Adriyatik gezimiz tüm hızıyla devam ediyor. En son sizlerle Dubrovnik'te kalmıştık. Dubrovnik sabahına keyifli ama tüm gezide olduğu gibi telaşla uyandık. Telaş nereden geliyor diye sorarsanız, her gün farklı bir otelde kaldığımız için bavul aç, bavul topla, hediyelikleri sığdırmaya çalış vb. geliyor. Hep bir yere yetişme telaşımız var. Ama bu tür gezilerin de olmazsa olmazı diyebiliriz bu tatlı telaşlar için. Kahvaltımızı yapıp bavulları otobüsümüze yükledikten sonra tekerlek döndüğünde saatler 08.45'i gösteriyordu. Bugünkü programda Ston kasabası ile güzeller güzeli Korçula Adası ziyareti var. Konaklama ise Bosna Hersek'in küçücük deniz kıyısında yer alan şirin kasabalarından birisi olarak bilinen Neum'da olacak.Grup toplu halde Korçula Adası tarihi bölgedeki merdivenlerde...
Yaklaşık bir saatlik yolculuk sonrası Ston kasabasında kısa bir mola verdik. Peljesac Yarımadasında yer alan Ston yaklaşık 2500 nüfuslu küçük bir sahil kasabası ama öne çıktığı husus güzel kumsalları ya da plajları değil. Avrupa'nın en uzun surları Ston kasabasında yer alıyor. Hatta Çin Seddi'nden sonraki en büyük surlar olduğunu söyleyebiliriz. Aynı zamanda tuz platoları ve bölgenin en güzel istiridyelerini de Ston'da bulabiliyorsunuz. Surlar ve doğal yapısı ile Ston, 2005 yılından beri UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alıyor. Aslında iki farklı Ston bulunuyor: Birisi Ston, diğeri ise daha küçük olan esas istiridyelerin bulunduğu Mali Ston. Mali Ston 1335 yılında Dubrovnik Cumhuriyeti'nin bir parçası olarak kurulmuş. Batıdan gelebilecek saldırıları savunma amacıyla oluşturulan şehir zamanla surlarla ve kulelerle kaplanmış. Bu kadarı yetmemiş ki yaklaşık bir kilometre ileride bir başka şehir oluşturulmuş, ki bunun adı Ston, ve bu iki şehir yaklaşık 7 km uzunluğunda bir surla birleştirilerek ciddi bir savunma hattı oluşturulmuş. Aslında Ston'daki duvarların tarihçesi çok daha eskiye, Romalılar dönemine kadar gidiyormuş. İşte birleştirildikten sonra ortaya çıkan bu 7 km uzunluğunda, 40 farklı kule ve 5 hisardan oluşan surlar Avrupa'nın en uzun, dünyanın da Çin Seddi'nden sonraki ikinci uzun surları olarak kabul ediliyormuş.
Ston Kasabasına giriş ve üst tarafta surlar bizi selamlıyor...
Surlar zaman içinde büyük tahribat görmüş ve parça parça onarılmış. Bugün için yaklaşık 5,5 km ayakta kalmış. Restorasyon çalışmaları neredeyse 50 yıl sürmüş ve 2009 yılında tamamlanmış. Neden bu kadar uzun sürmüş diye sorduğumda rehberimiz Mustafa, her bir taşın tıpkı orijinalinde olduğu gibi çoğu zaman elle yapıldığını, bu yüzden de bu kadar zaman aldığını söyledi. Her yıl eylül ayında surlarda Ston Maratonu düzenleniyormuş. Peki surları gezebiliyor muyuz? Elbette geziyoruz ama çok da ekonomik değil. Giriş ücreti 70 Kuna, yaklaşık 10 Euro. İki farklı tur atmanız mümkün: Bunlardan birisi sadece Ston civarında gezeceğiniz ve 20 dakikalık kısa tur. Diğeri ise Ston'dan Mali Ston'a gidebileceğiniz ve yaklaşık 40 dakika süren uzun tur. Biz fazla vaktimiz olmadığı için tercih etmedik ama karar sizin elbette.
Surlar kasabanın üzerinde gerdanlık gibi salınıyor...
Daha önce de bahsettiğim gibi Ston, aynı zamanda "Tuz Şehri" olarak da anılıyor. Özellikle orta çağda önemli bir ticari meta olan tuz bulunduğu yerleri de kıymetlendirmiş ve o zamanlar bugünden çok daha büyük bir nüfus olduğundan bahsediliyor. Buradaki tuz üretimi geleneksel yöntemleri koruduğu için aslında ekonomik kabul edilmiyormuş ancak yine de üretime devam ediliyormuş. Buradaki tuzlaları yazın ziyaret edebilmek mümkün. Giriş ücreti de 15 Kuna.
Minik kasabanın dar sokakları ziyaretçilerini ağırlıyor...
Denizcilik bölgenin en önemli özelliği olduğundan bununla ilgili her şeyi bulabilmeniz mümkün. İşte Mali Ston'da meşhur olan istiridye işi de Romalılara kadar gidiyormuş ama ilk yazılı belgelere 17. Yüzyılda rastlanıyormuş. Öyle ki istiridye üretimi ve satımı o kadar önemliymiş ki bu faaliyet önemli kişilere imtiyaz olarak devlet tarafından veriliyormuş. Daha önceden de bazı girişimler olsa da ilk ciddi kamusal şirket Bistrina Körfez'inde 1946 yılında kurulmuş ve bugüne kadar sürekli gelişen bir sektör haline gelmiş. İstridye en lezzetli halini mart ayında alırmış, bu yüzden de her yıl 19 Mart'ta "St.Joseph Günü" festival olarak kutlanırmış. Hem Ston hem de Mali Ston'daki restoranlarda limon suyuyla servis edilen istridyeler Avrupa'nın farklı ülkelerinden gurmeleri buraya çekermiş. Benden hatırlatması.
Kasabanın en büyük kilisesi St. Blasius, ya da katedral mi demeliyim?...
Peki Ston nasıl bir yer? Küçücük bir kasaba olduğunu söyleyebilirim. Biz Mali Ston tarafına geçmedik. Otobüsten iner inmez dar sokaklara dalınca minik bir pazarla karşılaştık. El işi hediyeliklerden magnetlere ne ararsanız bulabileceğiniz bu mini pazar herkesin ilgisini çekti. Kendimizi dar sokaklara attık, surların başlangıç noktasına kadar geldik. Hatta görevliden rica ederek birkaç fotoğraf çekebilmek için surların başlangıcındaki merdivenleri çıktım. Eminim yukarıdan manzara çok güzeldir. Dar sokakların sonu minik merdivenler ile surlara doğru konumlanmış olan evlere gidiyor. Evlerin balkonları ve bahçeleri çiçekler ve ağaçlarla rengarenk süslenmiş. Bu küçük ama huzurlu kasabada dolaşmak gerçekten çok keyifli. 1342 yılına tarihlenen St. Blasius Kilisesi Ston'daki kiliselerden en büyüğü. En büyüğü dediğime bakmayın, küçük bir kasaba ölçeğinde en büyüğü. Bir dönem katedral olarak da isimlendirilen bu kilise depremlerden çok ciddi hasar görmüş. Yorulunca küçük kasaba meydanındaki kafelerden birisine oturduk ve sıcak bir Americano sipariş ettim (11 Kuna) Dubrovnik'ten uzaklaştıkça Hırvatistan ekonomik anlamda daha yaşanır bir hal almaya başlıyor. Kısa molamızı tamamladıktan sonra Korcula'ya doğru yolculuğumuz devam etti.
Tekneden Korçula Adası...
Korcula Adasında havalimanı bulunmuyor. Bu yüzden buraya gidebilmek için tek yol doğal olarak feribot oluyor. Dubrovnik ve Split şehirlerinden de gelebiliyorsunuz ama bizim için en mantıklı yol hemen adanın karşı tarafında yer alan Orebic kasabasına gelip, burada otobüsü bırakarak feribota binmek. Ston ile Orebic arası sadece 50 km ama yollar gidiş-geliş olduğu için yolculuk bir saat sürüyor. St. Elias Dağı'nın eteklerinde kurulmuş olan ve bir dönem "Kaptanların Kasabası" olarak bilinen bu Orebic, ismini burada yaşayan denizci bir aileden almış. Devlet ortaklı çalışan feribot günün belirli saatlerinde hareket ettiği için neredeyse günün her saati hazır olan daha küçük teknelere binmek oldukça mantıklı oluyor. Tahmin edebileceğiniz gibi yüksek sezon olarak kabul edilen Haziran-Eylül döneminde çok daha fazla geçiş imkanı var. Fiyatlar da mevsim ve teknenin durumuna göre 10-15 Kuna arasında değişiyor. Biz Haziran sonunda geldiğimiz için nispeten yoğun bir döneme denk geldik. Bu yüzden de 50-60 kişilik özel teknelerle geçeceğiz ve üçüncü sıraya alındık. 20 dakikada sıra geldi ve yaklaşık 10 dakikalık kısa bir yolculuktan sonra Korcula Adasına ulaştık.
Tekneden indikten sonra sol tarafınıza surları aldığınızda sağ taraftaki kordon boyu...
Korçula Adasının ilk yerleşimcileri, neredeyse tüm Dalmaçya kıyılarında olduğu gibi İliryalı kabilelermiş. Sonrasında bir Yunan kolonisi haline gelen ada hakkında ilk yazılı kaynaklar M.Ö. 4. Yüzyıla kadar gidiyormuş. Hikâyeye göre yoğun çam ormanları nedeniyle eski dönemde de bölgeye "Kara Korçula" deniyormuş. Hırvatların buraya gelmesi ise 9. Yüzyılda olmuş. 10. Yüzyılda bölgeye gelen Venedikliler, bazı dönemler hakimiyeti kaybetse de neredeyse 800 yıl boyunca buralarda hüküm sürmüşler. Adanın altın çağı da bu döneme denk geliyor ve bugün turistlerin gördüğü pek çok tarihi yapı da o dönemden kalma. Bu yüzden de Korcula'da Venedik mimarisi ağır basıyor. Bu noktadan itibaren denizlerde hakimiyetini gittikçe artıran Osmanlı İmparatorluğu bölgeye korku salmaya başlamış ve Venedik Cumhuriyeti ile olan mücadelesi kapsamında pek çok defa Korcula'yı ele geçirmeye çalışmış ancak bunda muvaffak olamamış. 1797 yılında şehir Venediklilerden Avusturya İmparatorluğunun kontrolüne geçmiş ve Birinci Dünya Savaşının sonuna kadar devam etmiş. Sonrasında Yugoslav Krallığı, ikinci dünya savaşı sonrasında da Yugoslavya Cumhuriyeti derken 1991 yılında Hırvatistan bağımsızlığını kazanınca bugünkü statüsüne kavuşmuş.
Tarihi şehrin ana giriş noktası, Plokata Meydanındaki merdivenlerin sonundaki Revelin Kulesi ve Kara Kapısı...
Revelin Kulesinin üzerindeki aslan figürünün elindeki kitap kapalı olduğuna göre Venedikliler burayı kanla kazanmışlar...
Korcula Adası, Orta Dalmaçya denilen bölgede, Hvar ve Mljet adalarının arasında yer alıyor. Ana kıta açısından bakarsak Split ve Dubrovnik şehirleri arasında kalıyor ve anakaraya oldukça yakın olduğu için tarih boyunca nüfus her zaman diğer adalara göre yüksek olmuş. Adanın tamamı yaklaşık 270 km2 alanı kapsıyor ve Hırvatistan'a ait binlerce ada arasında altıncı büyük ada. Tüm adanın nüfusu yaklaşık 18.000 kişi ama yaz döneminde bu rakam neredeyse 10'a katlıyormuş. Adanın en önemli kasabaları Korcula, Vela Luka, Racisce, Blato ve Lumbarda. Bunun yanında onlarca küçük köy ve yerleşim yeri bulunuyor. Bugün ada, enfes bir doğa güzelliği ile tarihi birleştirirken, plajları ve koyları ile de modern anlamda turizmin gülen ve tercih edilen yüzü olarak karşımıza çıkıyor. Adayı genel anlamda gezmek için en az üç güne ihtiyacınız var, eğer deniz-kum-güneşin keyfini de çıkarayım derseniz bu süre en az bir hafta olur. Bizim bu kadar zamanımız olmadığı için feribotların yanaştığı ve adaya ismini veren en popüler tarihi noktası olarak kabul edilen Korcula kasabasını ziyaret ediyoruz.
Kaporova Sokağı misafirlerini bekliyor...
Tarihi merkezin merdivensiz tek sokağı. Bazılarının dediği gibi "Düşünenler Sokağı"...
Korcula'nın merkez nüfusu yaklaşık 3000, köylerle birlikte toplam nüfusu ise 6000 civarında. Adanın başkenti olduğunu söyleyebiliriz. Tekneyle yaklaşırken ilk dikkatimi çeken husus taştan yapılmış duvarları ve turuncu çatıları ile tarihi evler oluyor. Özellikle 14 ve 15. Yüzyıldan kalan bu yapılar bölgede taş üretiminin ve işçiliğinin ne kadar geliştiğini de bize gösteriyor. Aslında Dubrovnik taş ustalarının yüksek kalitede taş ihtiyacının olması ve sürekli buradan oraya taş sevkiyatının yapılması da bu bölgede taş üretiminin artmasına vesile olmuş. Korcula'nın yerel halkı bu ustalardan çok şey öğrenmişler ve taş ustalıklarını geliştirerek kendi şehirleri için de muazzam taş yapılar inşa etmişler. Özel mülkleri kamu binaları ve dini yapılar izlemeye başlamış ve yavaş yavaş bugünkü göz alıcı görünümüne kavuşan bir Korcula ortaya çıkmış.
Azizler Kilisesi'nin ön tarafı Kaporova Sokağındayken diğer tarafı ise bizim düşünenlerin sokağına denk geliyor...
Tekneden indikten sonra yerel rehberimizle buluştuk ve şehrin surları sol tarafımızda kalacak şekilde yürümeye başladık. Tarihi bölgenin tamamı surlarla çevrili ama bu surlar bugün için bazı taş yapıların altında kaldığı için deniz tarafından bakıldığında yokmuş gibi algılanıyor. Sahil bölgesinde belirli aralıklarla dikilmiş palmiyeler kasaba ile bütünleşmiş bir güzellik sunuyorlar. Tarihi şehrin girişindeki küçük meydanda toplanıyoruz. Plokata adlı meydandaki merdivenlerden yukarıya doğru çıktığımızda eski şehre giriş yapmış oluyorsunuz. Meydanın çevresi birkaç kafe ve hediyelik eşya satan seyyar satıcılarla dolu. El işinden örgüye, magnetten ağaç işlerine ne ararsanız mevcut. Bazı arkadaşlar hemen aşağı taraftaki genel tuvaletleri kullanırken bazıları da tezgahlara kısa bir göz atıyor. Bir internet sitesinde okuduğum kadarı ile Plokata Meydanında bir iki saat geçirirseniz Korçula'da neler olup bitiyor, kim nerede ne yapıyor herşeyi öğrenebilirmişsiniz. Merdivenlerde tam kadro grup fotoğrafı çektirdikten sonra Kara Kapısı üzerinden eski şehre giriş yapıyoruz.
Antuna i Stjepana Radica Meydanında bulunan St. Micheal Kilisesi...
Kara Kapısı (Kopnena Vrata), aynı zamanda Revelin Kulesine de ev sahipliği yapıyor ve şehre kulenin altından geçerek giriş yapıyorsunuz. Kulenin ilk yapılışı 13. Yüzyıla kadar gidiyor, birkaç defa onarımdan geçen kule en son 2003 yılında restore edilmiş. Kapıya çıktığımız merdivenler ise o kadar eski değil, 19. Yüzyılın sonları ile 20. Yüzyılın başlarında ilave edilmiş. Kulenin tam ortasında Venediklilerin sembolü aslan figürü bizi selamlıyor. Aslanın ön tarafındaki kitabın kapağı kapalı olduğuna göre burası savaşarak Venediklilerin eline geçmiş. Eğer kitap açıksa o zaman anlaşma yoluyla ele geçirildiği anlaşılıyormuş. Hemen aslanın alt tarafında bir kitabe yer alıyor. Bu kitabede "Hırvat Kralı Tomislav'ın taç giymesi onuruna adanmıştır" şeklinde bir şeyler yazıyormuş. Kule aynı zamanda Hırvat bayrağına da ev sahipliği yapıyor.
Tarihi Merkezin ana caddesi olarak kabul edilen Ulica Korčulanskog statuta 1214...Ne cadde ama git git bitmez...
Eski şehre ilk girdiğinizde karşımıza çıkan meydan Trg Antuna i Stjepana Radica. Bu minik meydan St Michael Kilisesine (Crkva Svetog Mihovila) ve Belediye Meclis binasına ev sahipliği yapıyor. Barok görünümlü kilise hakkında ilk kayıtlar 1408 yılına tarihleniyor ancak bugünkü halini 17. Yüzyılda almış. İçeriye girdiğinizde Barok mermer altarın üzerinde göreceğiniz tablo ise 18. Yüzyılda İtalyan ressam Domenica Maggiotto tarafından yapılmış.
Sarı mozayikleri ile Meryem Kilisesi...
Küçük meydanda sağ tarafta yer alan Kaporova Sokağından devam ettik. Çiçekli balkonlar, iki tarafı birbirine bağlayan localarla adadaki pek çok yer gibi keyifli bu dar sokak aynı zamanda Azizler Kilisesi (Crkva Svih Svetih) ile İkon Müzesine de ev sahipliği yapıyor. Kilise 15. Yüzyılın başlarında inşa edilmiş ve birkaç defa değişikliğe uğramış. Bugünkü barok görünümüne 18. Yüzyılda ulaşan kilisenin ince uzun ikili çan kulesi 1749 yılında yapılmış. Biz oradayken kilise kapalıydı ama kilisenin tavanı birbirinden güzel kutu içinde renkli resimlerle kaplıymış. Kilisenin yan tarafında kalan bölüm ise antik ikonaları barındıran bir müze olarak tasarlanmış ve bazı kaynaklarda İkon Müzesi olarak geçiyor.
Korçula tarihi merkezin kalbi olarak bilinen St. Mark Meydanı. Resimdeki balkonlu bina 17. Yüzyıla tarihlenen Arneri Sarayı...
Kısa yolun sonu bizi, surlar üzerinde, yeşillikler içinde, sıra sıra restoran ve kafelerle bezenmiş deniz kenarındaki minik kordon boyu olan Šetalište Petra Kanavelića'ya getirdi. Buraya bayıldım. Öğlen yemeğini buradaki restoranlardan birisinde yemeyi kararlaştırarak rehberli gezimize devam ettik ve hemen sağ tarafımızda yer alan bir diğer sokak olan Dobrotvornosti'ye dönerek geldiğimiz istikamete doğru girişteki küçük meydana yürüdük. Dobrotvornosti Sokağının çok önemli bir özelliği var: Tarihi merkezde merdiven olmayan tek sokak. Bu yüzden de bazıları sokağın adına "Düşünenler Sokağı" diyormuş. Nasılsa basamaklara takılıp düşmeyecekleri için böyle bir ad verilmiş. Oldukça dar olan bu sokak aynı zamanda bugün için kullanılmayan St. Catherina Kilisesine de ev sahipliği yapıyor. Sokak engelli misafirlerin de en çok kullandığı yerlerden birisiymiş.
St. Mark Katedrali...
Yeniden Trg Antuna i Stjepana Radica'ya geliyoruz ve tarihi şehir merkezinin içlerine doğru yürümeye başlıyoruz. Tarihi merkezin ana caddesi Ulica Korčulanskog statuta 1214, girişten St. Mark Meydanına kadar bize eşlik ediyor. Ana cadde dediysem gözünüzün önüne öyle devasa bir şey gelmesin. Hepi topu 2-3 metre genişliğinde bir sokak aslında ama burada birden cadde oluveriyor işte. Taş yapılar eşliğinde, yer yer hediyelik eşya dükkanları, minik kafeler, dondurma dükkanları olan yaklaşık 40-50 metre uzunluğunda oldukça keyifli bir sokak olduğunu söylemeliyim. Sokağın sonu tarihi merkezin en önemli meydanı olan St. Mark Meydanı (Trg Svetog Marka).
Katedralin giriş kapısı...
St.Mark Meydanı pek çok tarihi binaya ev sahipliği yapıyor. Bunlardan en önemlisi kuşkusuz St. Mark Katedrali. 13. Yüzyılda inşa edilmiş bir kilisenin yerine İtalyan üstadların desteğiyle yerel taş ustaları tarafından, 15. Yüzyılda inşa edilen Katedral, Gotik-Rönesans mimarinin güzel örneklerinden birisi. Venedik döneminde taş ustacılığı çok popülermiş ve bu ustalar toplumda büyük itibar görürlermiş. En ünlü isimlerden birisi olan Marko Andijic, katedralin kulesi ile kubbesini yapmış. Giriş kapısında Aziz Markus'un küçük bir heykeli ile aslan figürlerinin altında Ademle Havvanın heykellleri bulunuyor. Ön cephede gül figürleri, büyük bir saat ile kabartmalar mevcut. O anda kapalı olduğu için maalesef içeriye giremedik.
Bir zamanların Piskopos Sarayı, şimdi ise Müze olarak kullanılıyor...
St. Mark Meydanındaki tarihi sütun...
Meydanın bir diğer tarihi binası Piskopos Sarayı ya da bazı kaynaklardaki adıyla Piskopos Hazineleri Müzesi (Riznica Museum). Yıllar boyu şehrin piskopos konutu olarak kullanılan bina, sonradan müze haline getirilmiş. Hırvatistan ve Karadağ'da pek çok yerde olduğu gibi Korçula'da da Mark Meydanında bir sütun yükseliyor. 1515 yılında yapılan sütun tarih boyunca çeşitli işkence, protesto ve gösterilere tanıklık etmiş. Meydandaki Gabrielis Sarayı'da şehir müzesi olarak faaliyet gösteriyor ancak tadilata alındığı için önüne tadilat sonrası göreceğimiz cephenin devasa fotoğrafını koymuşlar. Fotoğraf çekmeye çalışıyoruz ama meydan o kadar küçük ki doğrudan bir binanın fotoğrafını çekmek gerçekten zor. Biz de yamuk yumuklarla idare etmek zorunda klıyoruz. Katedralin çapraz karşısındaki minik kilisenin ismi ise Meryem Kilisesi (Crkva Gospojina). Bugün kilise deniyor ama 1483 yılında şehrin ileri gelen iki soylu ailesi tarafından Meryem Ananın kutsallığı adına bir şapel olarak yaptırılmış. Altarın arkasındaki sarı mozayikler ise 1960'larda eklenmiş. Kilise bazı soyluların mezarlarına da ev sahipliği yapıyormuş.
Kentin en eskilerinden Aziz Petrus Kilisesi. Sol taraftaki minik kuleli yer ise Marco Polo'un evi olarak kabul ediliyor...
Meydanın sonundan sol tarafa döndüğümüzde daha küçük bir meydana çıkıyoruz ve karşımızda bir başka kilise var: St.Peter Kilisesi (Crkva Svetog Petra). Gotik mimari tarzında 14. Yüzyılda inşa edilmiş olan küçük kilise kentin en eski ibadet yerlerinden birisi olarak kabul ediliyormuş. Ön cephe son derece sade, kapının üzerinde yer alan Aziz Petrus rölyefi Korcula'lı zanaatkâr Bonino da Milano tarafından yapılmış. Kilisenin zemininde eski dönemlere ait mezartaşları bulunuyor. Aynı zamanda tavan ve duvarlarda havarilerin ve Evangelistlerin ahşap barok heykelleri var.
Deniz kenarında yeşillerle süslenmiş olan minik kordon boyu Šetalište Petra Kanavelića...
Kilisenin ön cephesine bakarken sol tarafınızda kalan minik kuleli ve merdivenli ev ise ünlü seyyah Marko Polo'nun doğduğu ev olarak kabul ediliyor. Hani şu babasıyla Çin'e kadar seyahat eden ve yaklaşık 25 yıl boyunca Moğol Hükümdarı Kubilay Han'ın sarayında kalan ünlü İtalyan seyyah Marko Polo. Bu konuda kesin bir bilgi yok elbette ama Korcula'lılar tüm güçleriyle bu konuda mücadele veriyorlarmış. Tarih kitapları bizlere Marko Polo'nun Venedikli olduğunu ve Venedikte doğduğunu söylüyor. Bu bölge de uzun bir dönem Venedik egemenliğinde kaldığı için bu tarz iddialarda bulunmak normal kabul edilebilir ancak ben bunun biraz hayali ve turistik bir şey olduğunu düşünüyorum. Zira Venedikte'de Marko Polo'nun doğduğu ev diye dışarıdan bir yeri gördüğümü hatırlıyorum. Ev, 7 yıllık bir restorasyon ve düzenleme çalışmasından sonra 2015 yılında ziyarete açılmış. Ancak kesin olan bir şey var ki rastladığım tek Marko Polo Müzesi, Korcula eski şehrinin hemen dış duvarlarının orada bulunuyor. 2012 yılında açılan müzede ciddi bir şey olmadığını söyledi rehberimiz Mustafa. Daha çok resim ve bambu heykellerle Marko Polo'nun hayatından kesitler sunulduğundan bahsetti. Giriş 20 Kuna. Küçük bir not: Minik ziyaretçilerin daha çok keyif alabileceğinden bahsetti. Çocukla seyahat edeceklere duyurulur.
Tarihi kentin sokaklarına kendinizi bırakın. Pişman olmayacaksınız...
Rehberli gezimiz saat 14.00'de tamamlandı ve yemek molası dahil saat 17.00'a kadar serbest zaman verildi. Karnımız acıkmıştı ve aklımız deniz kenarındaki ağaçlı yolda (Šetalište Petra Kanavelića) kalmıştı. Yeşil ve mavinin müthiş kardeşliğine midemizin isyanı eklenince burada müsait olan birkaç masaya dağılıyoruz. Bizim restoran Pape Pizzeria. Pahalı menülerden kaçarak herkes farklı lezzetlerde pizzalar sipariş ediyor. Deniz ürünlü, margarita, etli ya da vejeteryan pizzalar 58-70 Kuna arasında değişiyor. Büyük biralar 30 Kuna, küçük bira ise 18 Kuna. Kola ve türevleri de 25 Kuna civarında satılıyor. Ben deniz ürünlü pizzaya bayıldığımı söyleyebilirim. Oldukça da büyük bir pizza geliyor. Diğer arkadaşların sipariş ettiği sebzeli ve dört peynirli pizzalar da oldukça beğenildi. Böylece 10-12 Euro karşılığında, nefis bir manzara eşliğinde öğle yemeğimizi halletmiş olduk. İtiraf etmeliyim ki biraz dinlenmekte ayaklarımıza iyi geldi doğrusu.
İşte size tarihi kentin tamamını gösteren maket...
Tarihi kentin girişindeki Plokota Meydanı hem hediyelik eşya standlarına ev sahipliği yapıyor hem de yerel halkın haber alma merkezi işlevi görüyor...
Yemek işini hallettikten sonra küçük eski şehrin her sokağını yeniden, yeniden ve yeniden gezdik. İnsan bu dar sokaklarda kaybolmak istiyor ama bu gerçekten imkânsıza yakın bir şey. Zira nereden giderseniz gidin küçük tarihi bölgenin ana caddesine çıkıyorsunuz. Çiçeklerle bezenmiş minik balkonların altından geçerken insanın burada yaşayası geliyor. Eminim adadaki pek çok köy ve yerleşim yerinde benzer yorumları yapardım. En azından bir haftanız olacak ve adayı doyasıya keşfedeceksiniz. Mükemmel bir şey olurdu doğrusu.
Korcula yat limanı...
Hava oldukça sıcak, bazı arkadaşlar rehberimiz Mustafa'nın gösterdiği noktalara giderek denize girmeye karar verdiler. Aslında bir adadasınız, her yerden denize girmek mümkün ama sonrasında duş imkanı her yerde olmuyor. Bu yüzden de belirli plajlar ayrılmış ve günü birlik turistler buraları kullanıyorlar. Önce ben de niyetlendim ama çok vaktimiz kalmadığı için vazgeçtim. Bazı arkadaşları incik boncukçularda bıraktıktan sonra limanda biraz dolaştık ve hemen üst tarafında deniz manzaralı bir kafeye oturduk. Yarım saatlik kısa bir moladan sonra (Kafe Americano 10 Kuna, latte 14 Kuna) yavaş yavaş toplanma noktasına geldik. Kalan kısa zamanda çevredeki hediyelik eşya dükkanlarına göz gezdirdikten sonra geldiğimiz gibi özel bir tekne ile Orebic'e geçtik. Bosna'nın deniz kenarındaki tek yeri olan Neum kasabasına doğru yola çıktığımızda saatler 17.00'ı gösteriyordu.
Yeniden görüşmek üzere Korcula...
Artık Hırvatistan'dan ayrılıyoruz. Çok çok az bir bölümünü gördük ama çok beğendim. Bir gün inşallah daha geniş bir sürede gelmek nasip olur. Yolunuz bir gün Hırvatistan'a düşerse ve zamanınız çok kısıtlı değilse Korçula'ya uğrayabilirsiniz. Gerçi bu bölgedeki tüm adaların kasabaları ve merkezleri çok güzel ve turistik. Ben beğendim, umarım siz de beğenirsiniz.
Seyahatle kalın...