Bratislava : Mahzun Şehir...

Bizim gezi hikâyemiz kalabalık sayılabilecek bir ekip olarak Viyana’ya görevli gelmemizle başladı. Yaklaşık 20 gün süremiz var. Bu sürede elbette Viyana’yı tanıyacağız ama ben dâhil ekibin tamamında tek şehirle yetinmeyecek bir hava var. Herkes Viyana’yı gezmeyi hafta içi günlerinin iş saatleri dışındaki zamanlarına bırakmayı düşünüyor. Hafta sonları başka şehirlere hatta ülkelere gidebiliriz diye plan yapıyoruz. Malum bu bölgede idari hatta siyasi sınırlar nerede başlayıp, bitiyor, belli değil. Biz de hedef büyütüp Orta Avrupa’yı tanıma arzusundayız. Gerçi bir engelimiz var. Orta Avrupa’nın meşhur soğuğu ve ayazı da bizimle beraber geldi zira. Malum aylardan kasım sonu aralık başı. Üstelik hava da erken kararıyor. Bu durum bir parça canımızı sıksa da aldırmıyoruz.

Karar verildi; İlk hafta sonunun cumartesi günü günübirlik olarak Bratislava’ya gidiyoruz. Ne güzel; hem bir şehir, hem bir ülke, hem de başka bir başkent göreceğiz. Çünkü Bratislava Slovakya’nın güneybatısında kurulu başkenti, ama aynı zamanda Viyana’nın sınır komşusu. Bu yönü ile Viyana ve Bratislava dünyada birbirine sınırı olan iki başkent olma özelliğini taşıyor. Üstelik Bratislava’nın bir özelliği daha var. Aynı anda iki farklı ülkenin de sınır komşusu. Şehrin batı tarafı Avusturya ile sınır iken güneyinden Macaristan’a geçmek mümkün. Dedim ya buralarda sınırlar bir garip…

Viyana’dan Bratislava’ya ulaşım için çeşitli seçenekler var. Karayolu ile gidilebildiği gibi Südbahnhof istasyonundan binilecek trenle de ulaşmak da mümkün. Ama bizim şahane bir fikrimiz var: Tuna Nehri üzerinden gideceğiz. İki şehir arasındaki mesafe çeşitli kaynaklarda 60 - 70 km gösteriliyor. Bu mesafe hem nehir seyahatinin keyfini çıkarmak için hem de gün içinde Bratislava’yı gezmeye zaman kalması bakımından uygun görünüyor.

Okuduklarıma göre Bratislava Tuna Nehrinin hayat verdiği şehirlerden. Ne güzel; Bu haliyle Bratislava benim şehirlerimden biri olmalı diye düşünüyorum. Bir önemi var mı bilmem ama “içinden nehir geçen şehirleri” kendime ait sayarım. Ayrıca Tuna da benim nehirlerimden. İnsanlık tarihi açısından, coğrafi konumu yönünden ve sanata konu olması bakımından çağrışım yükü çok yüksek bende bu güzel nehrin. Tıpkı Fırat, Nil ve Ganj da olduğu gibi.

Niyetimiz cumartesi sabahı erkenden Viyana’dan hareket etmek ama bunun mümkün olamayacağını öğreniyoruz. Çünkü kış sezonu nedeniyle 1 Nisana kadar seferler kaldırılmış ama 26 Kasım ve 18 Aralık tarihleri arasında hafta sonları ve resmi tatillerde yapılabiliyor. O da sadece günde karşılıklı birer sefer. Bu durumda sabah 10.00’da gitmemiz, 17.00’de de dönmemiz gerekiyor. Oysa yazın sezonun en yoğun olduğu döneminde karşılıklı beş sefer düzenleniyormuş. Üstelik sabah 8.30’da Viyana’dan hareket etmek, 22.30’da Bratislava’dan dönmek mümkünmüş. Şansızlığımıza üzülsek de yapacak bir şey yok. Nehir yoluyla gitmeye kararlıyız.

Teknenin hareket yeri Viyana’nın merkezi yerlerinden olan Swedenplatz. Viyana’da Tuna nehrini ehlileştirmek için kanallar açılmış. Bu durum şehrin estetiğini yükselttiği gibi ekonomik yönden yeni imkânlar da yaratmış. İşte bu kanallardan birinin Swedenplatz’daki kıyısından hareket edeceğiz.



Cumartesi sabahı metro hattını kullanarak teknenin yanına heyecanla gittik. Teknenin adı Twin City Liner ve kıyıda olanca güzelliğiyle bizi bekliyor. Ama bir terslik var. Arkadaşların bir kısmı henüz gelmemiş. Buluşmamız geciktikçe huzursuzlanıyorum. Ya teknede yer bulamazsak? Nitekim arkadaşlarımız geldikten sonra bilet almaya gittiğimizde bize tek sınıfta beş kişilik yer kalmadığı söylendi. Teknede bir arada olmak mümkün olamayacak. Çaresiz ikiye bölündük. 3 arkadaşımız için teknenin “first class”ı sayılan kısmından bilet aldık. Biz iki kişi teknenin alt kısmına yollandık. Fakat durumda bir gariplik var. Normal koşullarda, geç kaldığımız için teknenin arka taraflarında oturacağımızı düşünüyorum ama elimizdeki bilet numaraları bizi teknenin aydınlık ve görüş alanı geniş olan ön kısmına yönlendiriyor. Çok geçmeden duruma uyanıyoruz. Teknenin ilk dört sırası numaralı ve 3 € daha pahalı, bizden önce gelenlerin çoğu açısından, Tuna nehrini ve çevreyi izlemek çok önemli olmadığından (belki yüzüncü seyahatleridir) nispeten ucuz olan biletleri tercih etmişler. Azıcık geciken arkadaşlara teşekkür ediyorum içimden. Çünkü bu ayırımın farkında değildik. Güzel bir sürpriz oldu benim için. (Meraklıları için bilet ücretinin tek yön 33 € olduğunu belirteyim)



Koltuklarımıza yerleştikten hemen sonra tekne, nispeten yatağının dar olduğunu düşündüğüm nehrin üzerinde ilerlemeye başladı. Henüz yavaş gidiyoruz ama okuduğum broşüre göre saatte ortalama 60 km hızla ilerleyeceğiz ve yolculuğumuz aşağı yukarı bir saat sürecek. Gözlerim Viyana’da yürürken göremediğim kıyıları tarar ve hafif bir hayal kırıklığı ile “Tuna burada çok da etkileyici değilmiş, umarım hep böyle değildir” diye düşünürken, birdenbire nehir genişledi, neredeyse göle dönüştü gözlerimizin önünde. Geniş, yaygın, dingin, göz alabildiğine uzanan ve tam su yeşili bir göle. Tabii ya! Asıl şimdi Tuna’nın üzerindeyiz. Az önceki suyolu sadece bir kanaldı. Keyfim yerine geldi.

İçecek bir şeyler arandım. Teknenin küçük bir büfesi var. Kendime ve arkadaşıma bir “cafe melanj” (Viyana’da en çok sevdiğim ve içtiğim kahve oldu) aldım. Gri, puslu havaya ve kış mevsiminin azalttığı renklere rağmen tekne yol aldıkça her iki kıyıda ve suyun yüzeyinde sürekli değişen manzaranın büyüsüne bıraktım kendimi. Nehir yolculuğunun en güzel yanı budur bana göre. Kara yakın olduğu için suyun üzerinde ilerlerken kıyının yeşilinden, güzelliğinden de mahrum kalmaz insan.

Bir ara fotoğraf çekmek için yerimizden kalktığımızda, yukarıda “first class”ta bulunan arkadaşlara uğramak istedik. Dışarıda müthiş bir soğuk var. Üst kata çıktık. Arkadaşlarımızı her tarafı camla kaplı bir odada bir masanın etrafında otururken buluyoruz. Burada manzarayı 360 derece açıdan izlemek mümkün, ama içerisi nedense rahatlatıcı gelmiyor bana. İçeride 8-10 kişilik yer var ama daha kalabalık görünüyor. Az sonra nedeni anlaşılıyor. Bilet kontrole gelindiğinde bizimle beraber başka ziyaretçiler de aşağı iniyor. “Sorun değil” diyorum içimden, ben aşağıdaki halimden memnunum…



Bratislava’ya yaklaştığımızı hem çoğalan yapılaşmadan hem de iki kıyıyı birleştiren köprülerden anlıyorum. Evet işte! Benzerliğinden dolayı UFO Köprüsü diye adlandırılan modern (gerçek adı Novy Most, yani “yeni köprü”) köprü tam karşımda. Nitekim çok geçmeden tekne kıyıya yanaşıyor (burada kanal yok) ve biz Bratislava’nın eski şehir (Old Town) denilen bölgesinin yakınına adım atıyoruz.

Ama bu noktada, yani, şehri anlatmaya başlamadan önce bölgeye ilişkin biraz yakın tarih bilgisine ihtiyaç var sanırım. Şimdi topraklarına adım attığımız Slovakya denilen bölge 1. Dünya Savaşına kadar Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun bir parçası olarak Habsburg hanedanının yönetiminde kalır. 1. Dünya Savaşı, İmparatorluğun yıkılması ile sonuçlanınca; çeşitli ırklardan insanların yaşadığı Slovakya, Bohemya, Alt-Karpatlar Rutenyası ve Moravya bölgelerinin birleşmesiyle Çekoslovakya kurulur. 2. Dünya Savaşının sonucu ise bu devletin siyasi sınırlarını değil ama yönetim şeklini değiştirir. Savaş sırasında Nazi Almanyası tarafından işgal edilen Çekoslovakya, savaş sonrasında komünist yönetim sistemini benimseyerek doğu bloku ülkeleri arasına katılır. Ancak 1989 yılında başlayan ve doğu bloku ülkelerini etkisi altına alan gelişmelerden bu genç devlet de kendini kurtaramaz ve 1 Ocak 1993 tarihinde Slovakya ve Çek Cumhuriyeti olarak ikiye ayrılır. Böylece bölgenin yönetim sistemi bir kez daha değişir.

Bu değişiklikle ilgili olarak Slovakya için yaygın kullanılan “ayrılığın mahzun ülkesi” tarifi, yeni durumu anlamak için başlangıç noktası olabilir diye düşünüyorum. Çok da hayırlı olmamış anlaşılan. Yine de bu görüşe katılmam için en azından akşamı beklemem gerek. Bununla birlikte söz konusu bölünme, sorunsuz ve şiddete başvurulmadan yaşanan tek hükümranlık paylaşımı olması nedeniyle dünyada önemli bir deneyim sayıldığını biliyorum. Son olarak 2004 yılında her iki ülke de hem NATO’ya hem de Avrupa Birliğine katılır. Yazının başında sözünü ettiğim ülke sınırlarının tuhaf olmasının sebebi de bu katılım.



Nitekim tekneden elimizi kolumuzu sallayarak başka bir ülkenin topraklarına ayak basıyoruz. Ortada ne bir polis ne de gümrük memuru var. Artık eskiden Almanların Pressburg, Macarların Pozsony dedikleri ve Slovakya’nın yaklaşık 450.000 nüfuslu başkenti olan Bratislava’dayız.

Gezi rotamıza karar vermek için etrafa bakınırken eski şehrin hemen üstündeki tepede kurulu Bratislava Kalesi’ni görüyor ve başlangıç için uygun olduğuna karar veriyoruz. Çünkü haliyle kalenin rakımı yüksek ve hava da çok soğuk. Öğle vaktinin görece yüksek sıcaklığından yararlanarak kaleyi gezelim, diyoruz.

Ama önce Tuna Nehri kıyısına paralel uzanan sakin ve huzurlu caddenin üzerinde bulunan bir kafeteryada bir şeyler içmek istiyoruz. Burası eski bir binanın giriş katı. İçi eskiden kullanılan, neredeyse antika gibi duran eşyalarla süslenmiş. Bu şekilde rahat ve sıcak bir atmosfer yaratılmış. Bu sıcaklığın etkisiyle eşyaları inceliyor, oradaki gündelik hayatı anlamaya, bizim kullandıklarımızla ortaklıklar bulmaya çalışıyoruz. Ama vaktimiz dar. Kahvelerimizi içtikten sonra çıkıyoruz. Zaten daha sonra şehirdeki eski binaların çoğunun giriş katlarının bu türden kafe ve restoranlara dönüştürüldüğünü görüyoruz. Turizmin gücü bu. Girdiği her yeri kendi ihtiyaçları doğrultusunda değiştiriyor.



Kaleye yürüyerek çıkacağız. Tahminen bir km yolumuz var. Önce hafif dik bir yokuştan, sonra merdivenlerden yavaş, yavaş ve etrafı seyretmeyi ihmal etmeden tırmanıyoruz. Yükseldikçe şehri daha iyi kavrıyoruz. Kalenin içine ise yedi metre uzunluğundaki giriş kapısı Sigismund’s Gate’den geçerek giriyoruz. Okuduğum kaynaklarda kalenin ilk izlerinin Keltlere kadar uzandığı, zaman içinde yıkılan veya yangınlara maruz kalan kalenin değişen tarzlarda yeniden inşa edildiği, Osmanlının Viyana kuşatmaları sırasında şehrin korunmasında önemli işlev üstlendiği yazılı. Hatta kalenin dış duvarlarında Osmanlı askerlerinin gelebildiği yerleri gösteren işaretler konulmuş olduğunu görüyoruz.

Kare planlı bir kale bu. Dört köşede sivri çatıları olan gözetleme kuleleri var. Uzun süredir devam eden restorasyon yeni tamamlanmış. Belki bu yüzden Keltlerle başlayan tarihini hiç hissettirmiyor. Çatı kiremitleri hariç bütünüyle beyaza boyanmış. Bu haliyle çok sade ve fazla steril göründü gözüme. Pasta gibi. İçinde eskiden saray olarak kullanılan taş binadan dönüştürülen Milli Tarih Müzesi var. Oraya yöneliyoruz. Ama ne yazık. O bölümde restorasyon henüz bitirilmediği için müze kapalı. Fakat kalenin düz ve geniş avlusu çok hoş. Tuna nehrinden yaklaşık 85 metre yüksekte olduğundan şehre tamamen hâkim ve bu yüzden iyi bir seyir terası işlevini görüyor. Biz de buradan önümüze serilen uçsuz bucaksız panoramik manzara içinde şehri tüm boyutları ile seyrediyoruz.



Özellikle bir saat önce üzerinde yol aldığımız Tuna’nın, şehir içinde sakin, geniş ve rahat şekilde kıvrılarak salınışını izlemek büyük keyif veriyor hepimize. Nehrin öbür yakasına takılıyor gözlerimiz. Bu yakada pek bulunmayan büyük, yüksek, küçük pencereli ve birbirine yakın konumlanmış çok sayıda bina görüyoruz. Bir kısmının komünist dönemden kalma sosyal konutlar olduğu söyleniyor. Spekülasyon olmasın ama uzaktan, ülkemizin artık her yerinde görmeye alıştığımız TOKİ konutlarını çağrıştırıyor bana. Oraya geçmek için daha önce gördüğümüz UFO köprüsünü kullanmak gerekecek ama bizim zamanımız yok.

Dönüş yoluna geçmeden kale içinde gözümüze çarpan hediyelik eşya dükkânına çok da istemeden giriyoruz. Çünkü genellikle bu yerlerde satılan tamamen turistik amaçla üretilmiş, zevksiz, standart ve yaratıcılıktan uzak ürünlerden sıkılmıştım. Ama güzel bir sürpriz karşılıyor bizi. Hoş, yerel tasarımlı, özgün ürünler var burada. Biraz alışveriş yapıp hemen çıkıyoruz, dedim ya zaman az, gezecek yer çok. Bu arada meraklısına kaleye giriş ücreti 2,50 €.

Kaleden inişe farklı yoldan, kalenin arka tarafından başlıyoruz. Arnavut kaldırımlı dar, temiz sokaklar, bahçeli şirin evlerin pencere ve balkonlarından sarkan ve kışın soğuğuna rağmen gayet canlı görünen çiçekler. İyi geliyor insana.



Şimdi hedefimiz şehrin meydanlarını, sokaklarını gezmek, önemli binalarını görmek. Neyse ki şehir küçük, her yer yürüme mesafesinde. İşte iniş yolumuz bizi Grassalkovich Sarayına getirdi. Saray tarihi bölgenin hemen bitişiğine konumlanmış. Daha sonra Viyana’da adını çok duyacağımız Maria Theresia tarafından 1760 yılında Maria Kont Anton Grassalkovich adına yaptırıldığını öğreniyoruz. Adını buradan alıyor. Eskiden burada kutlamalar, konserler ve balolar düzenlenirmiş. Şimdi başka bir görevi var: 1996 yılından beri Başkanlık Sarayı olarak kullanılıyor. Barok tarzda yapılan Saray, önündeki büyük meydana gayet korunaksız şekilde açılıyor. Meydan oldukça sakin. Ortasında bulunan büyükçe havuzun kıyısında havanın soğukluğuna rağmen incecik giysiler içinde dans eden genç kızlar ve onları kameraya çeken bir ekip var, muhtemelen bir reklam çekimi bu. Durup bir süre bu sevimli Slovak kızların dansını izliyoruz. Sarayın arkadaki geniş bahçesinde Maria Theresia’nın güzel bir heykeli de bahçeyi süslüyor.

Maria Theresia’nın heykelinin Bratislava’da bulunması gayet doğal, çünkü Habsburg Hanedanının bu güçlü imparatoriçesi şehrin gelişmesine katkı sağlayan en önemli isimlerden. Grassalkovich Sarayının yanı sıra Bratislava’nın en güzel sarayı olarak kabul edilen Palffy, ilk barok saray olarak bilinen Keglevich ve pembe renkli dış cephesi ile tanınan Primatial gibi görkemli saraylarını da O yaptırmış. Ne yazık ki bu sarayların içini görme fırsatımız olamayacak.



Sırada eski şehrin en merkezi meydanı olan Hlavne Namesti var. Meydan, daha doğrusu tüm eski şehir araç trafiğine kapatılmış. Arnavut kaldırımlı meydanın ortasında büyükçe bir havuzun içinde 1572 yılında inşa edilen Maximilian Çeşmesini görüyoruz. Etrafı ise birbirinden farklı tarzda inşa edilmiş ama kendi içinde belli bir uyumu yakalamış binalarla çevrili. En önemli yapılar arasında Ulusal Tiyatro ve Filarmoni binaları, bazı büyükelçilikler ile eski belediye binası ve onun gösterişli kulesi var. Şehir yaklaşık 500 sene buradan yönetilmiş.

Meydan şehrin şu ana kadar gördüğümüz en kalabalık yeri. Malum Noel zamanı ve yılbaşı yakın. Bu nedenle meydan süslenmiş, alışveriş için ahşap kulübeler yapılmış, hediyelik eşyalar, yılbaşı süsleri, yiyecek-içecek malzemeleri satılıyor. Bir köşede kurulan sahnede Slovak kızlar yerel giysileri içinde şarkı söyleyip yine yerel dans gösterileri yapıyorlar Gerçekten çok güzel ve şirinler. Biz de birer bardak sıcak punch alarak hem içimizi ısıtıp hem de kalabalıkla birlikte kısa bir süre onları seyrediyoruz. Aslında bu meydan müziğe ve dansa alışkın olmalı. Çünkü Mozart’ın ve Franz Liszt’in çocukluk zamanlarında ilk sahne gösterilerini burada yaptıklarını, Bella Bartok’un uzun bir süre burada yaşadığını bir yerlerde okumuştum. Yılda iki ayrı müzik festivali düzenleniyormuş. Bu sene eylül ayında gerçekleştirilecek bu festivaller; Bratislava Müzik Festivali ve Caz Günleri.



Punch durumu kurtarmadı; acıktık. Eski şehre açılan ve nispeten geniş bir cadde olan Obchodna üzerinde bulunan Slovak Pub’a yollandık. Burası otantik Slovak yemeklerinin bulunduğu hayli ünlü bir yer. İki katlı eski bir binada olan bu lokantanın her odasının Slovak tarihinin farklı dönemlerini temsil edecek şekilde dekore edildiğini öğrenince şaşırdım ve sevdim burayı. Oturduğumuz odanın duvarları da tarihi kişiliklerin resimleriyle süslü ama hiç birisini tanıyamadık. Slovak tarihi çalışmak lazım diye gülüştük aramızda.



Elbette niyetimiz Slovak yemeklerinin denemek. Başlangıç olarak içi boşaltılmış sert kabuklu yuvarlak ekmeğin içinde masaya getirilen sarmısak çorbası hem sunumuyla hem de tadıyla şaşırttı bizi. Ardından en bilinen Slovak yemeği olan Halusky’lerimiz geldi. İnce rendelenmiş çiğ patates, un, süt, yumurta ve tuz ile yapılan hamur, kuskus büyüklüğünde parçalara ayrılıp, kaynar suda haşlanarak pişiriliyor ve eritilmiş tereyağı, rendelenmiş dil peyniri ve maydanozla servis ediliyor. Biraz hayal kırıklığı yaşadık galiba. Bir tür makarna, Slovak makarnası diye düşündüm. Arkadaşlardan birisi yine hamurdan yapılmış, mantıya benzer bir yemek sipariş verdi ama ben tadına bakmadığım için yorum yapamayacağım. Tabi peynir kızartması siparişini de verdik. Buranın kendine özgü peynirleri olduğunu biliyorduk. Nitekim gelen peynir kızartmasını çok beğendim. İçecek olarak Slovak kolası olarak bilinen Kofola önerildi. Ben hiçbir kolayı sevmediğimden denemedim.



Sonuç olarak Slovak Pub’ın Bratislava’da yemek için tercih edilmesi gereken bir yer olduğuna karar verdik. Hem fiyatlar uygun, hem bölgeye özgü yemekleri bulmak mümkün, hem de konumu ve dekorasyonu ile gayet kişilikli bir mekân. Meraklısına fiyatlardan bahsedeyim: Sarımsak çorbası 2,80 € ; peynir kızartması 4 €; halusky 3,30 €.

Tekrar dışarıya çıktık. Eski şehrin girişine yöneldiğimizde Trinity Kilisesi bizi karşıladı. 1529 yılında Osmanlı İmparatorluğunun kuşatmaları sırasında yıkılan St. Michael Kilisesi’nin yerine inşa edildiği belirtiliyor. Yapımına 1717 yılında başlanmış ama bitirilişi 10 yıl sonrayı bulmuş. İçini görme fırsatımız olmadı ama merak edenler için içerisinin tamamen mavi renge boyanmış olduğunu, duvar ve tavanlarında olağanüstü güzellikte barok stili freskler bulunduğunu öğrendik. Zaten bu gezi sadece dış mekân tanıma gezisi oldu. Yapacak bir şey yok, zaman dar…



Kiliseden sonra önümüze çıkan dar geçit önemli. Çünkü burası Bratislava’nın hala ayakta duran dört eski kapısından biri olan Michael’s Gate. Bir köprüden geçilerek giriliyor. Önceden ahşap bir köprüymüş ama şimdi betonarme. Hiç şaşırtıcı değil. Kapının üzerinde büyük bir ejderha heykeli var. Girişin hemen ilerisinde yerde metal malzeme ile çizilmiş büyükçe bir daire dikkatimizi çekiyor. Bratislava’yı merkeze alıp dünyanın önemli şehirlerine olan mesafeleri çember üzerinde gösterilmiş. Evet işte: İstanbul 1231 km. “Aa, çok ta uzakta değilmişiz İstanbul’dan, doğuya gitseydik, Erzurum’a ancak ulaşmış olurduk”. Ne zaman yapıldığını ve kimin düşündüğünü öğrenemedim ama ilginç ve eğlenceli bir şey olduğu kesin.



Aslında Michael Gate’in günümüzün koşullarında da kapı anlamı var gibi geldi bana. Çünkü iki tarafı farklı dünyalara açılıyor. Kapının geride bıraktığımız tarafında trafiği, kalabalığı ve koşuşturması ile modern hayat hüküm sürerken, diğer yanda eskinin daha sakin, ağır ve huzurlu atmosferi var. Sokaklar dar, binalar alçak ve bitişik nizam inşa edilmiş. Binaların alt katları genellikle pastane, kafeterya ve küçük lokantalara dönüştürülmüş. Uluslararası zincirler henüz gelmemiş. Ne güzel. Bu bölgeden mola vermeden çıkmak imkânsız. Öylesine çekici ve otantik görünüyor ki...

Nitekim sıcak çikolata satan bir dükkânda karar kıldık. Dükkânın adı Çokoladovna. Küçük ve sevimli bir yer. Çikolata bardaklarımızı alıp dışarıya çıktık. Gerçekten tadıyla, kokusuyla hakiki çikolata elimizdekiler. Üstelik çok ucuz. Etrafta fazla turist yok. Belki mevsimin uygun olmayışından veya Bratislava’nın henüz çevresindeki Viyana, Prag ve Budapeşte gibi dev turizm merkezleri ile rekabet edememesinden kaynaklanıyor olabilir. Daha iyi. Biz de bir cumartesi öğleden sonrasını geçiren Slovakları izliyoruz. Sakin ve telaşsız bir gün ve insanlar. Yanımızdan geçen 70 yaşlarında tek yumurta ikizi, beyaz saçlı, beyaz tenli, bir örnek mor manto ve şapka giyinmiş şekilde birbirinin kolunda ağır adımlarla yürüyen, çok hoş iki kız kardeş gülümsetiyor bizi. Hayat ne güzel…



Yukarıda mesafe çemberini eğlenceli bulduğumu söylemiştim. Ama eğlence bundan ibaret değil, estetik değerlerini kestiremem ama sanırım dünyanın hiçbir yerinde şehri süsleyen heykeller buradaki gibi şaşırtıcı ve muzip değildir. Beklenmedik yerlerde karşımıza çıkan bu heykeller genellikle resmi veya dini mesaj taşımadığı için dalgacı ve komikler. Örneğin Posta İdaresine ait posta kutusunun üzerine tünemiş bir kıza yerde oturan arkadaşını laf yetiştirirken görüyoruz. Ayrıca bir sokağın köşesine konuşlanmış paparazzi fotoğrafçı, rögar kapağından kafasını uzatmış şekilde çevredekileri gülümseyerek izleyen işçi Cumil, elindeki fötr şapkasıyla geleni-geçeni selamlayan Natsi (Bratislava’lıların çok sevdikleri ve yaşarken herkesi bu şekilde selamlayan zihinsel engelli hemşehrileri) bunlardan en bilinenleri. Napolyon bile bir bankta oturanlara arkadan sarılacak şekilde gayet laubali canlandırılmış.

Hava yavaş yavaş kararıyor. Yanan ışıklar ve ışıklandırılan yerler, şehri gündüz göründüğünden başka türlü bir güzelliğe hazırlıyor. Ayrıca Noel dolayısı ile ışıklandırılan dev çam ağaçları dallarına asılı süsleri ile daha görkemli görünüyor. Akşama doğru sokak ve meydanlar daha canlandı sanki. Alışveriş kulübelerinin önleri hala çok kalabalık.

Ama bizim dönme vaktimiz yaklaşıyor. Aslında yapacak çok şey vardı: Ara sokaklarda ve Tuna kıyısında ona paralel uzanan cadde boyunca dolaşmak isterdim. Üzerindeki köprülerden yürümek, oradan Tuna’yı seyretmek, hele karşıya geçmek ne güzel olurdu. İçimde kalan bir şey daha: Novy Most’un (yeni köprü) UFO’ya benzetilen bölümünde bulunan restoran ve kafeterya 360 derece dönen bir platform üzerine yerleştirilmiş, orada bulunmak, dönerken değişen manzaraya karşı bir şeyler içmek hoş olmaz mıydı? Ya müzeler. Zaman olsaydı, arkeolojik buluntuların ve çağdaş sanat eserlerinin sergilendiği Ulusal Slovakya Müzesini, Şehir Tarihi Müzesini ve Doğa Bilimleri Müzesini gezerdim. Son olarak bir şehir turu yapardım. Ama bu sefer yürüyerek değil. Komünist dönemden bu yana işletmede kalan ve bence çok özgün görünen, sevimli, küçük, kırmızı troleybüslerle…



Zaman bitti, artık dönüş yolundayız ve teknede Tuna üzerinde ilerliyoruz. Hava tamamen karardığı için etrafı izlemek mümkün olamıyor. Bende oturduğum yerde geçirdiğim günü daha doğrusu gezdiğim şehri düşünüyorum.

Bratislava sade ve güzel bir şehir ama iddialı değil. Güzelliği Viyana, Prag veya Budapeşte gibi insanı baştan çarpmıyor, ezmiyor. O’nu fark etmek biraz emek ve görecek göz istiyor. Tur esaslı turizmin zehirlediği her şeyi hızlı ve yüzeysel tüketen gözler için sıkıcı bile gelebilir. Henüz turizmin klişe standartlarına tam teslim olmamış, onun gereklerine göre biçimlenmemiş. Ben sevdim… Fakat böyle kalması imkânsız gibi görünüyor, ne yazık ki. Anladığım kadarıyla Slovakya’nın önemli bir yeraltı, yerüstü zenginliği yok. Yabancı kaynaklı otomotiv sektörü ve elektronik üretimi dışında ciddi bir sanayisi de bulunmuyor. Bu durumda ülke kalkınmasının finansmanı AB fonları ve turizm gelirlerine dayandırılmış durumda. Ancak turizmde aldığı pay, Prag’ın aldığına göre henüz çok az. Kim bilir, belki yukarıda sözünü ettiğimiz mahzunluk oradan geliyordur.

Keşke daha fazla zamanımız olsaydı. Toplam altı saate her yere yürüyerek gitmek şartıyla bunları sığdırabildik. Bu bile olağanüstü bana göre ama sadece bizim başarımız değil. Rehberimiz Sarp’ın sayesinde oldu bütün bunlar. Teşekkürler Sarp Kayalar.


 Yazılan Yorumlar...
safiye
(01 Haziran 2011)
Gezmek güzel, yazmak güzel ama paylaşmak daha da güzel. Tüm yorumculara destekleri için teşekkürler
Musa Kayrak
(30 Mayıs 2011)
Merhaba,

Geçen yıl 2 gün kaldığım bu şehri çok güzel anlatmışsınız... Bir katkı da ben yapmak isterim. Biz eşimle otobüs ile Viyanadan Bratislavaya geçtik. Bilet fiyatı 7,5 Euro idi.

Selamlar
Hacer PEKŞEN
(13 Mayıs 2011)
safiye ablacığım,
işimin arasında tek bir solukta okuduğum nadir yazılardan...
bratislava şehrini resimlerle merak ettirip , hemen arkasından açıklamalarınızla merakımızı gidermeniz süperdi. :)
devamını bekleriz. süperdi.
NEŞE
(12 Mayıs 2011)
Çok güzel bir yazı,herşey kararında...Teknenin Tuna ya açılışını adeta ben de sizinle birlikte yaşadım,aslında fikir çok güzel,bir dahaki Viyana gezisinde ben de tekne ile Bratislava ya gitmeliyim !Slovak kökenli bir Çek dostumuzdan hala anlatılan"Türk" hikayeleri dinlemiştik,Osmanlı bu bölgede epeyi at koşturmuş..Sizin "ekmek içi çorba "dan ben de Polonya da yemiştim,anlaşılan Orta Avrupa da sevilen bir yemek...Kenti süsleyen ilginç heykeller her görenin dilinde,Prag ve Viyana arasından belki ancak böyle ilginçliklerle sıyrılıp yükselecek bu güzel şehir !Ellerinize sağlık..
gülden
(12 Mayıs 2011)
Kaleminize sağlık..keyifle okudum...harkulade....
Nesrin Günaydın
(12 Mayıs 2011)
Sevgili arkadaşım, seninle birlikte gezdiğimiz yerleri olduğu gibi ve en ufak ayrıntıyı bile kaçırmadan çok güzel yazmışsın. Bir günlük Bratislava gezimizi bütün detaylarıyla yeniden hatırlamak beni çok mutlu etti. Ellerine sağlık.
hakangeziyor
(12 Mayıs 2011)
Kıyısından ya da köşesinden birazcık da olsa "su geçen" şehirler favorim yerlerdir. Bratislava diğer büyük komşuları kadar olmasa da yine de hoş bir yer gibi geldi bana. Ama galiba Tuna Nehri en güzel dansını Budapeştede yapıyor.
Aramıza hoşgeldin abla...
Kalemine sağlık...
Gülşah
(12 Mayıs 2011)
Fotoğraflardan anladığım kadarıyla, güzel Tunanın büyülü havasıyla tüm ihtişamını sergilemese de yakıştığı şehirlerden biri Bratislava. Yazınızı keyifle okudum. Elinize sağlık...
Ferudun Babacan
(12 Mayıs 2011)
Çok güzel hazırlanmış.Emeğinize sağlık