Midilli’de yeni günümüz pansiyonumuzun bahçesindeki kahvaltı ile başladı. Bahçedeki ağaçların üzerindeki son portakallar sepetin içinde kahvaltımıza tazelik katıyor. Budget yetkilisi Panos arabaları binbir titizlikle inceliyor, eski çizikleri not ediyor ve biz yola revan oluyoruz.
Mitilini’nin sırtını dayadığı tepenin arkasına geçerek iki tarafı çamlı, güzel, hatta beklemediğimiz kadar güzel bir yola çıkıyoruz. Sevincimiz kısa sürüyor, yol daraldı ve virajlandı, yer yer genişletme çalışmaları var. Bugünkü planımız, adanın, başkente en uzak limanı Sigri’ye gitmek (Haritada No:1), 80-90 km’yi ilk etapta almamız gerek.
Midilli (Lesvos) haritasında iki büyük körfez hemen dikkat çekiyor, bu körfezlerde dünyanın en lezzetli sardalyaları yetişiyor. Sebebi de yağmur sularının milyonlarca zeytin ağacından süzülerek körfezlere akması ve balıkları beslemesi. Gerçektende ben hayatımda hiç bu kadar iri, yağlı ve lezzetli sardalya yemedim, tam da mevsimindeyiz! İşte bu sardalya depolarından önce Gera körfezini görüyoruz, masmavi ve durgun suyu ile bir gölü andırıyor. Yolumuz zeytinlikler, çamlar ve küçük köylerden geçerek iç bölümlere doğru akıyor. Kalloni kasabasından sonra bitki örtüsü biraz kuraklaşıyor ve virajlar birbiri ardına sıralanıyor.
Yolumuzun üzerinde görmemiz gereken bir manastır var, iki araba arka arkaya yoldan ayrılarak hafif bir inişle Limonos Manastırı arazisine giriyoruz. Burası bir erkekler manastırı ve bazı bölümlere biz kadınları almayacaklarını baştan biliyoruz. Geçmişi 9. yüzyıla dayanan bu manastırda 5000 kitap, ferman ve belge var. Osmanlı devrinde, 1526’da yeniden yapılıyor ve entellektüel bir merkez oluyor. Şu anda adanın en büyük manastırı olan Limonos çevresinde 40 kadar küçük kilise ve şapel var, biraz yüksekçe bir noktadan bakılınca ovanın her yanına dağılmış bu kiliseleri görüyoruz, ortalık kilise kaynıyor !
Söylentiye göre, İgnatius, Sultanın oğlunun sakat elini iyileştirir ve kendisine bu manastırı yenileme izni verilir. 1523 yılı Kanuni devri oluyor ama Sultanın eli sakat oğlu kimdir, bilmiyorum, belki de bir söylenti olmalı. İgnatius’a adanan kiliseye giriyoruz ve çıkışta avludaki tavus kuşlarını görüyoruz, yeşillikler içinde huzurlu bir mekandayız.
Manastırın müze bölümü de, özellikle benim için çok ilginç. Burada kıymetli dinsel objelerin yanı sıra birçok Osmanlı fermanı var. Bir ilginç nokta da, 1912’de adanın teslim belgesi Osmanlılar tarafından burada imzalanıyor. Müze çıkışında avlunun karşısındaki bölümün kadınlara yasak olduğunu öğreniyoruz…Ahhh bu kadınlar, neymişiz meğerse…Adanın ünlü kadın şairi Sapho MÖ 6.-7 yüzyıl yerine Hıristiyanlık çağında yaşasaydı, nasıl isyan ederdi kimbilir? Sapho’nun bir deyişine bayılıyorum: “Ölüm iyi bir şey olsaydı, önce tanrılar ölürdü.”
Yola devam ediyoruz, virajlara da devam tabii. Bazan yükseliyoruz, köyler aşağı yamaçta kalıyor, bir de bakıyoruz, döne döne köylerin alt mahallelerine inmişiz. Skalohori köyünden geçerken, nasılsa ayakta kalmış bir minare dikkatimi çekiyor. Bol virajlı dar yollarla dağ köyleri Vatousa ve Antisa’dan geçiyoruz, artık ağaçlar kayboldu, kıraç ve sarı bir manzara hakim, tepede kartal yuvası gibi İpsilou manastırını selamlıyoruz.
İşte masmavi Ege yeniden gözüktü, tepenin üstünden Sigri çok güzel gözüküyor. Döne döne aşağıya Sigri’ye (Haritada No: 1) iniyoruz, ufacık bir yer, kasaba bile diyemeyiz, adanın en uzak ucunda tam batıdayız. Sokaklarda bizden başka turist yok, zaten ortalıkta pek kimse de yok. Sessiz, sakin, pırıl pırıl deniz kayalar arasında parlıyor, ilerde kumluk plaj da var, bir başka tatilde buraya gelip biraz kalmalıyız…
Remezzo tavernası öğlen açmıyoruz diyor ama bayan Panayiuda sahilde kiralık stüdyolarının adresini veriyor hemen…Balıkçı limanının hemen önündeki Cavo D’oro tavernaya oturuyoruz, gelsin karidesli spaghettiler, yanında patronun imalatı beyaz şarap…Fazla ağır yememeliyiz, kaleye çıkacağız. 1746 yapımı kale tipik Osmanlı karakol kalesi ve batı Ege denizine hakim, içeri giremesek bile ağır kabaralı orijinal kapılar bizi etkiliyor.
Sahilde kocaman bir TIR kamyonuna taze balık yükleniyor, kimbilir hangi ülkenin sofralarını şereflendirecek. Hemen liman üzerindeki camii (bugün kilise-Agia Triada) ve yanındaki hamam 1923’den beri harap…Sigri önündeki Nissiopi adası doğal bir mendirek gibi dalgaları kesiyor, bizim seslerimizden başka ses yok limanda.
Şimdi hedefimiz çok yakındaki “Fosil Orman”ı ziyaret etmek. Yine virajlı bir yolla, anayoldan ayrılıyoruz ve yolun sonunda, bütün kitaplarda adı geçen jeolojik oluşuma giriş kapısı gözüküyor. 2 € luk biletleri alarak giriyoruz kapıdan. Bu bölgede, önümüzde açılan vadi boyunca mevcut olan dev Segoya ağaçları bir volkan patlamasıyla devrilip toprak altında kalıyor ve fosilleşiyorlar ve günümüzden 20 milyon yıl önce olan bu felaketten sonra meydana gelen depremler ağaçları açığa çıkarıyor. Böyle bir oluşum dünyada iki yerde, Arizona da ve burada varmış ve burası Arizona dan daha büyük diyorlar…
Hafif bir yamaç alanda yürüme yolları açmışlar ve yerde yatan ağaç gövdelerini de korumak için etraflarını çevirmişler. Doğrusunu söylemek gerekirse çok daha görkemli ve çok sayıda ağaç bekliyordum, görebildiğimiz, yerde yatan birkaç metrelik kayalaşmış ağaçlar…Belki de ben bu konuda bilgisizim, kim bilir? Haziran ortasında bu ziyaret çekilebilir ama ağustos da gidecekler iyi düşünsün !
Ağaç fakiri taş orman gerilerde kaldı, şimdi Sapho’nun kızlarını görmeye Skala Eressos’a gidiyoruz (Haritada No: 2). Sapho, bu toprakların yetiştirdiği, antik çağın en önemli kadın şairi. Soylu bir aileden bu adada doğar ama politik nedenlerle Sicilya’ya kaçar. Aşk tanrıçası Aphrodite’ye aşıktır, tüm şiirlerinde ona “Kıbrıslı” der…Lesvos’a bir Aphrodite rahibesi olarak döner, kadınlara şiir, müzik ve dans dersleri veren bir okul açar. Bu okulda kadınların eşcinsel bir yaşam sürdükleri yayılır etrafa, Sapho hiç konuşmaz bu konuda ama şiirlerinde durum açıktır. Bugün 170 şiirinin elimizde olduğunu söylüyor kaynaklar ve Sapho’nun karşılıksız aşkından dolayı bir kayadan atlayarak intihar ettiğini de söylüyor aynı kaynaklar…Sapho’nun adası Lesvos’dan dolayı böyle bir yaşam süren kadınlara da Lesbien deniliyor o tarihten sonra.
Skala Eressos girişinde arabamızı park ediyoruz. Biraz bizim Gümüşlük havası var gibi. Etrafta şirin pansiyonlar, balkonlarını, kapılarını süslemişler hanım misafirlerini bekliyorlar. Her Eylül ayı başında burada bir bayram kutlanıyor ve birlikte yaşamaya karar veren çiftler buraya akın ediyorlarmış. Deniz kenarında minik bir meydanda Sapho’nun metal modern heykeli bizi karşılıyor. Bence Mitilini’de Sapho meydanındaki heykeli daha güzel, zevk meselesi…Önce denize girelim diyoruz, atıyoruz kendimizi mavi serin sulara…
Sonra sahilde kumlar üzerine kurulmuş, yüksek ayaklar üzerindeki kahve ve tavernaları keşfediyoruz, minicik bir köy, tekrar dönüp, merkezdeki kahvede Frappelerimizi içiyoruz, çevreyi inceliyoruz. Etrafta 3-4 kişilik kuzeyli hanım grupları var, kimbilir hangi uzak diyarlardan, gözlerden uzak hayatlarını yaşamaya geldiler, hafif bronz yüzleri mutlulukla gülümsüyor.
Sapho’nun kızları geride kalıyor, artık şimdi Mitilini’ye dönme zamanı. Kalloni’de (Harita’da No:3) son bir molanın ardından Gera körfezinin maviliklerini görüyoruz, tepenin arkası Mitilini…Arabamızı limanda Budget’ın kapalı park yerine bırakıyoruz, pansiyonumuzun dar sokakları rahat bir parka uygun değil. Mitilini’de akşam ılık ve canlı, akşam yemeği Epano Skala da=yukarı iskele. 1800 yılında bir Osmanlı kahvehanesi olarak kurulan ünlü Ermis de. Ermis=Hermes, tüccarların tanrısı ve tanrıların da habercisi…Haberleri daha çabuk taşıyabilsin diye miğferinin ve sandaletlerinin yanlarında birer minik kanat taşıyor, Olympos’un doruklarında uçuyor. İşte duvarda bir Hermes tasviri, biz de altındaki masaya oturuyoruz, günün yorgunluğunu atmaya...
Yarın Barbaros’un yurduna gideceğiz, hazırlanın !
|