan, milyona yakın insanın, İran'a göç edip özellikle Meşhed'e yerleştiği,
maddi durumlarının da hayli iyi olduğu anlatılıyor.
Artık İran'ın doğusundayız ve öğrendiğimiz Azericenin buralarda pek
geçmediğini anlıyoruz deneyimlerimizle.
İmam Rıza Türbesi'ni ziyaret
ediyoruz. 600 bin metrekarelik muazzam bir yapı. Boyut olarak dünyanın en büyük
camisi. Sekiz minareli türbe 818 yılına tarihleniyor. 500 bin kişiyi alabilecek
kadar geniş.
Altın kapılarını öpmek için, insanların uzun kuyruklar oluşturduğu,
İmam Rıza Türbesi'nin, yaldızlı bakırla kaplı olan kubbesine, kuşların hiç
pislemediğini anlatıyor rehberimiz.
İmam Rıza'nın kabrinin bulunduğu salonda müthiş bir izdihamla
karşılaşıyoruz. Bayanlar için, camla ayrılmış bir bölüm dikkatimizi çekiyor.
Çoluk, çocuk, genç, ihtiyar herkes, saygı ifadesi olarak, kapılardaki altın,
gümüş işlemeleri öpüyorlar; uzun uzun elleriyle dokunuyorlar ya da kabrin
bulunduğu salonun eşiğine, yüzlerini sürüyorlar...
Akşam, bir taksiye binip kentte dolaşıyoruz. Şoförümüz hayli konuşkan.
Medeni durumumuzu soruyor, cevabımızı bile beklemeden "Ben tenha!" diyor. Anlıyoruz ki bekârmış.
İmam Rıza Türbesi'nde çalışan görevlilerin, her türlü çetin şartlara
göğüs gerebilecek, inançlı insanlar arasından seçildiğini anlatıyorlar. Bu
görevliler, üzerinde "Ya İmam Rıza"
yazılı gümüş asalar taşıyorlar.
Meşhed, Mekke ve Kerbelâ ile birlikte, İranlılar için en kutsal üç
yerden birini ifade ediyor. Türbenin hemen dışında, çok sayıda fotoğrafçı
dükkânı, dikkatimizi çekiyor. Bunların ortak özelliği, fonda, Hz. Ali'nin ya da
İmam Rıza Türbesi'nin yağlıboya resimlerinin bulunduğu hatıra fotoğrafları
çekmeleri. Kerbelâ toprağından yapılmış secde taşı satıcılarına da sıkça
rastlanıyor türbe çevresinde. Sokak satıcılığı hayli gelişmiş Meşhed'de. Bu
kentte, ayaküstü işkembe çorbası içmek bile mümkün.
Meşhed'de ünlü Fars şairi Firdevsi'nin kabrini ziyaret ediyoruz. 1020
yılında 80 yaşında hayata gözlerini yummuş şair.
Firdevsi, yazdığı Şehname
adlı mesnevide, İran tarihinin, İslâmiyet'ten önceki kahramanlıklarını
anlatmış. Bu arada, Gazneli Devleti Hükümdarı Sultan Mahmud'u da, eli açık bir
hükümdar olarak övmüş.
Bir rivayete göre, Sultan Mahmud, yazacağı her beyit için, Firdevsi'ye
bir altın vaat etmiş. Firdevsi bu, otuz yıllık müthiş bir emek sonucu 60 bin
beyit yani 120 bin mısra yazmış. Sultan ve çevresi, "Bre aman! Bu adam hazineyi boşaltacak!" korkusuyla, Firdevsi'ye altın
yerine gümüş vermekle yetinmiş.
Firdevsi, ödülü kendisine ulaştırıldığında hamamdaymış; kendisine
verilen sözün tutulmamasına öyle sinirlenmiş ki, gümüşleri hamamcıya, bir
şerbet satıcısına ve gümüşleri taşıyan hamala dağıtıvermiş. Üstelik de Sultan
Mahmud'un, kendisine ancak, "bir bardak
boza alacak kadar" para verdiğini belirten bir yergi yazmış.
Bunu duyan sultan, küplere binmiş, esmiş, gürlemiş. Sultanın gazabından
korkan Firdevsi de alelacele kayıplara karışmış. Rivayete bakılırsa,
Firdevsi'ye, gereken ilgiyi göstermediği için pişmanlık duyan Sultan Mahmud,
ona, altmış bin dinar değerinde bir çivit göndermiş, ancak bu hediye, kentin
bir kapısından girerken şairin cenazesi diğer kapıdan çıkıyormuş.
Meşhed'de tanıştığımız Azeri bir profesörle konuşuyoruz. İstanbul Türkçesiyle,
Azeri Türkçesini karşılaştırıyor, kahkahalar içinde. Azerilerin, banyodan sonra
"Afiyet olsun!" dediklerini
anlatıyor. Bizdeki "Afiyet olsun!"
yerine ise onlar "Nuşi can!" derlermiş.
İranlı Azeri dostumuz, Türkiye'ye geldiğinde bir bakanlığa uğramış.
Yemekler yenmiş, tam sofradan kalkılırken profesöre, "Afiyet olsun!" demişler. Başka ne denir değil mi ama? Azeri
dostumuz şaşırıp kalmış, "Banyo yapmadık,
hamamdan gelmiyoruz, bu, 'Afiyet olsun!' da neyin nesi!" diye...
Vedalaştık, "Geri dönerken
Tebriz'deki Şairler Mezarlığı "Şehriyar"ı görün muhakkak!" dedi arkamızdan.