Otobüs dümdüz arazilerin üzerine kurulu ve yer yer kenarları ışıklandırılmış boş bir yolda ilerliyor. Aşağıdaki haritadan da anlayacağınız gibi yolumuz bir hayli uzun. Yol lambalarının yarı aydınlık ışığında karanlığı yarıp son gaz ilerlerken kendimi Need For Speed oyununu oynayan birinin ekranına bakıyormuşum gibi hissediyorum. Yol güzergahının dağlık olmaması beni oldukça rahatlattı, umarım böyle devam eder.
Az sonra otobüs ikramlarını yapıyorlar arkasından da videoya İstanbul’da çekilmiş İran yapımı bir film koyuyorlar. Umut, bu filmin bizim için özellikle seçildiğini düşünüyor. Kah yola kah filme bakarken bir gün daha sona eriyor.
Kerman otobüsünde beraber yolculuk yaptığımız bu insanların oldukça rahat tavırları dikkat çekmekte. Yan tarafımızdaki koltukta oturmakta olan gençlerden biri ayaklarını önündeki korkuluklara dayamış, otobüs muavini de aynı şekilde. Araç şoförü de önündeki yola bakmaktan ziyade videoda oynayan filmi izleme çabası içerisinde. Şoför burnunu karıştırmaktan ve filme bakmaktan fırsat buldukça önünde uzanan yola bakıyor. Bu halde iken ilk mola yerine geliyoruz. Burada mola durumu biraz da şoföre bağlı, onun paşa gönlü ne zaman isterse molayı o zaman veriyor.
İlk molamızda otobüsteki yolculardan biri olan ak saçlı orta yaşlı bir abi bizim masaya oturuyor ve başlıyor bize bir şeyler anlatmaya. İngilizce tek tük kelimelerin dışında pek bir şey bilmediğinden cebinden çıkardığı Esfahan’da bir sigara firmasına ait olduğu üzerindeki antetten anlaşılan boş kağıda yazmaya başlıyor. Genelde şekillerle anlatıyor anlatmak istediğini.
Kendisi Esfahan’da bir tütün şirketinde çalışıyormuş. Kerman’a sigara ile alakalı bir konferansta bulunması için çalıştığı şirket göndermiş. Yolculuk güzergahımızı öğrendiğinde bize Esfahan, Kerman, Zahedan ve Pakistan hakkında faydalı bilgiler veriyor. Mesafeleri söylüyor. Bu mesafelere hangi araçlarla, ne zaman, nasıl gidebileceğimizi anlatıyor. Kerman’ın güvenli bir yer olduğunu, ama Kerman’dan sonra Pakistan’a doğru, Zahedan’da dahil olmak üzere pek güvenli olmadığını, buralarda gece yolculuk yapmamamız gerektiğini, paramıza pulumuza mukayyet olmamız gerektiğini belirtiyor. Dolandırılmamamız için bize otobüs bilet ücretlerini söylüyor hatta ve hatta mola yerinden aldığımız suyun fiyatlarını bile söylüyor. Normalde 1000cc=1L diyor ve 1500cc su = 1,5L su = 250T diyor. Ama burası mola yeri olduğundan 1,5 L su = 300T diyor. (Küçük bir hatırlatma; 1 $ = 920T) Ayrıca Riyalden ve Tumen’den de bahsediyor. Eğer Esfahan’a bir daha gelirseniz beni arayın diyerek adres ve telefon bilgilerini de veriyor. Hatta biraz mahçup ve heyecan içinde ben sizi gezdiririm para da mühim değil diyor. Ve ailesi ile beraber kaldığı evde konaklayabileceğimizi, bundan memnuniyet duyacağını söylüyor. Ve üzerindeki mp3 playeri çıkartarak bize buradaki Türkçe parçaları hem gösteriyor hem de dinletiyor aynı heyecan içinde.
Bu sıcak, samimi ve yardımsever abimiz yok denecek kadar az İngilizce bilmesine rağmen Esfahan tren istasyonundaki hatun görevlinin bir saatte veremediği bilginin iki katını 15 dakikada bu mola yerinde veriyor. Ah be abim biz Esfahan’da iken sen neredeydin!
Mola bittiğinde yola devam ediyoruz. Ve Yezd’e ulaştığımızda sırt çantalı bir gezgin olduğu her halinden belli olan bir arkadaş otobüse biniyor. Ama öyle bir yüz ifadesi var ki, sanki bir şeyler onu çok korkutmuş. Gecenin bir vakti otobüse binmek nereden aklına geldiyse artık…
Yezd’de durduğumuz birkaç dakika içinde kuruyemiş vs. satan bakkalımsı bir yerden kuruyemiş almak istiyorum ama çekirdek haricindekileri pek tanımıyorum. Şu bademe benzeyenlerden 600T verip alıyorum. Ama yemeye çalıştığımda onların badem olmadığını anlıyorum. Tuzlanıp, fırınlanmış iri karpuz çekirdeklerini andırıyor. Bunlara İran’daki kuruyemişçilerde bol bol rastlamıştım ama pek yenecek türden bir şey değilmiş. Kabuğunu düzgün çıkaramıyorsunuz hemen ağızda parçalanıyor. Umut, kabukları ile beraber biraz yedi ama ben yiyemedim. Bu arada İran’daki ilk palmiye ağaçlarını burada görüyorum. Yolcu aldığımız bu meydanın çevresindeki tek katlı ilginç yapılarla bu palmiyeler hoş bir görüntü oluşturuyor, gecenin bir yarısı sokak lambalarının aydınlattığı bu loş ortamda.
Yarı uyanık yarı uyur devam ettiğim yolculuğumun bu saatlerinde otobüs yine bir yerde duruyor. Sanırım şoförün tuvalet ihtiyaç molası. Yanımdaki koltukta uyuyan Umut’u sarsmamaya çalışarak aşağıya iniyorum. Burada yaşadığım 15 dakikayı Stephen King’in yaşamasını isterdim, harika bir gerilim-korku romanı çıkarırdı…
Saat gece 04.00 gibi. Hava gayet soğuk, ayaz mı ayaz. Palmiye ağaçlarının çevrelediği bu pis ortam içerisinde yarı inşaat görünümüyle sırıtan bir yapının dibinde, kovaların içine yaktıkları ateşle ısınmaya çalışan birkaç insan görüyorum. Isınmak için yaktıkları ateşin yanındaki bir diğer ateşte de süt olduğunu düşündüğüm bir şey kaynamakta. Bu sıvı kazanının başındaki ihtiyar kapağı kaldırıp bu sıvıyı ara ara karıştırmakta. Bu arada ben de kovanın içinde yanan ateşin başında hem ısınmaya çalışıyorum hem de bu enteresan ortamı yarı uykulu halimle anlamaya çalışıyorum. Biraz sonra giyim ve görünümüyle sanki eski zamanlardan çıkmış gibi iri yarı biri bu sıvıdan iştahla bir tas içiyor. Bu arada tuvalet ihtiyacımı gidermek için yarı karanlık, etrafa pis kokular yayan hemen yanıbaşımızdaki yapıya girmem gerekiyor ama korkuyorum. Sonra birkaç kızın son derece rahat bir tavırla bu yapıya girdiğini gördüğümde ben de cesaretleniyorum…
İçeriye girdiğimde hemen karşımda koca bir fare tuvalet bölümlerinin olduğu yere doğru depar atıyor. Artık parmaklarımın ucunda ilerleyerek bu tuvaletlerden birinin kocaman kapısını aralıyorum. Hayatımda böyle bir tuvalet görmedim. Burada tuvalet ihtiyacımı giderebilmek için şimdiki kalıbımdan 4-5 kat daha iri bir yapıya sahip olmalıyım. Bu ürkütücü, pis kokan garip yerden tuvalet ihtiyacımı gideremeden çıkarken bir de kızlar tuvaletine bakayım diyorum. Orasıda aynı ama oranın çıkışında bir varil var. Meraktan bakıyorum ve… yazamayacağım!
Burayı hemen terkediyorum ve otobüse biniyorum. Otobüse bindiğimde hemen uyumuşum. Kerman’a gelmek üzere iken uyanıyorum. Bizim ak saçlı orta yaşlı abimiz saatini göstererek şoförle tartışmakta, sanki “neden bu kadar geciktik”, “neden bu kadar çok mola verdin” demek istemekte.
Sabah saat 07.00’de Kerman terminaline indiğimizde Zahedan’a hareket etmek üzere olan bir otobüsü farkediyoruz ve hemen biniyoruz. Kerman’a kadar kulaklarımda bir sorun oluşmamıştı. Ama Kerman’dan sonra Zahedan’a kadar kulaklarım ara ara ağrıdı. En ufak bir engebe olmayan bu dümdüz arazide yol alırken neden ağrıdılar anlamadım…
Kerman’dan itibaren hava sıcaklığı hissedilir derecede artıyor. Buralar tamamen çöl. Dolayısı ile çöl iklimi hakim. Gündüz çok sıcak gece ise çok soğuk. Ara ara palmiye ağaçlarının çevrelediği köyler geçiyoruz. Kerman’dan sonra artık o alıştığımız İran gitti, yerini bambaşka bir kültür ve iklim almaya başladı. Ve bununla birlikte sefalet. Ara ara gördüğümüz kasaba ve köylerde insanlar nasıl yaşıyor, şaşırmamak mümkün değil. Birkaç palmiye ağacının çevrelediği bu çölün ortasındaki yapılar sefil….kıyafetler sefil…yaşam sefil…herşey sefil…
Artık bu güzergahta yolda çokça askeri çevirmelerle karşılaşıyoruz. Ve saat 16.00 gibi Zahedan’a ulaşıyoruz. Terminal’e girmeden yolun kıyısında iniyoruz. İran-Pakistan sınır kapısının 16.30’da kapandığını biliyoruz, ayrıca da yorgunuz. Konaklamak için bir otel bulmamız gerekli. Ama elimizde hiç otel ismi yok…
Eldeki bilgilere göre Zahedan’a gelen sırt çantalı gezginler burayı transit geçiyor, konaklamıyorlar. Bu yüzden kaynaklarda da otel ismi geçmemekte bu tekinsiz yere ait. Otobüs saatlerini iyi hesaplamadığımızdan tam sınır kapanmak üzere iken ulaşıyoruz buraya, maalesef…
Otobüsten indiğimiz yerin az ilerisinde polisler mevcut, Umut, kalacak yer hakkında onlardan bilgi almak üzere yanlarına gidiyor. Ben ise önümden geçmekte olan taksilerden birini durduruyorum ve bizi ucuz bir otele götürmesini istiyorum. Taksici birkaç otel ismi sayıyor ve 2000T’ye götürmeye ikna oluyor. Bu esnada Umut’da yanıma gelmiş, arkasından da polisler. Polisler bize yardımcı olacakmış!
Biz takside, polisler önümüzde eskort, otel aramaktayız. 20 dakikalık bir Zahedan turundan sonra polis, üniversite öğrencisi oldukları belli birkaç kızın yanında duruyor ve onlara muhtemelen otel soruyor! Böylece bu polislerin bir b.k bilmediklerini anlıyoruz. Tekrar yola devam ediyoruz, bize uygun olabileceğini düşündüğüm birkaç oteli geçtikten sonra tam turistlere layık bir otelin önünde duruyorlar. Umut, otel fiyatını resepsiyon görevlisine soruyor: 100$. Ben de bu arada taksiye parasını vereceğim 2000T uzatıyorum ama adam itiraz ediyor. Çok dolandık diye 3000T istiyor. Şoförü ikna edemedim ve parasını verdim gitti. Bu arada ben tek dertleri yalakalık olan bu polislerin bize yarardan çok zararlarının dokunacağını anladım. Onlardan ayrılmamız gerektiğini ve az önce gördüğümüz otellere kendimizin sorabileceğini, o otellerin bize uygun olabileceğini Umut’a söylüyorum. Ama Umut kararsız. Zaten polisler de bizi bırakmaya pek niyetli değil.
Polislerle beraber bir 20 dakika daha dolanıyoruz ama ben artık iyice bunaldım. Bu arada bir caddenin köşesinde durdular ben de fırsattan istifade araçtan indim. Bir sigara yaktım. Diğer ikisinin amiri olduğu anlaşılan polis baya bir sinirlenmiş benim bu rahat tavırlarıma. Umut’a “biz burada sizin güvenliğinizi korumaya çalışıyoruz, arkadaşının umrunda değil” demiş. Niye umrumda olmadığını açıklayayım: Bunlar trafik polisi ve trafikte hiçbir araç bunları iplemiyor. Zahedan, Belücistan eyaletinin başkenti. Burada devletin hakimiyeti İran’ın diğer eyaletlerindeki gibi değil. Burada halk biraz daha başına buyruk. Askeri ve polisi sevmiyorlar. Bu polisler halkın nezdinde beş para etmez itibarlarını bizi araçlarına alıp Zahedan caddelerinde dolaştırarak “bakın, biz sizden turistleri koruyabiliyoruz, yani bir b.ka yarıyoruz” anlayışı içindeler. Şu an en çok istediğim şey bu lanet polis müsveddelerinden kurtulmak...
Polislerle beklediğimiz caddenin kıyısına biraz sonra askeri bir taksi yanaşıyor ve bizi ona transfer ederek, “Onlar sizin kalabileceğiniz bir yer biliyor, sizi oraya götürecekler” diyor polis. Umut ve bende bir endişe, nereden bulaştık bu polislere diye düşünmekteyiz. Bizde endişe gittikçe artmakta iken 10 dakikalık bir yolculuktan sonra bir yerde duruyoruz. İçeri girdiğimizde ancak anlayabiliyorum buranın bir otel olduğunu. Ve rahatlıyorum! Askerler resepsiyondaki gence bir şeyler söylüyor. Genç, olmaz, bana ne gibi bir tavır içindeyken bizden pasaportlarımızı istiyor. Ve iki kişilik bir oda için 12.000T talep ediyor. Bu kadar stresten sonra pazarlık olayına hiç girmeden paraları uzatıyoruz. Bu arada askerler de bizim yapmacık tebessümlerimiz ve teşekkürlerimizle gidiyor. Oh be bunlardan hiç kurtulamayacağız sanmıştım. Yolculuğum süresince hiç bu kadar gerildiğimi hatırlamıyorum…
Askerler gittikten sonra kaşla göz arasında oracıkta beliren bir ufaklık bizi odamıza götürüyor. Odamız, üstü açık bir avludan geçerek ulaştığımız iki katlı bir yapının ikinci katında. Avludan geçerken sandalyelere oturmuş muhabbet eden ve çamaşır asmakta olan birkaç bedevi tipli otel müşterisi görüyoruz. Odamıza çıktığımızda bir b.k kokusu karşılıyor bizi. Kapıları asma bir kilitle kapanan bu derme çatma pis kokulu odanın anahtarlarını verdikten sonra bahşiş için elini açan ufaklığın halini görünce gülmek-ağlamak arası bir ifade ile “no turist, no money” diyebiliyorum ancak.
Ufaklık gittikten ve çantalarımızı da odaya bıraktıktan sonra Umut ile şu son bir saatin içinde yaşadığımız şeylerden dolayı şaşkınlıkla birbirimize bir süre bakakalıyoruz. Ve şaşkınlığı üzerimizden attıktan sonra çok şükür polis eskortluğu olmadan Zahedan sokaklarını dolaşıyoruz.
Zahedan’dan geçecek ya da burada konaklamak zorunda kalabilecek arkadaşlar için birkaç şey söylemek istiyorum. Buraya gelene dek duyduğunuz kötü şeyler, askerin ve polisin takındığı tavır kesinlikle sizi korkutmasın. Burada geç vakitlere kadar dolaştık, halkla konuştuk, yedik, içtik hiçbir problem göremedik. Halkta, sokaklarda bizim gözlemlerimizin dışında bir problem varsa onu bilemem. Ama her ne olursa olsun bir asker ya da polis korumakla yükümlü olduğu halkına öcü muamelesi yapmamalı. Eğer yaparsa buradaki örnekte de görüldüğü üzere itibarı beş paralık olur.
Zahedan küçük bir şehir. Pakistan sınırına yakın ve bir Belüci şehri olduğu için onların esintilerini taşıyor. Bizim otelin çevresinde yemek yiyebilecek düzgün bir yer bulamadık. Biz de pastahaneye gidip 1000T karşılığında içi enfes İran pastaları ile dolu koca bir paket aldık. Bu paraya bu kadar çok pastayı görünce 1000T likte yaş pasta aldık, yine kocaman bir paket. Otel odamıza döndüğümüzde pastalarımızı bu kokunun içinde yiyemeyeceğimizi anladık. Yanlış anlaşılmasın, B.k, pis bir yeri ifade etmek için kullandığım bir benzetme değil, insan dışkısı…
Odamızdan sokağa çıkmak için önce avluyu, sonra da resepsiyonun olduğu kısmı geçmemiz gerekiyor. Resepsiyonun olduğu kısmın tam karşısında yukarı doğru halı döşeli merdivenler çıkmakta. Otele ilk geldiğimizde kalacağımız odaya gitmek için buradan çıkacağımızı düşünmüş ve yanılmıştım. Fotoğraf makinemin pili bittiğinden ve onu şarz için odada takabileceğim bir priz olmadığından resepsiyona bırakmıştım, tabii ki makineyi değil şarz cihazını. Bu esnada resepsiyonun karşısındaki merdivenler tekrar dikkatimi çekiyor ve çıkıyoruz. Burada da odaların olduğunu görüyoruz. Ama daha düzenli ve derli toplu bir yer. Sanki burası normal insanlar için de, bizim kaldığımız yer düşkünler için! Buradaki iki kişilik odaların fiyatını resepsiyona sorduğumda 20.000T karşılığını alıyorum. Ve ben pazarlıkla 15.000T ye anlaşıyorum. Neden bize başlangıçta burayı önermediler anlamak mümkün değil. Yalnız şunu biliyorum ki eğer o polislere bulaşmasaydık çok daha iyi bir yeri çok daha uygun bir fiyata bulabilirdik. Ah polisler ah, çok zararınız dokundu bize…
Yeni ve diğeriyle kıyaslanamayacak ölçüde konforlu odamıza yerleşiyoruz. Odanın kendi banyosu, tuvaleti, televizyonu, masası, sandalyesi, terlikleri, çarşafları herbişeyi var. En önemlisi pis değil. Eğer Zahedan'da konaklamak gibi bir durmunuz olur ve daha iyisini bulamazsanız bizim kaldığımız Gilan Hotel işinizi görebilir (Azadi St., Zahedan). Pastahaneden aldığımız nevalelerin bir kısmını yedikten sonra bu sefer kalabileceğimiz huzurlu bir yer bulmanın rahatlığı ile tekrar Zahedan sokaklarına çıkıyoruz.
Hava çoktan kararmasına rağmen burada da sokaklar cıvıl cıvıl. Hatta sokakta öyle bir hatuna rastlıyoruz ki İran’da şimdiye dek gördüğümüz en modern giyimli hatun diyebiliriz. Polis ve askerin üzerimizde yarattığı olumsuz etkiyi atalı çok oldu. İstirahat için otelimize dönmeden önce manavdan bir torba dolusu elma, mandalina ve armut almayı ihmal etmiyoruz. Kaç gündür meyve yemedik…
Bu otel odasının en büyük avantajı banyosu. Burada en kötü otellerde bile sıcak su bulunuyor. Petrolün gözü kör olsun. Banyodaki sıcak su o kadar bol akıyor ki insanın bir sandalye çekip altında oturası geliyor. Banyolarımızı yapıp, pasta ve meyvelerimizi yiyip yatıyoruz bu yorgunlukta. Odamızda televizyon da var ama olanı üç beş kanal onlarda da ilgi çekici bişi yok. Işık kapalı, tv açık olduğu halde yatıyoruz. İyi geceler!
Pakistan-İran Sınırı ve Taftan Çölü Geçirdiğimiz yorucu bir günün sonrası, güzel bir uykudan sonra sabah son derece dinç kalkıyoruz, Zahedan’daki bu otel odamızda. Bugün İran-Pakistan sınırını geçip, Taftan Çölü’nü aşacağız.
Dün yaptığımız planda, otobüs terminaline gidip oradan sınır kapısı (Gumruk-u Mirjava) için bir araç kiralamak vardı. Ama sabah resepsiyona indiğimizde buna gerek kalmayacak bir gelişme oldu. Kaldığımız odayı teslim edip resepsiyondan pasaportlarımızı aldığımız esnada yanımıza gelen bir şahıs otel kapısının önündeki pikapları göstererek bizi sınır kapısına götürmeyi teklif etti, karşılığında 12.000T isteyerek. (1$=920T) Kendisinin Pakistanlı olduğunu ifade eden ve benim aracın şoförü zannettiğim bu şahıs ile güç bela 8000T’ye anlaştım. Eğer otobüs terminaline gitseydik 2000T taksi parası verecektik. Oradan da yanımıza iki arkadaş daha bulup kişi başı 3000T ödeyerek bir Toyota Pikap kiralamayı düşünüyorduk. Şimdi yine kişi başı 4000T vermiş oluyoruz ama bir yığın zahmetten kurtuluyoruz. Ayrıca otogarda iki kişi daha bulamayabilirdik ve yol daha pahalıya gelebilirdi.
Biz pikap tercih etmemize rağmen otogardan sınır kapısına belirli saatlerde otobüs de çalışıyormuş. Eğer resepsiyon görevlisinin verdiği bilgi doğru ise tabi. Kiraladığımız pikapın yanına geldiğimizde anlaşmayı yaptığımız Pakistanlının da yolcu olduğunu görüyoruz. Şoförle beraber dört kişiyiz ve binmek üzere olduğumuz pikapta yanlızca iki koltuk var. Bunun üzerine itiraz ediyoruz ve bu pikabın arkasındaki diğer pikaba geçiyoruz. Çünkü onda iki sıra koltuk var. Bu iki pikabın da şoförü aynı. İtirazımıza hiçbir karşılık vermeden kabul ediyorlar ve Pakistanlı yolcuya ait olduğu belli olan bir pikap kasası eşyayı yeni pikabımıza aktarıyorlar. Pakistanlı yolcunun ağır eşyaları karşısında bizim sırt çantaları ezilme tehlikesi atlatıyor ama uyarılarımıza hemen kulak veriyorlar.
Çantalar da yüklendikten sonra Pakistanlı önde Umut ile ben arka koltukta olduğumuz halde sınır kapısına dek sürecek 90km’lik bir yolculuğa başlıyoruz ama henüz birkaç km gitmişken bunlar araca bir yolcu daha alıyorlar! Arkayı üçlüyoruz. Rahatımız pek bozulmuş sayılmaz ama ben yoldan da yolcu alabileceğimizi hiç aklıma getirmemiştim. Aldığımız bu yeni yolcu da Pakistanlı ve diğeri gibi bu da İran’da ticaret yapıyormuş. Öndekinin kafasının ticarete iyi çalıştığı belli. Sanırım bu yolculuğu bizim sayemizde bedavaya getirecek. Yeni binen Pakistanlı hemen parasını verdi, 4000T olaraktan. Biz henüz vermedik…
Pikap trafiğinin yoğun olduğu bu jilet gibi yolu bir saatten daha az sürede katettikten sonra sınır kapısının önündeki gümrüklü alana ulaşıyoruz. Elimizdeki kaynaklarda burada ineceğimiz ve bir km.lik gümrüklü alanı yürüyerek sınır kapısına ulaşacağımız yazılı. Ama öyle olmuyor. Sanırım uygulama değişmiş. Bu kontrollü bölgeden hemen hemen tüm araçlar rahatlıkla geçiyor. Bizim şoför de gişelerdeki görevliye bir selam veriyor ve geçiyor. Az sonra sınır kapısının önünde oluyoruz. Bu rahat yolculuktan sonra şoför yerine anlaşmayı yapmış olduğumuz Pakistanlıya, yanımızda Tumen kalmadığından dolayı 8000T yerine 8$ uzatıyoruz. O da gayet memnun şoföre uzatıyor.
Saat 10.00’da geldiğimiz bu gümrük binasının içine girdiğimizde kalabalık bir ortamla karşılaştık. Etraf sarıklı ve cübbelilerle dolu. Az sonra öğreniyoruz ki Pakistan’da özel bir cemaatin düzenlediği bir konferans varmış. Bu konferansa dünyanın her tarafındaki müslümanlardan katılım oluyormuş.
Pasaportlarımızı görevliye vermek üzere çıkartmışken Umut’un pasaportunun arasından bir İranlıya ait olduğu belli olan bir kimlik çıkıyor. Bu karışıklığın otelde yaşandığını düşünerek kimliği hemen pikap şoförüne veriyoruz otele geri götürmesi için. O da, her sabah o otelin önünden buraya yolcu taşıdığını belirterek kimliği alıyor, otele teslim etmek üzere…
Pasaportlarımızı alan asker Tebrizli imiş ve yarım yamalak Türkçe konuşabiliyor. Bizim pasaportları hemen görevliye veriyor ve işlemlerimiz kısa sürede bitiyor. Artık İran gümrük binasının hemen arkasındaki Pakistan gümrük binasına, bu iki binayı ayıran tel örgüleri geçerek ulaşıyoruz. Cemaat toplantısı nedeni ile kalabalık burada da yoğunluğunu arttırarak devam ediyor. Bu hengamenin ortasında Japon Kimatu ile tanışıyoruz. Kimatu ve Umut pasaport işlemlerini halletmek üzere çantalarını bana veriyorlar ben de pasaportumu onlara veriyorum ve dışarda daha sakin bir köşede çantaların başında oturmaya başlıyorum.
Bu arada benim başıma “ayaklı döviz büroları” doluşmuş durumda. 1$= 50 Rupi diyorlar. Tumen’ide Rupi yaparız diyorlar. Diyorlar da diyorlar. Bu para değişimci arkadaşlardan biri Belücili olmasına rağmen az çok Türkçe konuşabilmekte. Umutlar gelene dek kendisiyle muhabbet ediyoruz, çok iyi niyetli bir insan olduğu fikrine kapılıyorum bu kısa muhabbetten. Onun tavırları diğer bozuculardan farklı. O, sizi zorlamıyor. Bu esnada Umut geliyor, pasaport işini halletmiş yanlız benim içeri kadar gitmem gerekiyormuş. İçeri girdiğimde görüyorum ki bilgisayarlara bağlı kameralar vasıtası ile yolcuları fotoğraflıyorlar. Benden de yakışıklı bir poz istiyorlar. Daha sonra pasaportumu alıp Umut’un yanına döndükten az sonra Kimatu’da işini bitirmiş halde yanımıza geliyor.
Kimatu az sonra çantasından Lonely Planet’i çıkarıyor. İran-Pakistan sınırına bakıyoruz “bir km’lik gümrüklü alanı yürüyerek geçeceksin” diyor. “Taftan-Quatta otobüsü 250R” diyor. Bendeki dökümanlardaki Türkçe bilgiler ile aynı olduğunu görüyorum. Ben, bir Hindistan gezi sitesinden almıştım bu bilgileri, anlaşılan onlar da Lonely Planet’den almışlar. Ama Lonely Planet’in ya da bu tarz kitapların Doğu’ya ait baskılarının işi çok zor. Çünkü buralarda bazı şeyler değişmeden uzun süre kalırken özellikle fiyat gibi ekonomiye dair şeyler sürekli değişmekte. Dolayısı ile bu tarz kitapları kendinize rehber edinip bir yolculuk maliyeti çıkarırken fiyatlarda oldukça esnek davranmanızı öneririm. Ayrıca oralarda önerilen yollar, vasıtalar vs. zamanla değişebilmekte. Oldukça büyük bir çoğrafyaya ait bu kadar ayrıntılı bilgiyi güncellemek oldukça zor olsa gerek. Kalacak yer açısından ise şöyle bir problem oluyor. Herhangi bir şehir ile alakalı örneğin beş tane otel ismi yazıyor. Bu kitapta ve bunu kendine kaynak edinip bundan beslenen bir çok kaynakta aynı otellerin ismi geçmekte. Dolayısı ile bu kaynaklardan beslenen sırt çantalılar da hep aynı otelleri tercih etmekte. Ve bu otellerin fiyatları çok daha konforlu olanlarının yanında ikiye üçe katlanmakta.
Umut içeride iken dört tane Türk ile tanışmış bu cemaate mensup. Onlar da az sonra yanımıza geliyorlar. Cemaat mensubu Türklerin anlattığına göre onlar sık sık Pakistan ve Hindistan’a gelirlermiş bu toplantılar için. O yüzden yolları ve yollardaki her türlü “yolları” çok iyi biliyorlarmış. Sizin para değişimi işini, otobüs bileti işini biz hallederiz diyorlar. Bana 50R teklif eden para bozucular onların 1$’ına 62R vermişler. Ve bu rakam Pakistandaki en yüksek kurmuş. Sınırda böyle yüksek bir kurdan para değişimi yapabilmelerinin sırrı ise cemaate mensup olmalarında yatmakta imiş. Otobüs biletleri 300R olmasına rağmen cemaat durumu nedeni ile 250R’den anlaşabiliyormuş bizimkiler. Biz de hem otobüs biletleri için hem de para değişimini onlar yapması için kendilerine 10$ veriyoruz.
Bu arada saat 10.00’da girdiğimiz Pakistan’da saat 14.00 olmuş durumda! Buralardaki saat olayları biraz karışık. Normalde İran bizden yarım saat ilerde, Pakistan ise bir buçuk saat ilerde. Ama İran bu sene yaz saati uygulaması kullanmıyor. Pakistan ise kullanıyor. İran-Pakistan arasındaki bir saatlik fark bu sene iki saat. Dolayısı ile o sınır kapısından geçişimiz ömrümüzden yaşamadan harcadığımız iki saate bedel oluyor! Ama bunun dönüşü de var!
Bir müddet sonra otobüsümüz gümrük binasının yanına yanaşıyor ve eşyalarınızı yükleyebilirsiniz diyorlar. Orta kısmına dayalı bir merdiven vasıtası ile eşyalarımızı otobüsün üstüne yerleştiriyoruz. Kimatu’nun bizimkilerin yanında küçücük kalan bir çantası var ve hep yanında taşıyor onu. Küçücük bir poşet eşya ile nasıl geziyor dünyayı şaşırmamak mümkün değil. Ama o Japon, alışkındır böyle küçük yerlere büyük şeyler sığdırmaya!
Üzerindeki bir kısım yazıdan Alman yapısı olduğunu zannettiğim, sağlam görüntüsü çöl yolculuğu için özel olarak tasarlanmış olabileceklerini düşündürten, lastikleri kamyon lastiği gibi, altı ise oldukça yüksek, amortisör yerine makas kullanan kaya gibi sağlam görünen bu otobüsün içi dışından da ilginç. İngiliz hatırası şoför mahallinin yanında, muhtemelen yedek şoförün uyuması için çok ilginç bir kısım var. Bizde de bazı minübüslerde bulunan ve genelde oturacak koltuk kalmadığında oturmak için kullanılan şu üçgenimsi çıkıntının dikdörtgenleşmiş daha uzun hali. Kimbilir oraya uzanıp da yolu seyretmek ne zevkli olurdu ki yol tamamen ayaklarınızın altında. Bunun dışında koltuklar birbirine çok yakın. Otobüste arka ve orta kapı yok. Ön tarafta karşılıklı olmak üzere daracık iki kapı var. Ayrıca otobüslerin klimaları bu çöl kumuna dayanmadığından hepsi arızalı. Artık eskisi gibi otobüsler bu yolu 20 saatte değil 12 saatte katedebiliyormuş…
Çantalarımızı yükledikten sonra şöyle bir incelediğimiz otobüsümüz hareket ediyor ama nereye. İçerisinde henüz hiç yolcu yok. Bizimkiler de eşyalarını otobüse yükledikten sonra camiye gittiler. Acele ile şoföre soruyorum, şoförün kıt ingilizcesi nereye gittiğini tarife yetmiyor. “Üç saat sonra ya da saat üçte” gibi bir şey söyledikten sonra basıyor, gidiyor. Nereye gittiğini bilene aşk olsun. Biz cemaatteki Türk arkadaşlara güvenerekten, otobüs işini de fazlaca kurcalamadan bir yemek yiyelim diyoruz. Otobüs ile uğraşmaktan Taftan Köyü’nü keşfe fırsat bulamamıştık.
Çevreyi şöyle bir dolaştığımızda yemek yiyebilecek düzgün bir yerin olmadığını görüyoruz. Bu sefaletin ortasında az ileride bir “açık hava fırını” görüyoruz ve oradan iki ekmek alıyoruz. Henüz Rupimiz yok ve yanımızda kalan ufak tefek Tumenlerden bir 100lük uzatıyoruz. Sınır bölgesinde olduğumuzdan fırıncı da hayır demiyor. Fırıncının yarım gazete arasında sıkıştırdığı ekmekleri bu çöl sıcağının içinde ara ara esmekte olan rüzgar toza mikroba bulamadan yiyecek bir yer bulma telaşı içine giriyoruz. Gözümüze kestirdiğimiz bir yerde yanımızdaki nevaleleri katık yaparak yiyoruz.
Yemek faslından sonra etrafta da pek gezip görülecek bir yer olmadığından bizim cemaat mensubu Türklerin yanına, camiye gidiyoruz. Caminin üstü kapalı, yanları açık avlusunda bizimkilerin yanına oturuyoruz. Bu Türklerden birisi Pakistan’da eğitim görmüş ve Urduca biliyormuş. Zaten çevredeki halk ile rahatça konuşabiliyor. Diğer birisi ise Bursa’da kuyumculuk yapıyormuş.
Ben saat 15.00 gibi otobüs gelir diye düşünüyordum ama gelmedi. Türk arkadaşların da bazılarında endişe gördüm. Urduca bilen Türk’de yeniden bilet işi ile uğraşmaya başladı. Sorduğumda kendilerinden net bir yanıt alamayınca çantaların gittiğini de düşündüğüm oldu ama saat 17.00 olduğunda otobüs geldi. Cemaate mensup Türk arkadaşlar bizim biletleri ve biletlerden arta kalan $ karşılığı Rupi’yi de verdiler. Ben de rahatladım!
Bizim otobüs biletlerinden arta kalan Rupilerle Umut, tanesi 45R’den dört adet balık konservesi alıyor. Bunlardan birini yiyorum ben ama her tarafım yağ içinde kalıyor. Burada yemek için bulabileceğiniz en iyi şey bu konserveler. Balık konservesi ve mısır konservesi dışında birkaç çeşit konserve daha var.
Otobüs geldiğinde ilk iş çantaları kontrol ettim. Otobüsün üstünde duruyorlar ama çantaların altına, otobüsün üstü tamamen dolacak şekilde iki kat gaz tüpü yerleştirmişler. Otobüs bu çetin çöl yollarında tam bir saatli bombaya dönmüş.
Bizim burada beklediğimiz saatler boyunca bir çok otobüs kalktı buradan Quetta’ya gitmek üzere. Ve bir çoğunun üzeri tüp yüklü değildi. Burada birden fazla otobüs şirketi var. Öğrendiğime göre en iyi hizmeti veren “Sada Bahar” imiş. Yani kendimiz Sada Bahar’ın yazahanesine gidip biletlerimizi alsaydık hem daha güvenli bir yolculuk yapacaktık hem de bu kadar beklemeyecektik. Ayrıca bu üzeri gaz tüpü yüklü otobüsümüze bindiğimizde gördüğümüz üzere koltuklarımız da bu kadar arkalarda yer almayacaktı.
Pakistandaki cemaat toplantısına gitmek üzere olan çoğunluğu Arap yolcuların oluşturduğu otobüsümüz hareket ettikten on dakika sonra çölün ortasındaki bir benzin istasyonundan benzin almak için durdu. Benzin alırken arada namaz işini de hallediyorlar. Bu esnada Umut ile ben istasyon kulübesinin önündeki kilim üzerine oturarak güneşin batışını izlemekteyiz. Etrafında hiçbir yapının olmadığı bu istasyonun önündeki çölün orta yerinden güneşin batışını izlemek ilginç bir deneyim oldu.
Otobüs tekrar hareket ettikten yaklaşık dört saat sonra ilk mola yerimize ulaşıyoruz. Burası Nokkundi kasabasından sonra yer alan bir dinlenme tesisi! Dinlenme tesisini maalesef tasvir edemeyeceğim ama fotoğraflardan görebilirsiniz.
Mola yerinde lokantada! pilav ve etli bir yemek vardı. Ama Umut ile ben bu nezih! ortamda yalnızca görüntülerine bakabiliyoruz. Kimatu ise afiyetle bir tabak eti mideye indiriyor.
Otobüsün gaz kokusu dışında çok kötü kokacağını düşünmüştüm ama bol bol hacı yağı kokladım. Bu otobüslerde canlı hayvanların da yer aldığı, otobüs şoförünün kafasına göre durup kalktığı, ya da yine kafasına göre otobüsün hareket saatini belirlediği günler eskilerde kalmış görünüyor. Çünkü bu hatta bir çok otobüs şirketi bulunmakta ve aralarında rekabet oluşmuş. Ama halen eskisi kadar olmasa da tabii birkaç saatlik rötarlar oluşabiliyor.
Sınır kapısındaki Taftan Köyü ile Quetta arasındaki 650km’lik yol Taftan Çölü üzerinde bulunuyor. Taftan Köyü ile Quetta arasında şu an kullanmakta olduğumuz yol 1950’lerde yapılan NATO yolu değil. O yol mefta olalı çok olmuş. Bu yol ise ondan sonra yapılmış, iki arabanın yanyana geçemeyeceği kadar dar. Yolda otobüsün sarsılmasına neden olacak çukurlar olmamasına rağmen kimi yerlerde çöl fırtınalarının taşıdığı kumlar yolda birikerek kasis oluşturmuş. Buradaki otobüsler amortisör yerine makas kullandığından bu sarsıntıları oldukça fazla hissediyorsunuz. Sanırım bu çöl şartlarına amortisör dayandıramıyorlar. Bu yol Zahedan-Quetta arasında 15 günde bir çalışan tren yolu ile paralel ilerliyor ve kimi yerlerde kesişiyor.
Normalde geceleri çöl soğuk olmasına rağmen gecenin bu saatleri üşütecek cinsten değil. Otobüse gaz oradan girmesine rağmen tam üstümüzde yarı açılır bir havalandırma vardı. Eğer o da olmasaydı koltukları olabildiğince birbirine yakın tasarlanmış bu otobüste yolculuk hiç çekilmez olabilirdi. Bazı kaynaklarda tren ile yolculuk yaparsanız en büyük düşmanınız çöl kumu olur diyor. Ama bu durum otobüs için de aynen geçerli. Bu kadar toz içinde kalacağımı bilseydim tren alternatifini de göz önünde bulundururdum ki 15 günde bir bu hatta çalışan trenin bugün hareket günlerinden biriydi. Otobüsün içinde püfür püfür esen bu toza ve gaza rağmen Umut ile ben keyfimizden hiçbir şey kaybetmedik. En zor koşullardan bile bir ton espiri çıkartıp eğlenebildik. Tek başıma olsaydım çok sıkıcı bir yolculuk olurdu…
Yarım saatlik mola bitip tekrar hareket ettiğimizde yoldaki kum birikintileri artarken dolayısı ile otobüsün zıplamaları da artıyor. Yan tarafımızdaki koltuğun cam kenarında yolculuğunu sürdürmekte olan Kimatu, otobüsteki diğer yolcuları örnek alarak oturduğu şekliyle (yani ayakkabılarını çıkarıyorsun bacaklarını da dizlerden kırarak ayaklarını poponun yanına koyuyorsun) uyumaya çalışıyor. Kimatu’nun başı önde, otobüs bu tümseklere uğradıkça kafa yay gibi sallanmakta ve yarı karanlık loş bir ortamda bizi gülme krizlerine sokan ilginç bir görüntü oluşturmakta.
Burada yolun kıyısında bulunan ve birkaç km aralıklarla yol boyunca devam eden ve mezar taşlarını andıran şekilleri ile dikkat çeken yapılar var. Bunların üzerinde bir sonraki kasabaya ve şehre kaç km kaldığını bildiren yazılar bulunuyor. Yolda belirli aralıklarla bilgilendirme levhaları da olmasına rağmen böyle bir uygulamanın çöl şartları için tasarlamış olabileceğini düşündüm. Çöl fırtınalarının yoğunlaştığı dönemlerde tamamen kapanan yolu temizleme çalışmaları esnasında faydalı olabilir. Neresi yol, neresi çöl!
Dalbandin’e -ki bu Taftan-Quetta arasındaki ikinci kasaba- çok yaklaşmışken yoldaki çöl kumlarının oluşturduğu tümsekler artıyor. Umut, koridor tarafında ön kısmı göreceli daha rahat görebiliyorken bense bulunduğum yerden ön tarafı hiç göremiyorum. Yalnızca yanımdaki pencereden bize oldukça yakın geçmekte olan araçları görebiliyorum. Çok yoğun bir araç trafiği olmasa da çoğunluğunu kamyonların oluşturduğu bir trafik var.
Kum fırtınaları nedeni ile yolun çok büyük bir kısmının kumlar altında kaldığı Dalbandin'den geçerken kasabanın terkedilmişlik hissi uyandıran görüntüsü bizi sarsıyor. Tek katlı kerpiç yapılardan oluşan bu koca yerde karanlığın ortasında içerlerde bir evde, ancak bir gaz lambasının aydınlatabileceği ölçüde bir ışık görebildim. “Bir insan neden böyle bir yerde yaşar” sorusunu kendime sormama neden olan bu yeri belki de kum fırtınalarından sebep terketmişlerdir. Gecenin karanlığında tüylerimizi ürperten bu yeri geçtiğimizde gün de bitmek üzere idi…
(Yarın Quetta...)
|