Trans Asya Ekspresi İle Gezi Günlüğü – 6 (Quetta ve Lahor Yolu)

Dalbandin-Nushki arasında seyrettiğimiz günün bu ilk saatlerinde çöl fırtınalarının yolda biriktirmiş olduğu kumlar etkisiyle otobüsümüzdeki sarsıntılar artmaya başlıyor, bununla birlikte Umut’daki heyecan da! Otobüsteki oturma pozisyonlarımız nedeniyle Umut benden daha rahat takip edebilmekte yolu ve yolculuğu. Bir ara beni uyarıyor, kumlar nedeni ile artık yolun çok daraldığını ve karşı yönden her araç gelişinde büyük bir tehlike atlattığımız konusunda. Bunun üzerine durumu daha iyi izleyebilmek için şoför mahalline gitmeye karar veriyorum. Koridorlara uyumak için uzanmış yolcuların üzerlerinden atlayarak otobüsün ön kısmına geldiğimde yolun tehlikeli derecede daralmış olduğunu görüyorum. Ve yolu izlemeye devam ettiğimde aynı anda iki aracın yan yana geçemeyeceği kadar daralmış bu yolda, karşıdan her araç geldiğinde, otobüsümüz ile kafa kafaya gelmekte. Şoförler karşıdan araç geldiğini görmelerine rağmen son ana kadar yolun kenarına yanaşmıyorlar, ancak kafa kafaya geldiklerinde…





Ön koltuklarda oturan cemaat mensubu Türk yolculara sorduğumda şöyle bir yanıt alıyorum; Bu durum, şoförlerin birbirlerinin cesaretini ölçme sınavı imiş. Hangi şoför daha cesaretli ise en son o direksiyonu kırıp yolun sol tarafına yanaşırmış. Ön koltuklarda oturmalarından dolayı bu durumu daha rahat gözlemleyebilen yolcular her an heyecan içinde, ha şimdi çarptık, çarpacaz endişesi içinde yolculuklarını sürdürüyorlar. Yolculuğumuzun büyük bir kısmını geçtiğimizde ancak farkedebiliyorum bu durumu. Karanlık olduğu için ve otobüsün pencerelerindeki camlardan sebep flaş patlatamadığımdan, ayrıca sarsıntıdan dolayı –mazeret çok- zar zor görüntü alabildim. Hemen gözünüz korkmasın, bu cesaret denemeleri bütün otobüslerde yokmuş. Mesela “Sada Bahar” da…



Artık yarı uyur yarı uyanık devam ettiğim bu yolculukta Nushki’yi de geçip Quetta’ya oldukça yaklaşmışken yol şartlarına dayanamayan otobüs lastiklerinden biri patlıyor. Allahtan arka çift lastiklerden biri imiş patlayan. Bu tarz patlamalar ve çatlamalar çok sık yaşandığından bu yollarda duruma alışkın otobüs mürettebatı hemen duruma el koyuyor. Günün yeni ağarmağa başladığı bu saatlerde hava olabildiğince soğuktu.

Dümdüz bir arazide (çölde) aldığımız yol bitip de çıplak tepelere tırmanmaya başladığımızda anlıyoruz Quetta’ya çok yaklaştığımızı. Ve az sonra Quetta’dayız…

Quetta’ya ulaştığımızda tam bir hayal kırıklığına uğruyorum. Bu yolculuğa çıkmadan yaptığım araştırmalara dayanarak kafamda bir Quetta yaratmıştım. Kafamdaki bu Quetta ile içinde bulunduğum Quetta hiç örtüşmemekte. Benim Quetta’m: nüfus yoğunluğu düşük dolayısıyla cadde ve sokakları kalabalık olmayan, 1700m yükseklikte serin ve temiz bir havaya sahip, Belücili, Pakistanlı, Afgan ve Özbek çeşitli milletlerin insanlarından oluşan renkli bir mozaik, diğer yoğun yerleşim birimlerinden uzak bu nedenle yabanıl ve vahşi hayata daha yakın, fakir olsa da temiz bir yer, en azından havası teneffüs edilebilir bir yer... iken…



Gerçek Quetta: Yoğun, derme-çatma, içiçe geçmiş bir iki katlı yapıların oluşturduğu; sokaklarını insan, rikşa ve çeşitli araçların olabildiğince doldurduğu; yeşillik namına en fazla birkaç tane ağaç görebileceğiniz, yol kenarlarındaki üstü açık kanallardan lağım başta olmak üzere her türlü atık suyun aktığı; egzoz dumanı + toz karışımının rengini verdiği, lağım + iğrenç baharatlar birleşiminin kokusunu verdiği gri ve iğrenç bir hava, öyle ki bu havadan bir nefes çekseniz öleceğinizi sanırsınız…

Gelmeden önce birkaç gün kalabileceğimi düşündüğüm bu yerde artık bir an kalmaya bile tahammülüm yok. Ama yol yorgunuyuz bir gün otelde dinlenmemiz gerek…

Konferansa gidecek diğer Türk arkadaşlar, sabah otobüsten indiğimiz bu yerden tren ile ayrılmayı düşünüyorlar. Onlara iyi yolculuklar… Umut, Kimatu ve ben, SadaBahar otobüs terminalinin çaprazında yer alan bu terminalimsi yerden otellerin yoğunluk kazandığı Cinnah Road’a Rakşa tutmaya karar veriyoruz.

Bizim “Rikşa” diye telaffuz ettiğimiz onların ise “Rakşa” dedikleri üç tekerlekli muhtemelen su motorundan bozma bir motorla yapılmış bu cihaz, çantalarla beraber bizi alacak büyüklükte değil. Biz de bir pikap tutuyoruz 40R’den, pazarlıkla. Birkaç dakika sonra Cinnah Road’daki Müslim Otel’e geliyoruz. Biz kapıda beklerken Umut odalara bakıyor. Büyükçe bir alanın çevresinde sıralanmış çift katlı bu yapıdaki odalar rutubet kokuyormuş. Ve otel sahibinin 3 kişilik oda için istediği ücret de 200Rs. Biz de başka otellere bakmaya karar veriyoruz, çevrede oldukça çok otel mevcut.



Bu sefer Umut çantaların başında beklerken Kimatu ve ben otelleri dolanıyoruz. Aynı cadde üzerinde aralarında Allah-Vallah Otel, Delux Otel ve Marina Otel’in de bulunduğu beş otele yaklaşık 15 dakikada bakıyoruz. Fiyatları 200Rs ile 300Rs arasında değişen bu otellerden 200Rs’ye anlaştığımız Marina Otel’de kalmaya karar veriyoruz. Onun odaları çok daha temiz, derli toplu ve yapısı itibari ile Esfahan’daki Emir-Kebir Hostel’i andırdı bize. (Bu arada 1 $=Yaklaşık 62Rs)

Marina otelde 1-2 kişilik odalar 150Rs, 3-4 kişilik odalar 200Rs. Tuvalet-banyosu mevcut. Banyoda günün büyük bir bölümünde sıcak su bulamazsınız. Ancak sabahları damla damla akan bir miktar sıcak su var! Odalarda televizyon yok fakat otelde portatif televizyonlar var, belirli bir ücret karşılığında size kiralıyorlar. 120 Rs gibi bir fiyat istiyorlar buna ama pazarlıkla 50 Rs'ye bile kiralayabilirsiniz. Bulunduğunuz yerden rakşa ile ya da başka bir vasıta ile veya tren istasyonundan 15 dk. yürüyerek ulaşabileceğiniz bu otel Cinnah Road'da bulunuyor. Bu otel cadde üzerinde değil. Cadde üzerindeki bir ara sokağın başında. Karşısında da bir petrol istasyonu var.

Resepsiyona pasaportlarımızı bıraktıktan sonra odamıza yerleşiyoruz. Ve bir plan yapıyoruz. Önce Kandari Bazaar’a gideceğiz ve para değişimi yapacağız. Çünkü Kimatu’daki birkaç bozukluğun dışında hiç Rupimiz yok. Kimatu da bu Rupileri Taftan’da iken cebinde kalan küçük bir miktar Tumen ile değişmişti. Para değişimi işinden sonra yemek yiyeceğiz. Daha sonra da Lahor’a tren biletimizi alacağız.

Üç kişi sıkış sıkış atlıyoruz bir rakşaya 30Rs’den ve Kandari Bazaar’a ulaşıyoruz. Burada para değişimi işini yapanlar genelde Afganlar. Ben 50$, Umut ve Kimatu ise 20şer $ karşılığı Rupi alıyoruz. Kurumuz 1$= 62Rs. Para değişimciler oldukça sıcak, çay ikram etmek istiyorlar bize, ama vaktimiz yok.



Umut ile benim yemek durumumuz ciddi bir sorun iken Kimatu için bir sorun yok. Bu Japon arkadaşımız ne bulursa mideye indirecekmiş gibi bir modda. Benim ise dün sabahtan beri doğru düzgün bir şey yemememe rağmen atmosferden kaynaklı iştah problemim var. Pakistanlıların yemeklerinde bolca kullandıkları şu baharatların, bana bu kadar iğrenç geleceğini hiç düşünmemiştim. Hatta gelmeden önce ne güzel değişik değişik baharatlar tadacağım diyordum ama kazın ayağı öyle değilmiş. Şu tiksindirici baharatların kokusu öyle bir yayılmış ki etrafa. Açıktan akan kanalizasyon, solduğum hava, hatta ve hatta rakşaların egzozundan çıkan duman bile bana baharat kokuyor!

Burada Afgan restoranlarının yemeklerinde baharat kullanmadıklarını ve bizim ağız tadımıza yakın şeyler yediklerini biliyorduk. Bu ızgara türü şeyleri yemek üzere birkaç sokak ilerde Afgan Dünya Restoran ile karşılaşıyoruz. Kandari Bazaar'da sorduğunuzda gösterirler. Restoran, elektronikçilerin hemen yanında.

Burada bir çok çeşit kebap var. Kuzu etinden, dana etinden, tavuk etinden vs. Biz dana etinden yapılmış Tikka Kebap ve Kabil Pilavı yanında Dahi, Lassi, Roti ve Salata söylüyoruz. Ortasında haşlama bir kuzu etinin bulunduğu, üzüm kurusu ile süslenmiş bu lezzetli pilav 75Rs; üzerlerinde birer parmak uzunluğunda etlerin olduğu, bir porsiyonu 8 adet şişten oluşan Tikka Kebap ise 75Rs. Domates, soğan, turp, marul ve limondan oluşan salata 10Rs. Dahi, Lassi, Roti üçlüsü ise sırası ile 15, 5 ve yine 5Rs’den. Bu üçlüden biri ayran, biri yoğurt, diğeri ise küçük bir çanakta kıymalı patates görünümünde, benim yemediğim Kimatu’nun ise içine düştüğü bir yemek. Bu isimlerden hangisi hangisine aittir bunu bir türlü ezberleyemedim ama yoğurdu kesinlikle denemenizi öneririm. Çok lezzetli idi. Eğer Umut’un uydurması değilse yoğurdu bu küçük çanaklarda ayrı ayrı mayalamaktaymışlar. Ekmek ise İran’dan beri aşina olduğumuz Nan dedikleri dürümsü bir şey.



Restoran’ın adı gibi yemekleri ve tüm personeli de Afgan. Güler yüzlü, alakadar bir personeli var. Hizmet kusursuz ama mekan pek öyle değil. Sanırım ya baca sistemini oturtamamaktan ya da dumana aşina olduklarından içerisi ızgara dumanı ile dolu. Ama bu duman benim iştahımı kapatmadı, en azından ızgaralanmış et kokuyor.

Yemek faslından sonra bir de çay içiyoruz. Buradaki çaylar da İran’daki gibi demlikte geliyor ama bu demlikler daha küçük. Pakistanlıların içtikleri çay, ingiliz hatırası sütlü çay. Çay istediğinizde bu sütlü çaydan getiriyorlar. Eğer alışkın olduğumuz çaydan içmek istiyorsanız “Süleymani Çay” demeniz gerekiyor. Nitekim biz de öyle söylüyoruz. Ama bu çayın da bir eksiği oluyor: şekeri içinde geliyor ve oldukça da şekerli oluyor. Bu arada çaylar şirketten…Üç kişi toplam 475Rs ödeyerek gayet memnun bu mekandan ayrılıyoruz, tren istasyonuna gitmek üzere.

40Rs ödeyerek geldiğimiz tren istasyonunda biletten önce, kaynaklarımızdan okuduğumuz trenlerde indirimli bilet zamazingosundan faydalanmak için gerekli işlemleri halletmek istiyoruz. Tren istasyonundaki görevliye bu indirim meselesinden bahsettiğimizde biraz asabi bir şekilde istasyonun karşısındaki binayı göstererek “Commercial Ofis” diyor. Biz de turistlere %25, öğrencilere ise %50 indirim sağlayan bu “zamazingodan” faydalanmak üzere elemanın işaret ettiği binaya yöneliyoruz. Commercial Ofiste görevlinin verdiği formları dolduruyoruz. Kimatu ve ben %25’lik turist, Umut ise %50’lik öğrenci indiriminden yararlanmak istiyoruz. Bunun için pasaportları gösteriyoruz. Ayrıca Umut, üniversite öğrenci kimliğini de gösteriyor.



Bu uygulama benim zannettiğim gibi bir kere formu dolduruyorsun ve Pakistan’daki bütün trenlerden indirimli faydalanıyorsun şeklinde değilmiş. Bu indirimden yararlanabilmek için herhangi bir güzergaha ait alacağınız her bir bilet için bu formlardan doldurmak zorundasınız. Commercial Ofis sadece ana istasyonlarda bulunuyor...Formların üzerine gideceğimiz tarihi ve yerin ismini de yazmak zorundaymışız. Biz de yarının tarihini ve Lahor şehrini yazıyoruz. On dakika süren bu işlemlerden sonra indirimlerimiz tamam deyip elimizdeki mühürlenip, imzalanmış formlar ile tren istasyonunun yolunu tutuyoruz tekrardan bilet almak üzere.

İstasyonda yarına, sonraki güne tüm trenlerin dolu olduğunu öğreniyoruz. Muhtemelen cemaat toplantısı yüzünden yer kalmamıştır diye düşünüyorken kendisi Avustralya’da yaşayan, ailesi ise burada Quetta’da yaşayan bir Afgan genç ile muhabbet ederken öğreniyoruz ki o 15 gün sonra Lahor’a gitmek üzere bugünden bilet almaya gelmiş. Tabii bu “sleeper class” için geçerli. Economy class’da aynı günde de yer bulabilme imkanı var. Quetta gibi bir yerde iki gün daha beklemeye tahammülümüz yok. Lahor trenlerine iki gün yer kalmadığını söyleyen görevliden güç bela yarın sabah Faysalabat’a tren olduğunu ve onda sleeper class’da yer olduğunu öğreniyoruz. Ama bu seferde indirim formlarımızı kabul etmiyorlar. Çünkü üzerlerinde Lahor yazıyor, Faysalabat yazması gerekiyormuş. Bilet fiyatlarını öğrendiğimizde özellikle Umut’un %50’lik indirim durumunu da düşünürsek baya bi işe yarayacak…

Faysalabat, Lahor’a bir saatlik otobüs yolculuğu mesafesinde bir şehir. Ve Quetta-Faysalabat arası “sleeper class” tren bileti fiyatı kişi başı 925Rs, economy class ise kişi başı 580Rs.

Bilet fiyatlarından bu indirime çok ihtiyacımız olduğunu gördüğümüzden tekrar Commercial Ofise gidiyoruz. Ama bugün Cumartesi ve saat 15.30 olduğundan bir saat öncesine kadar açık olan ofis şimdi kapalı. Tekrar istasyona dönüyoruz. Ve Umut yaklaşık 8$’lık indirimden yararlanabilmek için bir saate yakın dil dökmesine rağmen görevlileri ikna edemiyor. Biz de mevcut fiyatlardan Faysalabat tren biletlerimizi alıyoruz. Tabii ki sleeper class...

Tren biletlerinin maliyeti ve trenlerde yer olmaması durumu karşısında otobüs yolculuğu da gündeme geldi ama ben kesinlikle otobüse karşı çıktım. Çünkü bu yolculuk esnasında kulaklarımdaki rahatsızlık için en çok korktuğum yer olan Bolan Geçidinden (Bolan Pass) geçeceğiz. Ve 1700m yükseklikte bulunan Quetta’dan yüksek dağları aşarak rakım seviyesi düşük düzlüklere ineceğiz. Beni böyle düşünmeye sevkeden ise Bolan Geçidi’ndeki “geçit” kelimesi. Geçit kelimesini coğrafi manada şöyle tanımlıyorum; Yol vermeyen “yüksek dağlardaki” yol veren alanlar! Hele hele 2000m yükseklikteki Zigana Geçidi tecrübemden sonra, bu geçit kelimesi bende alerji yapmaya başladı!



Bana göre pek bir espirisi olmayan bu bilet indirim zamazingosundan yararlanamamanın az da olsa moral bozukluğu ile Kandari Bazaar’a dönüyoruz. Bu pis ortamda diğerlerine nazaran çok daha temiz görünen bir yere meyve suyu içmek için giriyoruz. Burada, nar ve muz mikserlenip satılıyor. Bu dükkan sahibi abimiz diğerleri gibi nar tanelerini bir tepsiye değil kapalı bir kaba koymuş durumda. Bunun önemini fotoğraflardan anlamak güç, bu havayı solumak gerek. Afganlı zannettiğimiz bu dükkan sahibi abimiz “ben Türküm” diyor. Bir Türk’ün yaşamak için böyle bir yeri seçmesi, hele kelimelerle anlatılamayacak güzelliklere sahip cennet gibi bir vatanı varken bana pek mantıklı gelmedi. Ben de bu yüzden “Afgan olmasa da Özbek olabilir” diye düşündüm kendimce. Abimiz 25 sene önce Hatay’dan gelmiş buraya. Niye geldiğinin uzun bir hikayesi olmalı ama unutmaya yüz tutmuş olduğu Türkçesi bunu anlatmaya yetmiyor. 15Rs’lik mikserlenmiş enfes muzlarımızı içtikten, abimizle de vedalaştıktan sonra diğer dükkanları da yoklaya yoklaya dolanmaktayız Kandari Bazaar’da.

Kesinlikle kapalı kaplardan içmeyi önerdiğim su, burada pahalı. Sigara ise oldukça ucuz. Bir paket Camel 35Rs ve gayet de iyi durumdalar. Winston’lar ise pek içilecek durumda değil. Burada fiyatı ne olursa olsun yemeden içmeden önce kırk kere düşünmek gerek.

Kandari Bazaar’daki elektronik çarşısına girdiğimizde şaşırıyoruz. Envai çeşit ürün mevcut. Örneğin, yeni yeni popüler olmaya başlayan mp3 player’lar bile var. Fiyatlar ise gümrüksüz ve kaçak olduklarını düşündürürcesine ucuz. Örneğin 256MB’lık bir mp3 player yaklaşık 15$. Pazarlıkla daha uygun fiyatlara da alabileceğiniz notebook’dan mp3 player’a kadar geniş bir ürün yelpazesi var. Ayrıca bu elektronikçilerde sadece satış değil tamir işleri de yapılmakta. Ve bu işi genelde Afganlar yapıyor.

Sokak satıcılarında, caddedeki dükkanlarda yiyecek olarak bol bol pilav ve patates köftesi görmekteyiz. Hamur bulamacı haline getirdikleri haşlanmış patatesleri çeşitli baharatlarını da karıştırarak, en son da köftemsi bir şekil vererek kızartıyorlar ve ekmek arası afiyetle yiyorlar, sanki köfte-ekmek yermiş gibi. Başlangıçta köfte zannederek meraktan bir tane ağzıma attığımda ancak keşfedebildim bu durumu… Burada ekmek yemek çok yaygın, pilava bile ekmek katılıyor.



Hava kararıyor ve Doğu’nun renkli dünyasına çok renkli bir başlangıç yaptığımız Quetta’da, bu sefaletin ortasında keşfedecek fazla bir şey olmadığından otelimize dönüyoruz. Otelimizde banyo ve tuvalet mevcut. Daha iki gün önce Zahedan’da giydiğim tişörtüm çamur gibi olmuş durumda, saçlarım da öyle. Ama bu halde bile banyo yapmak istemiyorum Quetta’yı terkedene dek. Çünkü sokağa çıktıktan 10 dakika sonra yine bu hale döneceğim. Umut banyo yapmak istiyor ama maalesef sıcak su yok. Akıllım, sen burada su bulduğuna şükret!

Kimatu’nun ismini bir türlü ezberleyemedim. Ben de ona çok sevdiğim Kitano diyorum. Ama darılıyor herhalde biraz, ismini öğrenemediğimden, aslında haklı. Kitano :) ile bir çok ortak yönümüz var. Birincisi o da bilgisayar programcısı. İkincisi ve daha önemlisi ise onun kulaklarında da benim kulaklarımdaki problem var. Yani basınç farkından dolayı ağrıyorlar. Bu yüzden o da uçağa binemiyormuş. Ve yine bu yüzden o da burun spreyi kullanıyormuş. Ama onun burun spreyi daha etkili olsa gerek uçak da bile ağrıyı engelleyebiliyormuş. Uçağa binmeden iki saat önce, sonra uçağa bindiğinde, sonra da ağrı başladığında olmak üzere sık sık kullanıyormuş. Benim bir türlü doktorlara ifade edemediğim bu ağrıyı kendisi çok güzel ifade ediyor. Ağrıdan yürüyemiyorum!

İran ve Pakistan dahil şu ana dek pek bir ağrı çektiğim söylenemez. Çünkü her yer dümdüz bu coğrafyalarda, oysa ki ben çok dağlık olduğunu düşünmüştüm. Bu akşamı da otel odamızda muhabbetle noktalıyoruz. Hindistan’a doğru gittikçe daha iyi bir hava ile karşılaşmak üzere…

Lahor'a Doğru
Sabahın erken bir vakti hava henüz aydınlanmamışken ayrılıyoruz Marina Hotel’den, Quetta tren istasyonuna gitmek üzere. Üç kişi çantalarımızla birlikte rakşaya sığamayacağımızdan yine bir pikaba biniyoruz. 40Rs’ye anlaştığımız pikap ile beş dakikada tren istasyonunun önüne geliyoruz. Anlaşılan şoförümüz olabildiğince kestirmeleri kullanmış. İstasyonun önünde, sabahın bu erken saatinde trene binmeden önce su ve birkaç bisküvi alıyoruz yanımıza. Çantamızda da halen tonbalığı ve ekmek bulunmakta.



Kompartımanımızı bulduğumuzda, oraya bizden önce yerleşen birkaç Pakistanlı ile karşılaşıyoruz. Biz Pakistanlılarla kompartımanın kaç kişilik olduğunun muhasebesini yaparken bir görevli geliyor ve biletlerimize bakıyor. Daha sonra da diğer Pakistanlı yolcuları başka bir kompartımana alıyor. Dört kişilik yatacak yeri olan bu kompartımanda artık üç kişiyiz. Bu iyi oldu. Zaten kompartıman pek iç açıcı değil, bir de sıkış tepiş olacaktı. Bu class’ların en kılası sleeper class kompartıman, adına yakışmayacak ölçüde bir konfora sahip ama Pakistan koşullarında buna da şükür. Ekonomi sınıfı vagonları bir dolaştığımızda bunu daha net anlıyoruz. Oralarda insanlar, üst-üste, alt-alta, sıkış-sıkış yolculuk yapıyor.

Bu sıcak, kasvetli ve sıkıntılı havada kompartımanımızdaki vantilatörlerin çalışması da, konfor için bize yeterli geldi. O koca şeyler, takılı oldukları tavandan düşüp de bir tarafımızı kırmasın yeter..

06.30’da hareket etmesi gereken tren biraz rötarla 07.15 gibi hareket ediyor. Bu koca demir yığını trenimiz, Faysalabat’a doğru hareket ettiğinde, demir çubuklarla korumalı pencerelerinden ilk önce Quetta’nın dış mahalleleri akmaya başlıyor.

Kompartımanımıza ilk yerleştiğimizde Umut, pencere kenarlarından birine kurulmuştu. Diğerini de Kimatu ve ben dönüşümlü olarak kullanmaya başladık. Fotoğraf çekme bahanesiyle daha çok ben oturdum ama neyse..



Şehrin bu dış mahallelerinde sefalet hepten diz boyu. Kerpiçten, tek katlı yapıların oluşturduğu bu yerleşimlerin önlerinde çocuklar, her türlü pisliğin içinde oynamakta. Mezarlıklar hemen yerleşim birimlerinin yanıbaşında bulunuyor. İki ucuna taş veya tahta yerleştirilmiş bu yapıların mezar olduğunu anlamak ise oldukça güç. Yakından görmedim ama o tahta ve taşlarda merhumun isminin yazıp yazmadığından da şüpheliyim.

Ayrıca şehrin bu dış mahallelerindeki yapıların önlerinde oldukça sık gördüğümüz gübre yığınları bulunuyor. Köylük yerlerde böyle yapıların yanında gübre normal bir şeymiş gibi gözükse de bu gübrelerin görünüşleri pek normal değil. Bir el büyüklüğünde ve tümü aynı geometriye sahip bir şekilde parçalara ayrılmış bu gübre parçalarını kah evlerin önüne dizilmiş, kah evlerin ya da bahçelerin duvarlarına yapıştırılmış şekliyle görmek oldukça ilgi çekici. Bunların neden bu şekilde düzenli kesilip ve bir o kadar da düzenli bir şekilde dizildiğini anlamaya çalışırken ve de trenin açık penceresinden fotoğraflamaya çalışırken, sanki meramımın ne olduğunu anlamış da “al daha yakından incele der gibi” koca bir parçayı trenin açık penceresine, kamerama ve suratıma doğru fırlatan vatandaşa teşekkürlerimi sunuyorum. Bu gübrelerin ne b.ka yaradığını pek anlayamadım ama trenin pencerelerindeki koruyucu demirliklerin ne işe yaradığını gayet iyi anladım…



Yerleşim yerleri bittiğinde o düz arazilerin yerini tepelikler almaya başladığında Bolan geçidine girdiğimizi anlıyoruz. Artık bir vadinin içinde tepelerin arasında ve bol bol da tünel kullanarak yol alıyoruz. Bolan geçidi bitip de Sibi’ye geldiğimizde, o çok korktuğum geçidin hiç de düşündüğüm ölçüde ürkütücü olmadığını anladım. Ben, çok yüksek tepelerden, uçurumlardan geçeceğimizi düşünmüştüm. Bu yüzden kulaklarımın ağrımasından da korkmuştum ama hiç korkulacak bir yer değilmiş doğrusu.

Sibi’ye gelene dek durduğumuz küçük birkaç istasyonda ve Sibi’de bol bol çay alıp içtik. Bu istasyonların hemen hemen tümünde çay ve yiyecek şey bulmanız mümkün. Tren istasyonda durduğu anda herkes bu yerlere hücum edip, çay ve yiyecek alıyor. Yemeklerin genelde üzeri açık, her türlü toza ve mikroba korunmasızken çaylar öyle değil. Buralarda her şey önceden hazırlandığından “Süleymani Çay” istememiz pek olanaklı değil. Ama onların içtiği sütlü çay da fena değil doğrusu. Yemeklerde menü bütün istasyonlarda aynı; pilav ve benim patates köftesi dediğim şey var.

Dört saatte ulaştığımız Sibi’yi arkamızda bırakıp da yine bir dört saat yol aldıktan sonra artık çöl veya çöllük araziler bitiyor ve yerini sulak alanlara bırakıyor. Bu, göz alabildiğince düz ve sulak alanlar ara ara şeker kamışı tarlaları içerse de genelde çeltik tarlaları ile dolu. Şaşırtıcı derecede düz, sulak ve verimli arazilere sahip bir ülkenin nasıl bu kadar sefalet içinde yaşadığını anlamak mümkün değil.



Çeltik tarlalarında hummalı bir çalışma var. Hasat zamanı gelmiş ve tarlalar arı gibi çalışan insanlarla dolu. Bir kısmı çeltiği biçme işlemini yaparken, bir kısmı da biçme işlemini bitirmiş traktörlere yüklüyor. Bu aşamaları geçmiş diğer bir kısmı ise çeltiği saptan ayırma işlemini yapıyor. Göz alabildiğince uzanan bu geniş çeltik tarlalarında bir tane biçer-döver göremedim. Çeltiği sapından ayırma işlemi halen babadan kalma yöntemlerle yapılıyor. Yere, yarım metre bir odun çakmışlar. Odunun üzerine de, oduna dikey, yere ise paralel bir kağnı tekeri geçirmişler. Bu tekerin en önemli özelliği bütün yüzeyinin kapalı olmaması. Yani, çeltik balyalarının “başak”lı tarafını tekere vurdukça, bir nevi elek vazifesi gören teker aralıklarından çeltikler yere düşüyor. Bu koca tarlalarda bu yöntemle hasat işi nasıl biter bilemiyorum…

Yolculuğa çıkmadan önce yaptığım araştırmalardan bildiğim üzere Pakistan’ın en kuzey ucu Keşmir’den en güneyi Karaçi’ye dek Hindistan sınırı boyunca İndus nehri uzanmakta. Mısır’daki Nil Nehri Mısırlılar için ne ise burada da İndus Pakistanlılar için aynı anlamda. İndus nehri ve onu besleyen diğer nehirlerle beraber Pakistan’ın en kuzeyinden güneyine geniş ve verimli araziler bulunmakta. Bu kadar geniş ve verimli araziyi ekmesini bilip biçmesini bilemezseniz yoksullukta kaçınılmaz oluyor.

Çeltik tarlalarının durumunu gördükten sonra, insanların neden sürekli pilav yediklerini daha iyi anlıyorum!

Quetta’dan ayrıldıktan sekiz saat sonra başlayan bu verimli arazilerde ekili olan çeltik, on saatlik bir süre devam ettikten sonra artık yerini pamuk tarlalarına bırakıyor. Pamuk tarlalarının başladığı şu sıralar gün de bitmek üzere. Günün rengi değişti, tarlalarda ekili şeyler değişti, ama değişmeyen bir şey var, o da sefalet.

Şimdilik bu kadar...

Görüşmek üzere...


 Yazılan Yorumlar...
Ferudun Babacan
(22 Nisan 2011)
Neşe Hanım,
Espri dolu yorumunuza teşekkürler...
Ama
Mizah kim?
Ben kim?
NEŞE
(21 Nisan 2011)
Ferudun bey,nazik iltifatlarınıza teşekkürler...Yorum yaparken daima kendimi gezgin arkadaşımızın yerine koyuyor ve neler hissettiğini,nasıl düşündüğünü çözmeye çalışıyorum,bunu sizin yazılarınızda da yapıyorum. Her yiğidin yoğurt yiyişi farklı,sizinkiler espri dolu,"Uzak" dostumuzunki belgesel film tadında...
Ferudun Babacan
(21 Nisan 2011)
Neşe Hanım,
Bu sitenin gülü.
Okuyanlara da teşekkürler ama yorum ayrı bir lezzet,
heyecan ve motivasyon.
NEŞE
(20 Nisan 2011)
Sevgili Hakan,gerçekten zevk alarak yazıyorum bu yorumları,genç arkadaşlara hiç değilse yorumlarımızla destek olalım diyorum..
hakangeziyor
(20 Nisan 2011)
Evet hocam, gelsin değil mi devamı? Tüm sözlerinizin altına bir imza daha...
NEŞE
(20 Nisan 2011)
Sevgili gezi dostum,siz binlerce km. uzaktaki anılarınızı bizimle paylaşıyorsunuz,emek veriyor,heves ve merakla bize aktarıyorsunuz,bizler ise sıcacık odamızda keyifle okuyor,gözümüzde ,kulağımızda canlandırıyor ve çoğumuz da bundan büyük zevk alıyoruz....Tabii ki bu emeği ve hevesi paylaşırken bu cesur arkadaşların yaşadıklarının da hakkını vereceğim..Kaç kişi cesaret edebilir böyle renkli ve heyecanlı geziye ?Tekrar binlerce teşekkür ve devamı gelsin lütfen ! Sevgiler...
Uzak
(20 Nisan 2011)
Güzel yorumlarınız için teşekkürler. Neşe Hn. çok hoş yorumunuzla beni onore ettiniz, yazımı okumaya vakit ayıran herkese teşekkürler.
Sibel Sönmez
(20 Nisan 2011)
Gerçekten değişik bir tecrübe. İndirimli bilet inadınıza şapka çıkarırım.
NEŞE
(19 Nisan 2011)
Renkleri,kokuları,görüntüleri ile nefis bir film seyrediyor gibiyim,keşke daha sık yazabilseniz bizlere...Tuğla büyüklüğündeki gübrelerin tezek parçaları olduğunu ve tabii bu bölgede ısınmak için değil,ateş yakmak,birşeyler pişirmek için kullanıldığını düşünüyorum..Uzak size çok teşekkürler bizi "uzaklara" götürdüğünüz için..
gülden
(19 Nisan 2011)
Herne olursa olsun,sonunda pamuk tarlalarıyla buluşmak hoş olmuş...kaleminize sağlık...
Ferudun Babacan
(19 Nisan 2011)
Özgür Bey,
Sizinle gezmek çok güzel.
Emeğine sağlık
hakangeziyor
(19 Nisan 2011)
İrandan sonra Pakistan yolculuğu...Müthiş bir deneyim. Hiç bitmesin isterdim ama maalesef zorunlu nedenlerle sonu geldi galiba...
Kaleminize sağlık Özgür Bey...