Sydney’de Gördüklerim

Beş ay süren Avustralya seyahatimin dikkatime takılan bölümlerini kâğıt ve kalemimle paylaşırken yeniden yaşadım o güzel hatıralarımı. İtiraf etmeliyim, okyanus ötesinde inanılmaz bir doğa harikasının ve bilinçli şehirleşmenin getirdiği doyumsuz güzelliklerin biraz sarhoşuydum desem yeridir. Tüm içtenliğimle söyleyebilirim ki, okyanus ötesindeydim ama yüreğim seninleydi inan ki sevgili vatanım. Hem geziyor hem de iç geçiriyordum: ''Neden benim ülkemi böyle düşünen, yöneten yok? '' diye. Şehir merkezindeki insanla, merkezden km.lerce uzaklarda köylerde yaşayan insanlara aynı hizmetin gitmesini hayranlıkla ve kendi ülkem adına esefle geziyor, dolaşıyordum.

Gelişmiş ve çok düzenli bir memlekette olmanın avantajlarıyla harika bir rahatlık ve konfor içinde doğan bebeğimizin kucağıma verilişiyle değişen ruh halimi, kaleme dökememenin acizliğini yaşıyordum. Bir yandan anneanne olmanın getirdiği bir konumu içime oturtmaya çalışırken, öbür yanda düzgün yönetilen bir ülkenin insanlarının huzur ve güven içinde yaşayışlarının bir gözlemcisi durumundaydım adeta.





Bebeğimizin annesiyle uyum içine girip rahatlamasıyla, benim de Sydney’i gezip görme dürtülerim uyanmıştı. Anlatılan güzellikleri birebir görmek istiyordum doğal olarak. Hafta içinde fırsat buldukça eve yakın yerlerde dolaşıyordum. Kızımın oturduğu ev Parramatta Nehri kenarlarına yakın olduğu için ilk olarak buradan başlamıştım gezintiye. Parramatta Nehri kenarlarında gezinti ve yürüyüş için çok güzel mekânların bulunması benim için bulunmaz nimetti. Hafta içi hemen her gün o güzelim yörede hem yürüyor hem inceliyordum sosyal ve doğal dokuyu. Cadde sokaklarında, çarşılarında geziyordum... Yarım buçuk İngilizcemin yetmediği zaman beden dilim devreye girince alış-veriş yaparken çok komik şeyler oluyordu. Gördüğüm her tabelayı zihnime yazmaya çalışarak, yolumu kaybetme riskimi azaltıyordum gittiğim ilk günlerde. İnsanlarının son derece sıcak, güler yüzlü ve medeni oluşları güven içinde huzurlu bir tatil yaptırdı bana. Ömrümün en uzun ve en güzel tatiliydi benim için.

Güney yarım kürede yer alan Sydney’e eylül ayında, ilkbaharın uyandığı mevsimde gelmiş olmam pek çok güzelliği yaşattı bana... Yeşilliği coşturan iklim ve mevsimin yanında, insan rahatlığını ve huzurunu hedef alarak kurulmuş olan şehrin yaşam kalitesi oldukça yüksekti. Tüm evler, villalar harika bahçeleriyle huzur içinde bir görünümdeydiler. Bir gün yağmur yağarken ertesi gün denize girilebilen veya gün içinde bile değişebilen bir hava durumu içinde de olsa havasının temizliği her şeye değerdi doğrusu. Çünkü sanayi bölgesi şehrin oldukça dışında olduğundan tertemiz okyanus havasını kirletecek hiç bir etmen yoktu bu şehirde.

Şehir Merkezi (City Center)
Pek çok liman ve koylara sahip olan Sydney’de Pasifik Okyanusu’ndan karanın içlerine kadar giren Sydney Limanı ile Parramatta Nehri’nin kavuşum yerine yakın, harika bir manzarada kurulmuş olan şehir merkezi, inanılmaz bir güzelliği bağrında barındırıyor. Limanlar, koylar, sahiller, plajlar kenti olan Sydney’in şehir merkezi de başlı başına bir değerler manzumesiydi bence. Opera Binası’nı geziyorum önce, müthiş bir tabiat manzarası eşliğinde… Denizin içine doğru çıkmış ve denizden oldukça yüksek bir seviyede kurulmuş olan Sydney’in sembolü Opera Binası’nın çok değişik ve güzellikteki mimari yapısını hayranlıkla izledim. Çevresinde dolaşırken önce hangi tarafa bakayım diye seçim yapamama acizliğine düştüm desem yeridir. Bembeyaz dev bir kuşun kanatlarının çırpınışına benzetiyorum binanın mimarisini.





Çevresinde dolaşırken küfül küfül esen rüzgârın getirdiği tatlı okyanus ferahlığı ile bir tarafında devasa Harbour Köprüsü’nü, diğer taraftan okyanusa doğru boğaz gibi açılan liman üzerinde onlarca gelip giden vapurlar, yatlar, yelkenler izliyoruz. Diğer tarafında Royal Botanik Bahçesi’nin zümrüt gibi yeşilliğinin hemen yanında devasa plazaların yer aldığı şehir merkezinin görüntüleri arasında ruhumun uçuştuğunu hissettim… İnanılmaz güzellikte, dehşet bir manzara vardı karşımda. Kızıma diyorum ki çocuk şımarıklığı içinde: “Siz gidin beni burada bırakın, ben burada yatacağım! ”. Gülüyorlar: “Dur anne! Daha ne güzellikler göreceksin bu memlekette, bunlar daha ne ki! Sen kim bilir neler yazacaksın buraları gezdikçe” diyorlardı.

Gece gezmenin apayrı bir güzelliği var şehir merkezinin… Kartpostalların üzerinde yaşayan hayal dünyası gibiydi ama gündüz seyretmek daha bir hoş geldi bana.

Dünyanın en yüksek köprüsü olma özelliğini taşıyan (Hourbour Bridge) Liman Köprüsü’nün yapısı hayli ilginçti. İki kattan oluşan köprünün alt katından oto yolu, tren yolu ve yaya yolu olmak üzere üç tür yol geçiyor. Tabi ki yaya yolu en kenarda olduğu için harika bir manzara eşliğinde yürüyüş yapmak mümkün. İntihar vakasının oluşmaması için göğüs hizasına kadar demir parmaklık ve belli aralıklarda güvenlik için polislerinin bulunması bu ihtimali yok etmiş. İkinci katı ise köprünün üzerinde derin bir yay çizerek yükseliyor ve sadece turistik amaçlı kullanılıyor. Bu yol üzerinde yürümek isteyenler ücret karşılığında yürüyor. Demir halatlara belinizden kelepçelenerek bağlanıyorsunuz. Sıkı emniyet tedbirleri eşliğinde dağa tırmanır gibi köprünün yay şeklindeki üst katına tırmanarak limanla nehrin kavuşum manzarasını ve şehrin dehşet güzellikte yeşillik ve yapılarını çok daha yükseklerden seyredebiliyorsunuz. Okyanustan gelen rüzgârın tatlı esintisi de insanın içine apayrı bir mutluluk katıyordu.





Royal Botanik Bahçesini gezmek için bir günümüzü ayırmıştık. Çok büyük olduğunu söylediler. Opera binasının önünden geçerek girdiğimiz bahçenin şirin ruhu hemen sarıp sarmalamıştı benim yeşil seven ruhumu. Sol tarafımda İstanbul Boğazının daha bir genişletilmiş halini anımsatan okyanus manzarasıyla birlikte bahçenin derinliğine doğru ilerledikçe cennet ötesi bir yere gelmişim hissi uyandırdı içimde. Olamaz böyle bir güzellik diyordum kendi kendime. “Rabbim buralara daha mı çok özenmiş ne? ” diye acılıyor gözlerim. Ama kıymet bilen insanlara da helal olsun. O muhteşem bitki örtüsünü korumak daha da güzelleştirip insan yaşamına sunmak için, yaşatmak için nasıl akıllıca tedbirler alınmış. Yürüme yollarının ve ağaçların dışında kalan her santimetre kareyi çimlendirip çiçeklendirmişler. Havuzların içinde dev yapraklı nilüferlerin, güzelliklerini sergilemek için köpüren çiçeklerin, ağaçların mutluluğu yüzlerinden okunuyordu. Her biri birer ilahi şemsiye niteliğinde olan devasa tropikal ağaçların, palmiyelerin hiç biri ihmal edilmeksizin bebek gibi korunmuş olduklarını gördüm. Saatlerce her köşesinin seyrine doyamadan, tadı damağımda kalarak gezdiğimiz Royal Botanik parkından, ileriki günlerde yeniden gelmeye söz vererek ayrıldık. Daha sonra Mckell ve Nielsen gibi birkaç nasyonal park daha gezdik. Hepsinin de aynı bakım, itina ile aynı estetik ruhu ve insanlığa hizmet aşkı ile donatılmış olduğunu hayranlık içinde gezdik gördük.

Gezimizin birinde, Botanik Parkın az ilerisinde resim ve heykellerin sergilendiği Art Galeria'yı (sanat galerisi) gezdik kızımla. Dünyanın her yerinden getirilen çok sayıda resim ve heykeller sergileniyor burada. Müzenin mimari yapısından, sergilenen eserlere kadar her şey çok hoştu. İlgi alanıma da girdiği için buradaki eserlerin fotoğraflarını çekip kameraya alabildim fakat Aborjin sanatlarına ayrılan bölümde fotoğraf çekmeme izin verilmedi. Sebebi de Aborjin halkına saygıdanmış. Aborjinlerin mistik inanışlarından kaynaklanıyordu sanırım. Aborjinlerin el sanatları ve resimleri de oldukça ilginçti. Genellikle noktalardan oluşan renkli desenler çiziyorlar tüm el işlerinin üzerine.

Monorail (Mini Tren)
Sydney’in şehir merkezinde sayısız gezinti yapacak, görecek çok şey olduğunu söyleyebilirim. Şehrin üzerinde tek ray sistemiyle gezinti yaptıran mini tren (monorail) ile şehrin üzerinde dolaşmak apayrı bir güzeldi… Trene bir kere bilet alıp binince istediğin zaman inebiliyormuşsun… Bunu duyunca kızıma: “Ayaklarım dinlenene kadar tur atalım. Şehri böylece daha iyi görmüş olurum” dedim. Şehrin üzerinde kaç tur attığımızı hesaplamadım. Kızımla birbirimize yaslanarak hem konuşup hem de fotoğraflarını çekerek döndük de döndük! Oh ne güzel sohbet yeriymiş. Hem şehri yukarıdan seyret, hem de sohbet et arkadaşınla!





Dev plazaların orta katları hizasında caddeler üzerinden geçiyoruz. Darling Limanı, Sydney Limanı üzerinde turlar atarak o tatlı yaşam meydanını izlemek oldukça keyifliydi.

Darling Limanı
Sydney Limanı’nın yakınında yer alan küçük ama doyumsuz güzelliğe sahip olan Darling Harbour'la (Sevgililer Limanı) Sydney Limanı arasında bir kaç defa yat gezisi yaptık. Darling Limanı’nın güzelliğini anlatmak, seyrine doymak mümkün değil. Limanın çevresinde oldukça hareketli bir yaşam var. Liman çevresinde çok güzel otel, restoran, kafe, akvaryum ve sinemaların dizilmiş olması burayı çok canlı tutuyor. Sydney’in en kalabalık yeri denebilir. Akvaryumdan su altındaki hayatı izleyip elvan çeşit balık ve deniz hayvanlarını, özellikle köpek balıklarını yakından görmek hem ürpertiyor tenimi hem de ilahi gücün sınırsız model ve şekillerini düşündüren okyanus altı yaşamını birebir takip etme şansına sahip oluyordum. Limanda ki hareket kadar insanların saygısı dikkatime takılıyor. Kalabalık içindesiniz ama asla kargaşa, gürültü, uygunsuzluk v.s. yaşamıyorsunuz. Medeniyet seviyesi bu olsa gerek. Avurstralya’nın kuruluş gününde bu fikrim daha da pekişmişti. Onların en önemli günlerinde uluslar arası boyutta oldukça kalabalık arasındaydım ama ne bir sıkıntı yaşadık, ne sıkıldık, ne de huzurumuzu bozan küçük bir olay yaşadık.





Şehir merkezinin içinde yer alan Hyde Park içinde devleşmiş palmiye ağaçlarının gölgesinde Afrikalı zenci kadınların çılgın danslarıyla kutladıkları kendilerine özgü etkinliklerini izlerken benim de dansa katılasım gelmişti… Öyle kendilerinden geçmiştiler ki, simsiyah derilerini dikkate sunmak için ilginç kıyafet ve takılarıyla, yorulmak bilmeyen kıvrak bedenleriyle ilgi topluyorlardı. Hayli ilginç kadınlar vardı burada… Hintli kadınlar da ayrı bir renk cümbüşü içindeydiler zaten.

Anzak Anıtı Ve Çanakkale
Hyde Park'ın içinde gezerken Anzak Anıtı’nı görür görmez daldım hemen içine tabi ki... Bu anıtı gezerken çok duygulu anlar yaşadım… Zaten Çanakkale sözü geçer geçmez ağlayan bir insanım. Tam üzerine düşmüştüm... Anıtın içinde Anzak askerlerinin Gelibolu’yla ilgili tüm hatıraları sergilendiği gibi ekranlardan 1915 yılında Anzakların savaşa gidişleri, Gelibolu’ya çıkışları, çarpışma sahnelerinin kamera görüntüleri monitörlerden yayınlanıyordu... Hayret ettim yine. O yıllarda Anzak askerlerinin ellerinde kameraları varmış. Savaşa katılan askerlerin 95 yıl öncesinde bile konserve kavanozlarıyla her türlü gıdaları temin ediliyormuş. O yıllara ait resimlerden de anlaşıldığı gibi askerlerin kıyafet ve teçhizatları oldukça bol ve kaliteliymiş. Bizim Mehmetçik ise üzüm hoşafıyla kuru ekmeği bile zor bularak çarpışmış yavrucaklar... Çok hüzünlü sahneler vardı orda... Anıttan ayrılırken gözlerimde yaş vardı.





Aborjinler
Avustralya'nın asıl yerlisi olan Aborjinlere limanda rastlamak mümkün... Koyu renkli tenlerini pek kapatmak istemeyen vahşi görünümlü Aborjin erkekleri, yüzlerine ve vücutlarına beyaz boya ile çizgi çizgi desen yaparak, ilginç takılarıyla çok vahşi bir görünüm içinde, yol kenarında gelen geçen turistlere gösteri yapıyorlar. Ellerinde kendilerine özgü iki metreye yakın uzunlukta borazana benzeyen Didjerido denilen, ''dooot'' diye kalın bir ses çıkaran geleneksel müzik aletini çalarak sanat icra ediyorlar ve turistlerle fotoğraf çektirerek hayatlarını kazanıyorlar...

1700 lü yıllarda İngiliz asıllı insanların buralara gelerek bambaşka bir dünya kurmaları biraz kanlı olsa da bu ülkenin asil sahipleri olan Aborjinlerin, Avustralya Yasaları önünde şimdi her konuda üstün hakları ve öncelikleri varmış. Buraların ilk sahibi olmaktan öte hiç bir özelliği bulunmayan bu insanlar şehirlerde pek yaşamıyorlar. Ülkenin iç kısımlarında, bu kadar gelire ve haklara sahip olmalarına rağmen hâlâ ilkel yaşamlarını sürdürüyorlar… Büyük bir yüzdesi de uyuşturucu kullanıyormuş zaten. Söylentiye göre devlet özellikle onları maddi manevi yönden destek vererek ülke yönetiminden uzak tutuyormuş... Aborjinlerden okuyan, ticaret, siyaset hayatına atılan pek yokmuş...






Asyalılar ve Türkler
Bir tarafta Avrupalıların bir tarafta Hintlilerin başka bir tarafta Çinlilerin, Zencilerin, Arapların, Türklerin açtıkları stantlarda yöresel ve kültürel özelliklerini taşıyan eşyaları gezmek, restoranlarında -yiyebilirsen- yemek yemek(!) çok güzel oluyor... Biz sadece Arap ve Türk lokantalarında ancak lezzetle yemek yiyebiliyorduk. Bir defasında da Tayland yemeğini rahatlık içinde yemiştim. Çünkü sebze ağırlıklı idi. Diğerlerinin kokusu ve içine konulan malzemelere alışkanlığım olmadığı için asla tatlarına bakmadım. Türk marketlerinde Türk marka ve ürünleriyle dolu olan raflar var şükür ki. Adım başı diyebileceğim kadar Türk kebapçı ve dönercileri var burada. Türk el sanatlarıyla otantik bir şekilde düzenlenmiş olan Mado dondurmacısında baklava ve su böreği bulma imkânının olması da çok güzel bir duyguydu benim için.

Avustralya’nın ağırlıklı nüfusu olan İngiliz asıllı insanlar kendilerine Avusturalyan anlamına gelen AUSSİE (Ozi) diyorlar. Bu insanların temiz ve medeni davranışları, sıcaklık ve dürüstlükleri dikkat çekici gerçekten. Bizim tarih derslerimizden öğrendiğimiz soğuk ve menfaatperest olarak bildiğimiz İngilizler buraya gelince gen değiştirmişler sanki!





İnsan haklarının, fırsat eşitliğinin ve gelir dağılımının adaletli verilmesinin getirdiği rahatlık ve huzur, insanların yüzlerine öyle yansımış ki herkesin birbirine gülerek bakışını her yerde müşahede etmek mümkün bu şehirde. Ekonomik gelir seviyesinin üstünlüğü, kontrol mekanizmasının duyarlı çalışması, caydırıcı cezaların yüksekliği toplumun suç oranını oldukça düşürmüş. Maddi ve insani huzur ve güvenin üst seviyede oluşunu hayranlıkla dinliyor ve görüyordum. Geneli Avrupalı ve Asyalılardan oluşan nüfusun kalabalık olmayışı ve insanların kurallara riayet etmesiyle gittiğimiz her yerde bir sükûnet ve düzen görüyorum. Trafikte korna sesi duymak, toplu mekânlarda insan gürültüsüyle kulak tıkamak, karmaşa yaşamak, pislik ve çöp atıntısı görmek diye bir şeye rastlamadım kaldığım sürece. Arap ve Hintlilerin ülkeye gelmelerinden sonra hırsızlık ve suç oranının arttığını çok kişiden duydum ne yazık ki! Dil, din, ırk ayrım hissine kapılmadan yaşanılan en huzurlu yermiş burası… Kiliselerin çok sık olması dikkat çekse de insanlar her konuda oldukça serbest ve rahatlar… Hintlilerin açık havada toplanarak toplu ibadet ettiklerine çok kez rastladım. Yöresel, milli ve dinî kıyafetleriyle dolaşan insanlar içinde en fazla Hintli ve Araplar vardı.

Sahilleri
Her hafta sonu bir köşesine zaman ayırıyoruz... Öyle bir tabiat ki, sadece Sydney şehrinin sınırları içinde onlarca, hilal biçiminde yan yana dizilmiş koylarında plaj ve kumsallar gezdik haftalarca. Bir o kadar da park ve gezinti yerleri dolaştık. “Gezmek ile bitmez anne! ” diyor Volkan: “Gel vizeni uzatalım da hepsini gezdirelim sana” diyor. “Hepsinin tadı aynı nasıl olsa oğlum, ne size ne de bu şehre doyamam” diyorum.





Bir hafta sonu Manly Sahili, bir hafta Coogee Sahili, diğer hafta Cronulla, Brington, Belmoral, Wetsons Bay, Bondi ve isimlerini hatırımda tutamadığım onlarca sahillerinde gezdik, eğlendik, temaşa ettik Eda bebeğimiz izin verdiği müddet içinde. Tüm kumsal ve sahillerin hepsi birbirinden güzel olsa da özellikle eni bakımından dünyanın en geniş sahili olma özelliğine sahip olan Bondi sahili ve bölgesi tek kelimeyle harikaydı. Mavinin tüm tonlarını güneş ışıkları altında ılık okyanus meltemi eşliğinde seyrederken zaman dursun istiyor insanın içi.

Köpük köpük coşarak gelen dev okyanus dalgalarının kumsala gelip vuruşunu izlemek için kıyı boyunca yüzlerce metre uzayıp giden yürüyüş yollarında gezerken, diğer yanımızda da bin bir yeşillik ve renkler içinde değişik mimari özelliklerde yapılmış cıvıl cıvıl villaları izlemenin tadı dehşet gerçekten. Allah bu dehşet güzelliği yaratırken onun kıymetini de bilecek insanlar göndermiş buralara. Her ne kadar mazisi hakkında kötü şeyler yazılıyor olsa bile sonuca bakarak güzel şeyler söyleyip hakkını teslim etmeliyiz bu milletin diyorum.





Kilometrelerce kıyı boyunca, başka bir gün kilometrelerce kuzey kısımlara doğru yolculuk yapıyoruz. Çocukların tatil veya izinli oldukları günlerde başka şehirlere gezinti yaptık... İhmal edilmiş, atıl bırakılmış tek santimetre karelik yer olmadığı gibi şehrin içlerinde ve dış kısımlarında adım başı gayet zevkli ve konforlu mesire yerleri, gezinti yerleri, yeşil sahalara, parklara yer verilmiş olduğunu görüyorum. Her kumsalın içinde plaj için gerekli olan duş, tuvalet, dinlenme, piknik ve yürüyüş yapma bölümlerinin temizliği takdire şayan doğrusu… Bizim cami tuvaletlerine bile burnumu tutmadan giremediğimi düşündükçe üzülüyordum şahsen (istisnaları çok az da olsa var tabii ki) .

Çocuklar Ve Özürlülere Gösterilen Özen
Eda bebeğimiz de bizimle birlikte Sydney’i adım adım geziyor… Kâh çocuk arabasında, kâh kucağımızda bazen sahilde bazen göl ve nehir kıyısında bazen de dağ ve orman yollarında geziyoruz. Her zaman özel aracımızla değil bazen de ulaşım araçlarını tanımak amacıyla otobüs ve tren ile gezinti yaptık. Hiç bir yerde sıkıntı çekmedik. Çünkü her şey ilk önce çocuklar ve özürlüler için tasarlanmış. Asla ihmal edilmemiş. Otobüsler, trenler, yollar, gezinti yerleri, eğlence yerleri, alış-veriş merkezleri ve tuvaletlerde mutlaka bebekler ve özürlüler için bir kolaylık bulunuyor. En dikkatimi çeken şey ise şehrin tüm trafik lambalarında yayanın beklememesi için yeşil ışık düğmesinin bulunması ve yeşil ışık yanışından sonra “Çang! .. Çang! .. Çang! ..” diye körler için uyarı sesi geliyor olmasıydı... İstanbul’un henüz birkaç merkezinde bulunan bu özellik kırklı-ellili yıllardan beri buranın en ücra köşelerinde bile bulunuyormuş.





Bu kadar hayranlık uyandıran devasa yapılaşma ve teknolojik gelişmişliğin tarihçesine baktığımızda üzüldüm doğrusu… Devasa köprünün, yolların, şehrin altındaki birkaç katlı ve 36 peronluk tren yolu ağının yapılış tarihlerinin kimisi bizim cumhuriyetimizle, kimisi cumhuriyetin çok öncesine dayanıyor... Bunlar çağ atlarken, bizim henüz büyük şehirlerimizin yolu, suyu ve elektriği yoktu belki de…

Hayvanat Bahçesi
Sydney'de gördüklerimin içinde yine hoş bir yer vardı; hayvanat bahçesi.
Sadece Avustralya'ya ait olan hayvanları yakından görmek, onlara yem vermek harikaydı bence… Kanguru yavrularına külahla yem yedirdim. Okaliptüs ağacının uyuşturucu özelliği olan yapraklarıyla beslendikleri için ağaç dallarının üzerinde uyuklayan kualaların yumuşacık tüylerini okşadım... Elvan çeşit kuş, balık, deniz hayvanları ve sürüngenler... Tazmanya canavarı, pelikanlar, penguenler, timsahlar, rengârenk papağanlar, kanatlarıyla gösteri yapan muhteşem tavus kuşları, yılanlar vs. daha aklıma gelmeyen yüzlerce hayvan… Saydığım hayvanların hemen çoğu serbest geziyorlardı… Ziyaretçilerden kaçmayışları çok hoş bir ortam oluşturuyordu... Hele ''emo'' denilen bir tür deve kuşu vardı ki onunla bayağı ahbap olmuştuk... Alışık olmadığımız hayvanları yakından tanımış olmak hakikaten çok zevkliydi...

Hülasa, bu şehirde insanı sarıp sarmalayan çok hoş bir büyü vardı. Sanki huzur büyüsüydü… Gözlerimle görüp yaşayınca anladım buraya gelenlerin neden dönmek istemediklerini. Haklıydılar… Üzülerek söylüyorum, kendi ülkelerinde olmayan pek çok güzellik, hak hukuk, insanlık burada vardı gerçekten. Kaldığım sürece konuştuğum Türklerden dönmek isteyenine veya oradan şikâyet edenine rastlamadım. Ama yine de ülkemizi özlüyor. anlatırken gözleri doluyordu hepsinin de.






Mavi Dağlar
Bir gün Blue Maunts'a (Mavi Dağlar) çıktık çocuklarla. Şehirden bir buçuk saatlik uzakta olan dağa çıkarken seyrettiğim manzarayı tasvir etmemin zaten imkânı yok. Her ne kadar kamera ve fotoğraflarla güzelliği yansıtmaya çalışsam da o muhteşem tabiatı çıplak gözle seyretmenin tadını vermiyor. Dağ demeye şahit lazım. Kilometrelerce yol almamıza rağmen hiç kıvrımı olmayan son derece bakımlı otoban yoldan çıkıyoruz dağ dedikleri yerlere. Benim asıl hayranlık duyduğum şey; dağların, ormanların, ücra köşelerin bile her metre karesine adil bir şekilde uzanan devletin şefkatli eline oldu. Büyük şehirde gördüğümüz her şey dağda da var, köyde de… Sağlı sollu yol boyunca yan yana birbirinden güzel villaların güzelliği karşısında hangi birinin resmini çekeceğimi şaşırıyorum. İstisnasız her villanın önünde itina ile peyzajı düzenlenmiş harika ağaçlar ve çiçekler başımızı döndürüyor. Birbirine yakın mesafelerde insanlar için tabiatın içinde dinleneceği, huzur bulacağı çok geniş park ve piknik yerleri buralarda daha da çoğalıyor. Günlerdir şehrin her cadde ve sokaklarında gördüğüm ev ve bahçelerinin aynı güzellik ve çeşitliliği, dağın tepesindeki köy demeye şahit lazım olan yerlere kadar devam ediyordu. Doyumsuz güzellikler arasında ilerleyerek tepeye ulaştık. Arabamızdan indiğimizde bizi müthiş bir dağ kokusu ve ferahlığı karşıladı. Çok fazla yüksek olmayan, bir birini kıvrılarak takip eden sıradağları, bir tepesinden diğerlerini seyretmek için yer düzenlenmiş. Turistik bir yer olan tepe noktasından diğerlerine baktığımız zaman sıkça kaplı ormanların mavimsi bir renk almasından dolayı Mavi Dağlar dendiğini öğrendim. Alçalıp yükselerek birbiri ardınca uzanan dağların üzerinde kaplı duran, yemyeşil ormanların yukarıdan görüntüsü balta girmemiş gibi görünse de, içlerinde kilometrelerce uzayıp giden yürüyüş yollarında ilerlerken beni hayrete düşüren bir şey daha vardı. Yürüyüş için ayarlanan yollar asla bitki örtüsüne zarar vermeyecek şekilde ayarlanmıştı. Dağları seyrettiğimiz tepenin hemen yanında bizim peri bacaları tipini andıran, oldukça yüksek üç tane kaya yan yana duruyor. Three Sisters (üç kız kardeşler) adı verilen bu kayaların efsanevi bir hikâyesi varmış. Taşlaştığına inanılan bu kardeşlerin hikâyesini yazılı olarak anlatan tabelalar asılıydı. Ve çevresini ziyaret etmeye gelen turistler bir hayli kalabalıktı. Teleferik ve trenle orman içinde tatlı turlar atmak mümkün. Ayrıca belediye otobüsleri ile dağların gidilebilen her yerine turlar yapılıyor.

Dağların, ormanlarının içi, dışı, köyü, şehri istisnasız temiz ve düzenli idi.






 Yazılan Yorumlar...
zeynep akkaş
(22 Ocak 2012)
bayıldım çok görmek isterim inşalah oğlum dil kursuyla gidecek o zaman bizde görürüz inşallah
Yaşar AKSU
(12 Nisan 2011)
Kıymetli hemşehrim Asuman hanım,

Güzel yazılarınızı zevkle okumaktayım. Elbistan Gazetesindeki köşe yazılarınız çok güzel... Değişik bir renk kattınız... Son SYDNEY gezi notlarınız ve fotograflarla adeta bizleri de oralara taşımış ve tanıtmış oldunuz...

Ailecek selam ve sevgiler...
12.04.2011 11:15
NEŞE
(26 Mart 2011)
Yaşım uygun olsaydı,Avustralya ya göçmen olarak giderdim diye düşündüm yazınızı okurken...Ne güzel gezmiş,ne güzel anlatmışsınız,uygarlık göstergeleri tam da sizin anlattığınız gibi olmalı,eşitlikler ve fırsatlar böyle dağıtılmalı yurttaşlara...Ama nerede o günler...
hakangeziyor
(20 Mart 2011)
Keyifli anlatımınız için teşekkürler...
Kaleminize sağlık...
Erdin İVGİN
(20 Mart 2011)
Bu güzel yazınızı keyifle okudum. Aramıza hoşgeldiniz.
Kaleminize sağlık...
Ferudun Babacan
(20 Mart 2011)

okyanus ötesindeydim ama yüreğim seninleydi inan ki sevgili vatanım
En çok burayı beğendim.
Avusturyaya henüz gidememiş iken Avustralyaya gitmek,
Nasıl bir duygu olsa gerek?
Emeğinize sağlık.