Neredeyse son bir yıldır bulduğum her fırsatta Budapeşte ile ilgili ne bulduysam okuyordum. İlk fırsatta gideceğim yerlerin başında geliyordu. Özellikle Tuna Nehrini çok merak ediyordum. Nihayet nisan ayında düşük maliyetli havayolu firması Wizz Air’den e-postama gelen fırsat ilanı karar vermemi kolaylaştırdı. Arkadaşlarım Cem ve Mesut’la çabucak yapılan bir değerlendirme sonucunda Temmuz ayı başına beş günlük bir Budapeşte gezisi için İstanbul’dan gidiş-dönüş 69 €’luk uçak biletini (sadece 10 kg. el bagajı) aldık. Ancak geziye bir ay kala Wizz Air’den bizi şok eden telefon geldi: 15 Haziran’dan itibaren İstanbul uçuşları kaldırılmıştı. Kötü bir şey başımıza gelmişti ama samimi olmak gerekirse uçak firması bize her türlü alternatifi sundu. Paramızı iade edebileceğini ya da herhangi bir fark ödemeden uçuşumuzu her Cumartesi-Salı günleri yapılan Antalya’dan gerçekleştirebileceğimizi belirtti. Biz de geziyi yedi güne çıkararak Budapeşte ile birlikte Viyana’yı da programımıza ekledik. Böylece son plan 02-09 Temmuz tarihleri arasında dört gün Budapeşte ve üç gün Viyana olarak kesinleşti.
09.00’da kalkması gereken uçağımız Antalya’dan yarım saatlik gecikmeyle havalandı ve gecikmenin 15 dakikasını havada telafi ederek saat 10.45’te Ferihegy Havaalanı Terminal 1’e indi. Bagajlarımız olmadığı için bekleme yapmadan dışarıya çıktık. Karşımıza çıkan ilk ve tek döviz bürosundan para bozdurmamız gerekiyordu. Çünkü şehir merkezine yapılacak kısa tren yolculuğunda alacağımız biletler için Macar parası olan Forint (HUF) kullanmamız şarttı.
Macaristan Avrupa Birliği üyesi olmasına rağmen tıpkı Çek Cumhuriyeti gibi henüz Euro kullanmıyor. Gelmeden öğrendiğim kadarı ile uluslararası dolaşımda 1 €=268 HUF civarında işlem görüyordu ancak serbest piyasada bu rakam 258-264 HUF’a düşüyordu. Budapeşte ile ilgili aldığım bilgilere göre havaalanından çok az para bozdurmamız gerektiğini biliyordum. Bu sebeple Ferihegy’de Inter Change döviz bürosundan sadece 10 € bozdurmaya karar vermiştik. Ne kadar doğru bir karar verdiğimizi daha sonra anladık. 10 €’nun karşılığı tabelada 2190 HUF olarak görünüyordu ama görevli bayan bizden komisyon da alarak sadece 1940 HUF’u elimize sıkıştırdı. Siz siz olun sakın gezi boyunca yapacağınız harcamaların tamamı için havaalanından döviz bozdurmayın.
Turizm Danışma bürosundan birkaç harita ve broşür aldıktan sonra terminalden çıktık ve birkaç taksici etrafımızı sardı. Niyetimiz olmamasına rağmen sırf öğrenelim diye Nyugati tren istasyonu kaç para dedik ve aldığımız cevap 18 € oldu. Belki pazarlıkla 15 €’ya inebilirlerdi ama biz sol taraftan beş dakikalık bir yürüyüşle tren istasyonuna ulaştık. Önce yanlışlıkla üst geçitin öbür tarafındaki perona gelsek de bunun ters yön olduğuna uyandık ve karşı taraftaki A peronuna geçtik. Otomatik makineden 365 HUF’a tek yön Nyugati tren istasyonu biletimizi alarak beş dakika sonra gelen trenin ikinci sınıf vagonuna bindik.
Tren çok şıktı, hatta aramızda bunun sohbetini yaparken kondüktör bilet kontrolüne geldi. Önce Macarca bir şeyler söyledi ve ben İngilizce karşılık verdim. Komik bir durum tabi. Sonra konuştuğu tarzancayla bizden adam başı 400 HUF ilave ücret istediğini anladım. Sebebini zor da olsa öğrendik: Aldığımız bilette bir sorun yokmuş ama bindiğimiz tren daha kaliteli bir servis olan Intercity olduğundan böyle bir fark varmış. Neyse çok uzatmadan 1200 HUF karşılığı olarak kabaca 5 €’yu ödedik ve sorunu hallettik. Toplam ödediğimiz para yine de Airport Bus’ın yarısına bile denk gelmiyordu.
Yaklaşık yarım saatlik bir yolculuktan sonra son durak olan Peşte tarafında kuzey doğu bölgesindeki Nyugati tren istasyonunda indik. Burada döviz kurunun 1€=262 HUF olduğunu gördük ama bozdurmadan devam ettik. İstasyondan çıkıp sol tarafa doğru Terez Körüt’ten devam ettik. (Körüt bulvar anlamına geliyor, Utca ise cadde-sokak) Oktogon Meydanı’na gelmeden sağa döndük ve Jokai Meydanında Kiado Pub’ı bulduk. Pub’da bizi Tucji karşıladı ve az sonra da daha önceden e-postayla yazıştığımız Ezster geldi. Bizi dairemize götürdü ve Budapeşte’nin gezilecek yerleri hakkında kısa bilgiler verdi.
Budapeşte’de konaklayacağımız Boulevard Hostel (Jokai Ter, 4) aslında üç oda, salon, çift banyo tuvalet ve mutfaktan oluşan bir daire. Ne kadar merkezi olduğunu daha sonra net bir şekilde anladık. Wireles internet ve bunun yanında eski de olsa bir pc mevcut. Mutfakta buzdolabı, kettle, her türlü kap-kacak, çay ve nescafe kullanıma hazır ve ücretsiz. Odamız geniş, üç kişilik, temiz, balkonu meşhur Andrassy Caddesine bakıyor. Banyo-tuvalet pırıl pırıl. Zaten son iki yıl içinde burada konaklayanların verdiği çok yüksek oylar itibariyle de böyle bir yerle karşılaşacağımızı tahmin ediyordum. Hostelbooker internet sitesinden üç kişilik odanın gecelik fiyatını 39,50 €’ya ayarlamıştık. Mesut, üç gecenin sonunda Salı sabahı Türkiye’ye geri döneceği için son gece Cem’le bana 29,50 €’ya mal olmuştu. Daire’deki odanın birisi hep boş kaldığı için banyonun birisini hep biz kullandık.
Beş dakikada dışarı çıktık ve barda bizi bekleyen Ezster’le buluşarak konaklama ücretimizin geri kalanını Euro ile ödedik. Aslında HUF olarak ödememiz gerektiği bize gönderilen onay yazısında belirtiliyordu. Euro ödemesinden daha zararda olmalarına rağmen bunu dert etmediler. Bu arada iptal olan uçak yüzünden ödememiz gerek bir gecelik farkın da alınmadığını söylemeliyim. Son derece güler yüzlü ve yardımsever bir yaklaşım gösterdiler.
Oktogon Meydanına geldiğimizde karşımıza Star Kebab Török Etterem çıktı. Yani Türk lokantası. Et ve tavuk döner dışında da mercimek çorbası dahil ne ararsanız var. Birer dürüm döner (650 HUF) ve ayran (250 HUF) ile karnımızı doyurmuştuk ki ikram edilen demleme çaya hayır diyemedik. Kalkarken hemen yanındaki küçük döviz bürosundan komisyonsuz olarak HUF almayı da ihmal etmedik: 1 €=264 HUF.
İlk planımız Andrassy Caddesi üzerinden Kahramanlar Meydanı (Hösök Ter) ve Kent Parkı (Varosliget). İki tarafı yüksek ağaçlarla çevrili Andrassy caddesinden Kahramanlar Meydanına yürümek başlı başına bir keyif. Franz Liszt Müzesi, Güzel Sanatlar Akademisi ve Kodaly Müzesi derken Macaristan’ın 1896 yılındaki Binyıl Kutlamalarının başladığı Kahramanlar Meydanına ulaştık. 1929 yılında tamamlanan Binyıl Anıtı muhteşem görünüyor. Macar önder ve politikacılarının heykelleri yanında orta sütunda 36 metre yükseklikte Başmelek Cebrail bulunuyor. Onun altında da Prens Arpad ile altı Macar savaşçının anıtı mevcut.
Anıtı karşınıza aldığında sol tarafınızdaki bina Güzel Sanatlar Müzesi, sağ tarafınızdaki bina ise Sanat Sarayı. Maalesef her üçümüzde sanat özürlü olduğumuz için hiç birimiz burayı gezme girişiminde bulunmadık ve kendimizi Anıtın arkasında yer alan Kent Parkına attık.
Kent Park, bir zamanlar sarayın avlanma bölgesi olan bir bataklıkmış. Şimdiki halini ise 19. yüzyılın sonlarına doğru almış. Park oldukça büyük, kaplıcası, şapeli, hayvanat bahçesi, suni göleti ve heykelleri ile ne ararsanız mevcut. Gölette değişik figürler yapmışlar, arabalar ve batık bir ev ilk gözüme çarpanlar. Bu arada gelinle-damat göletin üzerindeki köprüde fotoğrafçıya poz veriyorlardı. Açık alanda düğün fotoğrafları. Güzel bir fikir aslında. Biz de makinelerimize davranınca bize de poz vermeyi ihmal etmediler...
Elimizdeki rehber kitapta yer alan Park yürüme rotasını takip edince karşımıza Vajdahunyad Kale kapısı çıktı. Aslında gerçek bir kale olarak düzenlenmemiş olan bu kompleksin içinde bir de şapel var: Jak Şapeli. Şapelin kapısı tek başına görülmeye değer bence. Gerçi kopyaymış ama olsun. Orijinali kim bilir nasıldır diye düşünmeden edemiyorum. Oradaki oturan bir amcanın heykeliyle fotoğraf çektirdikten sonra yürüyüş rotamıza devam ettik. Budapeşte’nin en ünlü anıtlarından birisi olan Adsızlar Anıtında (Anonymvs) verdiğimiz minik moladan sonra yolun karşısındaki filli kapılı hayvanat bahçesini teğet geçtik. Lunapark ve midilli eğitim alanında küçük çocukların kendileri gibi küçük atlara binişlerini seyrettikten sonra Szechenyi Kaplıcası’nın önüne geldik.
Bir termal ve kaplıcalar şehri olan Budapeşte’nin en derin ve en sıcak kaplıcası Szechenyi’nin suyunun da şifalı olduğu söylenirmiş. İçeride de kocaman havuzlar olduğunu okumuştum. Yürüyüşümüze devam ederken hafiften yağmur atıştırmaya başlatınca Park içinde Ulaşım Müzesinin hemen yakınındaki Pantika kafeye oturmayı tercih ettik. Biraz dinlenip hesabı ödedikten sonra (fıçı bira büyük 450 HUF, Kapuçino 350 HUF, çay 290 HUF, şişe suyu 290 HUF) artık Parktan çıkma vaktimiz gelmişti.
Dözsa György Caddesinden Keleti tren istasyonu yönünde yürümeye başladık. Tam ışıkların orada geçen günlerin birinde televizyonda izlediğim yürüyen birahane modeli aracı gördük. Aslında ismi beerbike yani bira bisikleti olarak geçiyor. 8-10 kişi, önlerinde bira bardakları ve ayakları pedallarda hem çeviriyorlar hem de sohbet edip biralarını içiyorlar. Hem içerim, hem gezerim modundalar yani…
Ara sokaklara girdiğimizde (Istvan sokağı) Matek Süpermarket’i gördük ve içeriye daldık. Tabi ilk işimiz su takviyesi yapmak ama bildiğimiz hiçbir su markası yok. Pembe kapaklı olanların gazsız doğal su olduğunu görevliden öğrenince denemek amacıyla “Cora” marka su aldık (0,5 lt 55 HUF) İğrençti… Sakın denemeyin…
Bu arada saat 16.00’yı geçmişti ve Keleti tren istasyonuna ulaşmıştık. Buraya gelme amacımız Cem’le benim Viyana tren biletlerimizi almak. Aslında ben bu işleri gelmeden internetten yapmayı daha çok severim ama maalesef Macar Demiryolları (MAV) nın internet sitesi satın alma işleminden itibaren Macarca’ya geçiyordu. Tabi henüz Macarca’ya sıra gelmediğinden satın alma işlemini buraya bırakmıştık.
İstasyondaki Turizm Danışma bürosundan hem bilet satış yerini öğrendim hem de birkaç broşür daha aldım. Bilet satış bölümünün önünde İngilizce bilen danışma görevlileri var, sorularınızı yanıtlıyorlar. Sonuçta gidiş-dönüş Viyana biletimizi 6750 HUF’tan (Yaklaşık 25,5 €) satın aldık. Aldığımız bilet açık bir bilet ve gün içinde karşılıklı olarak yapılan 7 seferden istediğinize binebiliyorsunuz. Gişedeki görevli biletlerimizle beraber bize günlük tren saatlerini gösteren küçük bir kâğıt parçası da verdi. Yalnız biletin hiçbir yerinde gidiş dönüş olduğu yazmıyordu ve kafama takılmıştı. Danışmadaki görevlilere sorunca gidiş-dönüşün hiçbir yerde yazmadığını, biletin ortasındaki sağa ve sola giden okların bunu gösterdiğini söyledi. Bir şey daha öğrenmiş olduk böylece…
Keleti’yi arkamıza alıp Rakoczi Caddesi boyunca Tuna’ya doğru iniyorduk ki sağ tarafta bulunan kiliseyi görünce ara sokağa daldık ve Ruzsak Meydanına çıktık. Kilisenin ismini hala bilmiyorum ama son derece büyük ve gösterişli görünüyordu. Aşağıya doğru devam edince meşhur Erzsebet Caddesine çıktık. İşte burada Neşe Hocamın harika Budapeşte serisinde yer alan Cafe New York’u test etme zamanımızın geldiğini anladım.
19. yüzyılın sonlarında yapılan New York Sarayının altında bulunan Cafenin kapısına geldiğimizde bir an bizi içeri alıp almayacaklarını konuştuk. Olur ya, üstümüzde kot pantolonlar, tişörtler falan vardı. Ama sorun olmadı, bize sigara içilen yer isteyip istemediğimizi sordular. Biz de şiddetle “yes” diye cevap verdik. Sigara içilen bölgenin Avrupa’nın pek çok şehrinde olduğu gibi arkalarda bir yerlerde olduğunu düşünürken garson caddeye bakan cam kenarı yeri gösterince inanılmaz mutlu olduk. Oturduğumuzda nasıl güzel ve kaliteli bir atmosferde olduğumuzu daha iyi anladık. Duvarlar ve tavandaki harika resimler, görkemli avizelerle sanki bir müzenin içindeymişiz hissine kapıldık. Her ne kadar fotoğraf çekmek yasak olsa da bizim gibiler için birkaç poza ses çıkarmıyorlar. Yaklaşık 45 dakikalık bu muazzam keyfin bize maliyeti bahşiş dahil 6130 HUF oldu. (Cafe melange 1300 HUF, cafe latte 1250 HUF, karışık macar tatlı tabağı 1790 HUF) Yani üç kişi için yaklaşık 22 €. Budapeşte’de bir kafede ödeyebileceğiniz en yüksek bedellerden birisi olmasına rağmen yine de son derece uygundu fiyatlar. Teşekkürler Neşe Hocam…
Cafeden ayrılıp karşı taraftan yolumuza devam ettiğimizde Yahudi Mahallesinin olduğu bölgeye geldik. Yahudiler aslında uzun yıllar Buda tarafında yaşamışlar. 19. yüzyılda Peşte tarafında da buraya yerleştirilmişler. Sinagoglarla pek işimiz olmadığı için çevreye göz atarak yolumuza devam ettik. Museum Bulvarına çıktıktan sonra biraz ilerlediğimizde karşımıza Macar Ulusal Müzesi (Magyar Nemzeti Muzeum) çıktı. Akşamüstü güneşinin yansımasıyla olduğundan daha beyaz görünen bu muhteşem yapı ülkenin tarihi ile ilgili en zengin sanat eserlerini barındırıyormuş. 1802 yılında kurulan müzede Kraliyet Nişanları, cenaze tacı ve sandalye görülmeye değer eserlerdenmiş.
Bu arada yola çıktığımızdan bu yana çok fazla Türk lokantası gördüğümüzü de söylemeliyim. Viyana’da çok sayıda olduğunu tahmin ediyordum ama Budapeşte için öyle düşünmüyordum. Gezi boyunca Tuna kenarındaki yerler hariç neredeyse her önemli caddede mutlaka bir ya da birden fazla “Török Etterem”e rastladık. Hemen hemen bildiğimiz bütün kebap türlerini yapıyorlar. Bu açıdan yabancı memleketlerde farklı şeyler yemekten kaçınanlar için Budapeşte çok fazla alternatif sunuyor.
Yolumuza devam ettiğimizde artık Tuna Nehrine de adım adım yaklaşıyorduk. Büyük Pazar’ın (Nagy Vasarcsarnok) ve muhteşem mimariye sahip olan İktisadi Bilimler Üniversitesi’nin önünden geçerek Szabadsag Köprüsüne (Özgürlük Köprüsü) ulaştık. Köprü genel anlamda tam bir demir yığını olarak görünüyor. 19. yüzyılın sonlarında İmparator Franz Joseph tarafından yaptırılan köprün tramvay ve diğer kara araçları ile Peşte’yi Buda tarafındaki Gellert Kaplıcalarının oraya bağlıyor. Planlarımızın içinde bugün Buda tarafına geçmek olmadığı için iki parçaya bölünmüş olan Vaci Sokağının güney tarafından içeriye daldık.
Budapeşte hakkında hangi yazıyı okursanız okuyun şehrin kalbinin attığı yer olarak tarif edilen Vaci Sokağı bize oldukça tenha geldi. Birkaç restoran, kafe ve hediyelik eşya satan dükkanın arasında dolaşan 15-20 turist. Şaşırmadık dersem yalan olur. Buradaki en ilginç şeylerden birisi saksafon çalan kukla gösterisiydi. 300-400 metrelik sokağın sonunda şehrin bir diğer görülmesi gereken eserlerinden birisi olan İç Kent Kilise’sine ulaştık. Küçük bir tadilat nedeniyle bakımda olduğu söylenen kilise Peşte’nin en eski yapısıymış. Vaiz kürsüsü, freskler ve Gotik Şapel mutlaka görülmesi gereken eserler arasında yer alıyormuş ama maalesef bize nasip olmadı. Darısı başınıza…
İç Kent Kilisesinin arka tarafındaki pasajdan geçerek bu sefer Kuzey Vaci olarak adlandırılan sokağa çıktık. Burası diğerine göre daha hareketli ve canlı idi. Sokağın iki yanında sıralanan binaların büyük bölümü 19. ve 20. yüzyıl başlarında yapılmış. Philanta Çiçekçisi, Thonet Evi, Taverna Oteli, Peşte Tiyatro Binası o dönemin izlerini taşıyan önemli binalar. Sokağın sonuna kadar yürüdüğümüzde kendimizi Mihaly Vörösmarty Meydanında bulduk. Tam ortasında şairin bir heykeli bulunuyor. Hemen arka tarafta 1858 yılında kapılarını hizmete açan ve daha sonraları meşhur İsviçreli pastacı Emil Gerbeaud tarafından devralınan Gerbeaud Cafe bulunuyor. Tam burada gezerken Filistin bayraklarıyla protesto gösterisi yapan 20-25 kişilik bir grubun eylemine tanık olduk.
Gerbeaud Cafe’nin ön bölümü bize biraz sakin geldiğinden kahve tercihimizi Kristof Meydanındaki köşede bulunan Anna Cafe’de kullandık. Tam merkezi konumdaki bu Cafeye oturduğunuzda Vaci Sokağında önünüzden süzülen insan selini oldukça keyifli biçimde gözleyebiliyorsunuz. Cem ve Mesut Early Grey çaylarını yudumladıktan (750 HUF + %10 Garsoniye) ve biraz dinlendikten sonra saat 19.30’da Cafeden kalktık.
Günün son hedefi Parlamento Binası ve çevresiydi. Vurduk kendimizi Aslanlı Köprünün bulunduğu Tuna kenarına. Esas adı Zincirli Köprü (Chain Bridge) olan köprü 1849 yılında tamamlanmış ve 380 metre uzunluğunda. 2. Dünya Savaşında diğer tüm köprüler gibi bu Köprü de Almanlar tarafından tahrip edilmiş ve daha sonra eski plana sadık kalınarak yeniden inşa edilmiş. Köprü, Roosevelt Meydanı ile Buda Kalesinin bulunduğu Varhegy Tepesinin altını birleştiriyor.
Köprünün ilginç bir de hikayesi var: Mimar İngiliz William Clark, yaptığı köprüden o kadar emindir ki en ufak bir hata olduğu takdirde kendisini öldüreceğini söyler. Köprü tamamlandığında gerçekten de hiçbir mimari ve statik hata bulunamaz. Ancak, küçük bir çocuk, köprünün iki yanında bulunan aslanların dillerinin olmadığını söyler. Çocuk, aslanların dillerini yutup yutmadıklarını sorar. Gerçekten de aslan heykellerinin dillerinin bulunmadığı görülür ve bunun üzerine, köprüyü yapan mimarın sözlerini hatırlayan heykeltraş, Tuna nehrine atlayarak, intihar eder.
Ne trajik bir öykü…Köprü gündüz bakıldığında çok fazla bir anlam ifade etmiyor bana göre ama gece manzarası müthiş tabi. Özellikle de Kale ile bütünleşmesi mükemmel. Bunu ilerleyen zamanda çok daha net görebildik. Köprünün Peşte tarafında yer alan Roosevelt Meydanında bir çok güzel ve önemli yapı mevcut. Bunlardan belki de en önemlisi Gresham Sarayı. Bugün meşhur Four Season oteller zincirinin bir parçası olarak hizmet veren Saray, 1907 yılında tamamlanmış. Ön cephede “Kirli para iyi parayı kovar” iktisat kuralının yaratıcısı Sir Thomas Gresham’ın büstü yer alıyor. 1864 yılında tamamlanan Macar Bilimler Akademisi’de bu meydanda yer alan diğer önemli binalardan birisi. Meydandan dikine doğru ilerleyeceğiniz sokak ise (Zrinyi) ise meşhur Aziz Istvan Basilikasına açılıyor.
Tuna kenarından Parlamento binasına doğru ağır ağır ilerlediğimiz her adımda binanın görkemi ve güzelliği yavaş yavaş artıyordu. Son dönemde bu kadar heybetli ve muazzam bir yapı gördüğümü hatırlamıyorum. Bu arada nehir kenarında ilerlerken yanyana dizilmiş tek ya da çift ayakkabılar dikkatimizi çekti. Mesut, neredeyse bir tanesine tekme atmayı düşünüyordu ki bunların demirden bir tür minik heykelcikler olduğunu anladık. Kimi erkek, kimi kadın, kimi çift kimi tek. Bunun bir esprisi olmalı diye düşündüm ve döndüğümde öğrendim ki “Tuna Ayakkabıları”, denen bu heykel, 2. Dünya Savaşında Tuna kenarında öldürülen Yahudilerin anısına, gerçek boyutlarında ve demirden yapılmış.
Parlamento, Budapeşte’nin en önemli sembollerinden birisi. 1884-1902 yılları arasında inşa edilen bina 268metre uzunluğunda ve 96 metre yüksekliğinde. Ortasında büyük bir kubbe var. Her yöndeki kuleler Gotik heykellerle süslenmiş. Hemen yandaki parkta şair Attila Jozsef’in oturan bir heykeli var. Elbette elinizi kolunuzu sallayarak gezmek mümkün değil. Haftanın belirli günlerinde rehberli turlarla gezilebiliyor. Bu turlar hakkında bilgiyi binanın ana girişinin bulunduğu Kossuth Meydanındaki stantlardan öğrenebiliyorsunuz.
Ana kapının bulunduğu Kossuth Meydanı da ayrı bir güzellik tabi. 19. yüzyılın bütün ihtişamını almışlar ve bu Meydana yerleştirmişler sanki. Meydanın sonunda yer alan Etnografya Müzesi ve Tarım Bakanlığı binaları gerçekten en azından dışarıdan seyredilmeye değer güzellikte. Meydandaki fotoğraf sergisine de şöyle bir göz gezdirdikten sonra hemen biraz ileride yeşillikler arasındaki küçük köprünün oradaki banlarda mola verdik. Köprünün üzerinde küçük bir adam heykeli vardı. Sonradan öğrendiğime göre bu heykel asi başbakan Imre Nagy’nin anıtıymış. Asiliği de Rus egemenliği döneminde komünizmden halkın yanına geçtiğini ilan etmesiymiş. Tabi bu durum az biraz hayatına mal olmuş. Olsun, yaşasın özgürlük…
Saat 21.00’e geliyordu ve hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. Son noktamız Aziz Istvan Bazilikası’nın olduğu bölgeydi. İlk hristiyan Macar kralı olan Istvan’a adanmış olan Bazilika 1851-1905 yılları arasında yapılmış. İçini görmek nasip olmadı ama dışarıdan oldukça heybetli ve güzel görünüyordu. Bazilika’nın bulunduğu meydan ve bu meydana çıkan sokaklar restoran, kafe ve şarap evlerinin mekanı olmuş. Bazilika’nın merdivenlerinde de gençler sohbet ediyor, kaykaycılar ve bisikletçiler küçük gösteriler yapıyordu. Bu keyifli ortamda biraz vakit geçirdikten sonra yavaş yavaş hostele gitmeye karar verdik.
Acıkmıştık. Andrassy Caddesi boyunca ilerlerken önümüzde bir hareketlik olduğunu farkettik. Bir grup insan devasa bir limuzin-karavana binmeye çalışıyordu. Hayatımda hiç bu kadar uzun araba görmemiştim doğrusu. Oktogon Meydanın köşesinde yer alan Burger King’e girdik ve karnımızı doyurduk. (Chickennuggets burger menu 500 HUF, double Whooper menu 1380 HUF, ilave tavukburger 300 HUF) Saat 23.00 olmuştu. 24 saat açık olan marketten bira, çerez ve chips aldıktan sonra hostele geldik. Duş alıp, balkonda biraları midemize indirdikten sonra yataklara kendimizi nasıl attığımızı bile anlamamışız…
Bir sonraki gün Osmanlı’nın izinde Ezstergom, Visegrad ve Szentendre’deyiz…
Görüşmek üzere…
|