Kavala’dan ayrılacağımız gün sabah saat 08.30’da ayaktaydık. Kahvaltı fena değildi ama Selanik’teki Capsis Hotelle kıyaslanamazdı. Bir de salon çok küçük olduğu için ufak tefek çarpışmalar kaçınılmaz oluyordu. 09.05’te otobüsümüz hareket etti ve meşhur Kavala kurabiyesi alacağımız Nea Karvali bölgesine geldik. Şok…Pazar sabahı olduğu için dükkan henüz açılmamıştı. Mimis bizi bir iki kilometre geriye götürüp başka bir yerden kurabiye almamızı sağladı.
Alışveriş için girdiğimiz tesis bizlere önce kurabiyeden tattırdı. Kavala kurabiyesi, kavrulmuş un ve bademin mükemmel bir kombinasyonu. Bizde Edirne Kurabiyesi ya da bademli kurabiye olarak da biliniyormuş. Birbiriyle tarih sürecinde yakın ilişkiler içinde olan iki halkın ortak değerlerinden bir tanesi daha bence…Kurabiyenin yarım kiloluk paketleri 4 €, bir kiloluk paketleri ise 8 €. Farklı ve daha küçük bir çeşidinin kilosu ise 11,5 €.
İskeçe (Xanthi) Kurabiye alışverişini tamamlayarak saat 10.00 gibi İskeçe’ye doğru yola çıktık. Kavala-İskeçe arası 55 km. Yol boyunca yabancı bir ülkeden ziyade herhangi bir Anadolu yolunda ilerliyormuş gibi hissettim kendimi. İskeçe’ye vardığımızda saat 10.45’ti. İskeçe’nin nüfusu yaklaşık 53.000. Şirin bir kasaba görünümünde. 1371 yılındaki Çirmen Zaferi ile Osmanlıların eline geçmiş. İkinci Dünya Savaşında Bulgarlar tarafından işgal edilmiş.
“Binbir Rengin Şehri” olarak tanımlanan İskeçe’nin tam ortasında genişçe bir meydan var. Bu meydanı (Plateia Kendriki) süsleyen ve görkemli görüntüsüyle şaha kalkmış bir saat kulesi mevcut. Bu tarihi saat kulesi, 1870 yılında Hacı Emin Ağa tarafından yaptırılmış. 1972 yılında İskeçe belediyesince yıkılmasına karar verilmiş ancak halk tepki gösterince vazgeçilmiş. Daha önceden saatin bir kitabesi varmış ama paramparça edilmiş. Meydanda ayrıca bolca kafe ve restoran da mevcut. Diğer günler Meydanın oldukça hareketli olduğunu söylüyor Mimis. Arzu dahil ekibin büyük bölümü meydandaki kafelerde oturup Türk mü Yunan mı olduğu artık çok fazla bir şey ifade etmeyen kahvelerini yudumlamaya karar verdiler. Bense her zamanki gibi elimde fotoğraf makinesi bu kısacık sürede şehri gezmeye başladım.
Meydanın hemen sol tarafında oldukça büyük bir kilise mevcut. Tam saat 11.00’de kilisenin çanları çalmaya başladı. Ayin olduğu için gezemedim. Meydanı geçip eski şehir bölgesine ilerleyecekken bir bankta oturan dört kişiden en yaşlısından “Hoşgeldiniz” nidası yükseldi. Hemen bir sohbete başladık. İskeçe Türklerindenlermiş. Orada doğmuşlar. Bu sıralarda ciddi sıkıntıları yokmuş ama ekonomik krizin kendilerini etkilediğinden bahsettiler. “Her yer kapalı ama” dedim, “bugün Pazar, olsun o kadar” cevabını aldım. Mekan abiye bu insanlardan bahsedince O da onlarla sohbete gitti.
Gezdiğimiz tüm bölgelerde olduğu gibi İskeçe şehrinde de Pazar günü tüm çarşı kapalıydı. Normal zamanda oldukça kalabalık ve yürüme zorluğu çekileceği açık. Zira çarşı sokakları daracık. Biraz dar sokaklarda ve eski evlerin arasında dolaştım. Cumbalı balkonlar, az katlı eski Osmanlı evleri çok keyifliydi. Aslında müslüman ve hristiyan kültür içiçe geçmiş gibi. Bazı yerlerde net bir şekilde bu harmoniden kurtulabiliyorsunuz ama çoğu zaman ayırt etmek güç. Bolca fotoğraf çektim. Ama çok fazla zamanımız yoktu. Aslında buralarda en az 24 saat geçirilmesi gerekir. Pek çok yeri gezemedim bile. Selanik ve Kavala dışındaki dört küçük Batı Trakya şehri içinde bence en güzeli İskeçe. Çevresinin de güzel olduğunu söyledi Mimis. Ayrıca her yıl şubat ayının sonlarında ya da Mart ayında düzenlenen karnaval çok renkli geçiyormuş. Eylül ayında da Kasaba Festivali düzenleniyormuş.
Meydanın aşağı bölümünde bir havuzun içinde yer alan büyük ve yaşlı ağaç sanki gelen geçene şehrin tarihini anlatabilmek için bekliyormuş havasındaydı. Onunla da fotolaştıktan sonra saat 11.30’da bu güzel ve şirin şehri terketmek zorunda kaldık. Bir gün yolumu yine İskeçe’ye denk getirebilirm…
Gümülcine (Komotini) Gümülcine’ye vardığımızda saat 12.15’ti ve bir saat vaktimiz vardı. 45.000 nüfuslu şehrin yaklaşık %40’ı Türklerden oluşuyormuş. Bulgaristan sınırına sadece 23 km. uzaklıkta yer alan Gümülcine şehrinin önemli bir tarihi geçmişi var. Şehirde Bizans ve Osmanlı dönemi'ne ait pek çok tarihî eser yanında bir arkeoloji müzesi (giriş ücretsiz) ve bir de halk müzesi bulunuyormuş.
Otobüsten iner inmez trafiğe kapalı olan Irinis Meydanına (Plateis Irinis) doğru ilerledik. Kafeler ve restoranlar dışında her yer kapalıydı. Küçük bir oyun parkında herşeyden habersiz oynayan çocuklara şöyle bir baktıktan sonra (galiba çocuklarımı özledim) yolun hemen köşesinde yer alan bit pazarı dükkanlarından birisine girdik. İçeride ne ararsanız var: eski saatler, at eyerleri, cam işçiliği eserleri, küçük biblolar, semaverler, bakır cezveler, işlemeli bardaklar ve daha neler neler. Sahibi de birkaç kelime Türkçe biliyordu. Küçücük dükkanda saatler geçebilir…
Burada Arzu’lardan ayrılıp tarihi çarşı bölgesine girdim. Ama in cin top atıyordu. Sokakta bir kişi dahi görmez mi insan? İlerlerken kendimi Yeni Caminin yanı başında buldum. Hemen az ilerisindeki saat kulesi ile farklı bir görüntü oluşturuyordu. Saat kulesini 1884 yılında II. Abdülhamit yaptırmış. Neredeyse tamamı tek katlı olan dükkanların arasında oldukça heybetli görünüyordu.
Bu sefer yolun karşı tarafına geçip Belediye Otoparkının oradan Metropolitan Katedralinin oraya çıktım. Oldukça büyük bir yapı. Bahçesinde de bir heykel var ama Yunancam olmadığı için kimin heykeli anlayamadım. Gerçekten bu Yunan alfabesi bana göre deli saçması bir şey. Dilini bilmesenizde pek çok ülkede neyi gördüğünüzü ya da gezdiğinizi anlamınız mümkün. Ama burada gezmekle Çin’de gezmek arasında hiçbir fark yok. Zatem Mimis’in dediğine göre AB’de bu durumdan rahatsızmış ve latin alfabesine geçmesi veya en azından iki yazı olması yönünde baskılar yapıyormuş. İlk aşamada yol tabelaları iki dilde olmuş. Gerisi allah kerim…
Şehrin ortasında büyük bir park var. Yemyeşil. Hemen önünde büyük bir anıt yükseliyor. “Kılıç Anıtı” olarak adlandırılan bu anıt savaşlarda hayatını kaybeden Yunan askerleri adına 1967 yılında dikilmiş. Parkın diğer bir ucunda da Aziz Paraskevi Kilisesi bulunuyor. Küçük bir kilise…
Bu arada Gümülcine’ye gelmişken Nedim Pastanelerinden bahsetmeden de geçmeyelim. 1950 yılında Gümülcine’de mütevazi bir dükkanda işe başlayan Nedim Pastaneleri bugün artık sadece Batı Trakya’da değil tüm Yunanistan’da tatlılarıyla meşhur bir yer. Özellikle sucuk lokumu favori tatlısı. Ben alışveriş yapmadım ama ekipten pek çok kişi yakınlarına bir şeyler aldılar. Dükkan, hemen Kılıç Anıtı’nın karşısındaki caddede bulunuyor. (Adres, Kriton 15-17, Orfeos)
Artık Batı Trakya’daki son uğrak noktamız Dedeağaç’a doğru yola çıkma vaktimiz gelmişti. Otobüsümüz hareket ettiğinde saatler 13.15’I gösteriyordu.
Dedeağaç (Alexandroupolis) Deniz kenarında yer alan şirin Dedeağaç kasabasına vardığımızda saat tam 14.00’tü. Artık acıkmış olduğumuzdan öğle yemeği ihtiyacı ile birlikte mola süremiz bir buçuk saatti. İpsala sınır kapısına sadece 35 km uzaklıktaki Dedeağaç’ın nüfusu yaklaşık 50.000. Yeşillikler içinde küçük bir liman kenti.
Artık deniz ürünleri yemek istemediğimiz için merkezde küçük bir tur attıktan sonra Mimis’in tavsiye ettiği, hemen limanın karşısındaki sokakta, dönercileri geçtikten sonraki ilk sol köşede bulunan ve sulu yemek çeşidi bol bir restorana oturduk (Nepaia gibi bir şeydi ismi) Arzu kuzu fırını mideye götürürken ben de koca bir tabak balık çorbası içtim (İyi ki deniz ürünü yemeyecektim). Ekmeği, suyu derken 14 €’luk hesabımızı ödedik ve kordon boyu yürüyüşüne başladık. Uzun kıyı şeridinde ve limanda çok sayıda balık lokantası var. Kıyıdaki eski gemici feneri de oldukça heybetli görünüyor. Ama Yunanlılarla tarihi yapıların yok edilmesi alanında yarışırız gibi geliyor. Her yer apartman olmuş. Yalnız şehrin temiz ve bakımlı olduğunu belirtmeden geçemem. Her yer kapalı olduğu için bu sakinlikte bunu gözleme şansımız daha fazla.
Dedeağaç’ın en önemli caddesi Dimokratias. Ne kadar meşhur marka biliyorsanız hepsinin mağazaları bu caddede mevcut. Argun Hoca, Savni ve Hikmet abilerle kordon yürüyüşümüzü kesip içeriye doğru yönleniyoruz. Cafe Alter Ego’da küçük bir kahve molasından sonra (türk kahvesi 2 €; cafe americano 2,5 €; büyük bira 4,5 €) yavaş yavaş otobüsümüze doğru ilerliyoruz. Arzu yolda açık gördüğü tek dükkandan birkaç parça hediyelik almaya kalkışınca otobüse en geç varanlar bizler oluyoruz tabi. Ve hemen otobüsten bir ses yükseliyor: “cık cık cık”. Bu tamamen bizim Diğdem’in komplosu. Zaten dükkandan ayrılırken herkesi organize edeceğini söylemişti. Hınzır şey…
İpsala Sınır Kapısı Sınır kapısının Yunan bölümüne geldiğimizde saat 16.20 olmuştu. Bu sefer pasaportlarımızın fotoğraflı sayfalarını açarak tek tek otobüsten indik ve aşağıda bizi bekleyen polise pasaportları teslim ettik. Bundan sonra ver elini free shop…Arzu nihayet büyük oğlumuz Ege için aradığı eşofmanı burada buldu (33 €). Daha ucuz ve farklı markalar olsa da Selanik ve Kavala’da içtiğimiz Barbayani uzodan bir litre aldım (12.20 €) Türk tarafına geldiğimizde saatler 17.15’i gösteriyordu. Otobüsten inip çay-kahve tedariki yaptıktan sonra 18.05’te sınırı geçtik. Sınır tabelasında İstanbul 226 km. gösteriyordu.
Tur şirketi ve rehberimiz Mimis ellerinden gelen herşeyi yapmıştı. Tecrübeli kaptanlarımız Kenan ve Mümin’le hiç yüreğimiz ağzımıza gelmedi. Uyumlu bir ekiple harika bir geziyi tamamlamak üzereydik. Yeni insanlarla tanıştık. Umarım sohbetimiz daim olur. Gezdiğimiz yerlerde kendimizi hiç yabancı gibi hissetmedik. İki ortak kültürün kaynaştığı bu kasaba ve şehirlerde bizden çok şeyler bulduk. Türkçe konuştuk, Türk kahvesi içtik, rakının kardeşi uzoyu tattık, kordonda tur attık, tavernalarda “leylim ley” ve “Şinanay”ı dinledik. Tek eksiğimiz daha fazla zaman ayıramamaktı.
Olsun…Meriç’in öte yanı bu sefer tatlı bir seda olarak kalsın…
İyi seyahatler…
|