Zifiri karanlıkta bile umut gibi parlayan minik ateş böceklerini andıran rengârenk ışıkların süzüldüğü dar bir sokaktan geçiyoruz. Gördüğümüz ilk “M” harfinin altındaki boşluğa giriyoruz. Bir Fransız metrosu bu... Tavanını, okyanus berraklığında kristal boncuklarla bezenmiş zarif avizeler donatıyor. Burası bir metro ama, sadece avizelerle kalmıyor, usta bir ressamın harika dokunuşlarla elde ettiği figürlere benziyor tavanın ihtişamlı deseni. Mermerin en güzel renkleriyle bir araya getirdiği basamaklardan oluşan merdivenler tavanla buluşunca görsel bir şölen çıkıyor ortaya.
FOTOGRAF: Pline / Wikimedia Commons / CC-BY-SA 3.0 Basamaklardan inip metroyu beklemeye başlıyoruz. Metro, sanki korkunç bir canavardan kaçarcasına son hızla yaklaşıyor. Cılız bir sesle duruyor; içeri giriyoruz. Bir süre sonra, sıkıcı sessizliği bir duvar gibi yıkan parlak, sarı bir saksafon, yanında da her biri diğerini kovalayan ve bağımlılık yaratan o eşsiz notaları ustaca üfleyen bir müzisyen giriyor. Yolculuk boyunca arkama yaslanıyorum ve notaların dansına bırakıyorum sessiz bedenimi. “Bip”... Bu kadar küçük bir ses ve bu kadar büyük bir müziğin sonu. Müthiş bir isteksizlikle ayrılıyorum metrodan. Basamakları çıkıp harika bir manzarayla karşılaşıyorum. Parlayan gece elbiseleri giyen binalar, tabelalardan küpeler takmış; krep kokusu yayılmış sokaktaki her bir metrekareye.
Şık bir restorana giriyoruz, adımlarımız klasik müziğin ritmi eşliğinde süzülüyor. Cam kenarında bir masaya oturup garsonu bekliyoruz. Karnım zil çalsa da müzik bastırıyor zil sesini ve duyamıyorum açlığımı garson gelene kadar. Mönüleri bırakıyor, siparişimizi veriyoruz. Beklerken, camdan dışarı meraklı bir bakış atıyorum, gözlerimde parlıyor bu canlı şehir. Yemeklerimiz geliyor ve yiyoruz. Hesabı ödeyip kalkıyoruz ve dışarı çıkıyoruz restorandan. Biraz dolaştıktan sonra bir süpermarkete giriyoruz, ablam su almak için cipslerin arkasındaki reyona yöneliyor. Ben abur cubur reyonuna giriyorum ve hayalet şeklinde cipsler, skittles ve birkaç şey daha alıp kasaya yöneliyorum. Ablam da geliyor ve aldıklarımızı ödeyip çıkıyoruz marketten. Sokakta usulca yürüyoruz ve otele gidiyoruz. Kapıyı itip içeri giriyoruz ve anahtarlarımızı alıp odamıza çıkıyoruz. Kilidi çeviriyorum, içeri giriyoruz. Eşyalarımı yerleştirip uzanıyorum. O kadar yorgunum ki koyun saymama gerek kalmadan uykuya dalıyorum eğlenceli rüyalar eşliğinde.
FOTOGRAF: Torun Çelebiler Seyahatnamesi / 2011 Daha hiç uyumamışım gibi geliyor alev saçan güneşe açarken gözlerimi. Giyinip kahvaltıya iniyoruz. Ardından sokaklara bırakıyoruz kendimizi. Bir metroya giriyoruz. Bilet parası vermemek için bariyerin üzerinden atlayan üç adam geçiyor önümden. Metroya binip Disneyland’a gidiyoruz. Büyük bir kapıdan geçip çizgi dünyasında buluyoruz kendimizi. Karşımıza Space Mountain adlı bir hızlı tren çıkıyor. İçeri giriyoruz ve trene biniyoruz. Kırmızı bir ışık yanıyor ve hareket ediyoruz. Önce yavaşça ilerleyip bir yokuş çıkıyoruz. Sonra aniden duruyor tren. Kırmızı bir ışık yanıyor ve alarm sesi duyuluyor. Tren bozuldu diye çok korkuyorum, çığlık atıyorum ve birden devam ediyor hareket etmeye.
Meğer, Işıklar ve ses sadece numaraymış, insanları korkutmak için. Bir anda yokuş aşağı bırakıyor bizi tren ve çığlıklarımla bastırmaya çalışıyorum ümitsiz korkumu. Bir gölge kadar hızlı ilerliyoruz ve sonunda bitiyor yolculuk. Hızlı trenden inip başka bir hızlı trene biniyoruz... Ardından alışverişe doğru ilerliyoruz. Mağazaları dolaşıyor, birkaç anı eşyası alıyoruz. Acıkınca, bir şeyler atıştırıp bir kanoya biniyoruz ve kanoyla şatonun altındaki havuzda ilerliyoruz. Yanımızdaki duvarlarda oyuncak bebekler dans edip şarkı söylüyor. Kanoyla havuzda biraz dolaşıyoruz. Hava kararınca metroya biniyor ve otele dönüyoruz. Poşetlerimizi otele bırakıyoruz ve kıyafetlerimizi değiştirip sokağa çıkıyoruz.
FOTOGRAFLAR: Tristan Nitot / Wikimedia Commons / CC-BY-SA 3.0 Simdaperce / Wikimedia Commons / CC-BY-SA 3.0 Bir alışveriş merkezine giriyoruz ve karşımıza rengârenk şekerlerle dolu bir dükkân çıkıyor. İyice bakıyorum bu somut gökkuşağına. İçeri giriyoruz, rengârenk şekerler alıyoruz. Alışveriş merkezinde biraz daha ilerledikten sonra, kadınların en sevdiği eşya olan takı dükkânına giriyoruz. Buradan da bir şeyler alıp çıkıyoruz alışveriş merkezinden. Otele dönüp uyuyoruz yine. Ertesi sabah bebeklik bakıcım olan Ani’yle buluşmak için erkenden kalkıp Starbucks’a gidiyoruz.
Bir şeyler içip biraz bekledikten sonra geliyor Ani gülen yüzüyle. Bir bakış atıyorum Ani’ye. Sanki ben geçmişteyim, Ani gelecekte. O kadar değişmiş ki, o kadar farklı ki eskisinden… Hemen sarılıyoruz birbirimize; oturup sohbet etmeye başlıyoruz. O da içecek bir şey alıyor ve Champs Elysées’e gidiyoruz. Dolaşıyoruz biraz, dükkânları geziyoruz. Oradan Eiffel Kulesi’ne gidiyoruz ve ikinci katına çıkıyoruz. O an daha önce yaptığım her şeyi geride bırakıyorum. Rüzgârın yanağımı okşamasına izin veriyorum, sonra dokunuyor bana Paris... Sonunda bu şehri gerçekten hissetmeye başladım. Sonunda “ânı yaşıyorum”…
| SİMAY GENÇAĞA- Paris’i yazdım, çünkü çok etkileyici bir kent. Üniversiteyi orada okuyabilmeyi diliyorum. Oraya gidip de eğlenmemek olanaksız herhalde. Bu gezi yazısını yazmak aklıma geldiği an, Paris’i hatırladım. Yazarken bile eğlendim. |
Not: Bu yazı, Evliya Çelebi’nin doğumunun 400. yılı anısına hazırlanan ve tüm geliri UNICEF Türkiye Komitesi’ne bağışlanan “Torun Çelebiler Seyahatnamesi, 2011” adlı kitaptan editörlerin özel izni alınarak yayımlanmıştır.
|