Tuna'nın Kraliçesi-Budapeşte : 2 (Ezstergom-Visegrad-Szentendre)

Bugünkü programımızda yer alan Ezstergom-Visegrad-Szentendre üçlüsü için hostelden çıktığımızda saatlerimiz 08.25’i gösteriyordu. Terek Bulvarından ilerleyerek Nyugati tren istasyonu boyunca kahvaltı edecek bir yerler aradık ama hem çok erken hem de günlerden Pazar olduğu için her yer kapalıydı. Tam Nyugati tren istasyonunun yanındaki Mc Donalds’ın açık olduğunu görünce mutlaka yiyecek bir şeyler buluruz diye daldık içeriye. Çift kaşarlı tost (300 HUF), kruvasan (200 HUF), kahve (200 HUF) ve çay (200 HUF) ile karnımızı doyurduktan sonra tren istasyonuna giderek 09.20 trenine Ezstergom’a bilet aldık (Tek yön 1100 HUF).

Rahat ve temiz bir trende geçen 1,5 saatlik bir yolculuğun ardından Ezstergom son durakta indik. Küçücük bir tren istasyonu. Açıkçası daha büyük ve görkemli bir yer bekliyordum. Bizim gibi gezmeye gelmiş olanlarla birlikte toplam 10 kişi civarındayız. İstasyondan dışarı çıktığımızda görevliye merkeze ve Katedrale nasıl gideceğimizi sordum ama bilmediğini söyledi. Oradaki panoda bir Ezstergom haritası mevcut ama tamamen Macarca ve ulaşım konusunda herhangi bir şey anlatmıyor. Açıkçası bu kadar çok turist çeken bir yerde zayıf bir turizm desteği var. Belki de temel sebebi gezilerin büyük bölümünün tur otobüsleriyle yapılıyor olmasıdır.

Çıkışta duran 1 no’lu otobüsün şoförünün hareketlendiğini görünce durağa benzeyen yerde hepimiz toplandık. Otobüs geldi. Bilet şoförden alınabiliyor. Bilet adam başı 100 HUF. Yalnız ben üç kişi işaret ettikten sonra benden 300 HUF aldı ama Cem’le Mesut’tan da ayrıca 100’er HUF almış. Adama gittim “fazla para aldın” demeye çalıştım ama ne mümkün. Gram ingilizcesi yok. Mecburen geçip yerime oturdum. Otobüs bizi Katedral ve Kalenin birkaç yüz metre ilerisinde bıraktı.


Bugün için 30.000 nüfuslu Ezstergom (biz Estergon diyoruz) Macarlara yaklaşık 250 yıllık başkentlik yapmış. Macaristan başpiskoposu hala burada ikamet ettiğinden dolayı Macarlar için Ezstergom şehri çok kutsal kabul ediliyor. Osmanlılar 1543 yılında burayı ele geçirmişler. Gerçi bugün birkaç surdan başka bizden pek bir şey de kalmamış. Bu noktada Tuna Nehri Slovakya ile Macaristan arasında sınır görevi görüyor. Karşısı küçük Sturovo şehri. Ortadaki köprüden yürüyerek bile geçmek mümkün.

Katedralin içini gezmek ücretsiz. Eğer asansörle yukarı çıkmak isterseniz bedeli 500 HUF. Katedral hazinelerini görmek isterseniz 800 HUF ödemeniz gerekiyor. O anda içeride yapılan ayin tamamlandı ve biz de gezmeye başladık. Tam katedralin içine girdiğimizde Türk tur grubu denk geldi ve rehberin söylediği birkaç cümleyi dinleme şansına sahip olduk. Ezstergom Katedrali Macaristan’ın en büyük ve en görkemli dini binası. Aynı anda yaklaşık 9000 kişi ayine katılabiliyormuş. Dünyanın en büyük orgu da burada bulunuyormuş. Aziz Istvan burada vaftiz edilmiş. 1250’li yıllardaki Moğol istilası ile Katedral tamamen yıkılsa da 18. ve 19. yüzyıllarda yeniden yapılmış.


Osmanlı zamanında camiye çevrilen Katedralin girişinde sağ üst tarafta bulunan rölyefte Hz. İsa çocuklara hristiyanlığı anlatırken, hemen karşısındaki sol taraftakinde ise Hz. İsa’nın Kudüs’e eşek sırtında girişi resmedilmiş. Kubbeye doğru ilerlediğinizde sağ tarafta azizlerin kemiklerinin sergilendiği camdan bölümler var.

Katedralde en dikkatimi cezbeden şey (rehber katkısıyla tabi) kubbedeki resimde Hz. İsa ile Allahın resmedilmesi. Bu hiçbir kilise ya da katedralde bugüne kadar karşılaşmadığım bir görüntü. Oldukça da canlı ve renkli görünüyor. Bu arada başka bir Türk grubu daha geldi. Zaten tüm gezilerin ekstra turlarında yer aldığı için bizimkilere bu saatlerde rastlamak hiç de sürpriz değil. Katedralin ilk halinden geriye kalan bazı parçalar ve duvara işlenmiş eserler girişin sol tarafındaki bölümde bulunuyor.


Katedralin bahçesi harika bir Tuna manzarası sunuyor. Ortadaki köprü ve karşı tarafta bulunan Sturovo Tuna ile bütünleşmiş ama Slovak şehrindeki yüksek binalar estetiği bozuyor. Osmanlıdan kalan yıkık surlar dışındaki neredeyse tek eser olan kalenin altındaki Hacı İbrahim Camisini şöyle bir fotoğrafladıktan sonra bahçenin sonundaki beyaz anıtın oraya vardık. Ne olduğunu tam anlamasak da dini bir sembolü olduğu üzerindeki haçtan görülüyor tabi. Muhtemelen Kralın kutsanması tarzı bir olayı simgeliyor…

Kale bölgesine geçtiğimizde devam eden restorasyon çalışmaları burayı gezmemizi engelledi. (Kale girişi 900 HUF) Biraz canımız sıkılsa da mineral taşların sergilendiği ve satıldığı minik müzeyi gezdik. Daha sonra kapının altından geçerek devasa çanların olduğu bölümü gezdik. Kalenin yan tarafındaki düzlük arazide bulunan birkaç Osmanlı mezarını tanımamız hiç de zor olmadı: Kavuklar…


Bir ara köprüden karşı tarafa Slovakya’ya geçme önerisini telaffuz etme girişiminde bulunsam da Cem ve Mesut buna karşı çıktılar. Özellikle Cem’in ayakkabıları Onu çok rahatsız ediyordu. Kaleden aşağıya doğru yürümeye başladık ve Tuna istikametinde bulunan küçük kanalın yanından ilerledik. Bu kanal Ezstergom şehrinin hemen yanında minik bir adacık oluşturuyor. Pazar günü olmasının etkisiyle şehir son derece sakin ve neredeyse ıssız. Ama yeşilin her tonunu görebilmeniz mümkün. Tabi bu kaleden ve katedralden çok daha net anlaşılıyor.

Yürürken otobüs terminalini sorduk ve 10 dakikalık bir kısa yürüyüş sonunda Simor Janos Sokağında bulunan terminale ulaştık. Terminal dediğime bakmayın, birkaç otobüsün bulunduğu genişçe bir meydan aslında. Ezstergom’dan Visegrad’a otobüsler her saat 40 geçe kalkıyor. Biz de 12.40 otobüsünü yakaladık ve tek yön 460 HUF tutan biletlerimizi alarak körüklü sarı otobüse bindik. Şoför de sanki bizi bekliyormuş gibi biner binmez tam saatinde hareket etti.




Visegrad
Visegrad’a vardığımızda saat 13.20’yi gösteriyordu. Tuna’nın en dar yerinde kurulmuş olan Visegrad aslında küçücük bir köy. Nüfusu da yaklaşık 2000. İlk söyleyebileceğim şey buranın inanılmaz yeşil olması. Her yer ağaçlarla bezenmiş. O anda Tuna kenarında bir bisiklet yarışı düzenleniyordu. Kısa bir süre yarışları seyrettikten sonra guruldayan karnımızı doyurmak için yer aramaya başladık. Küçük bir fast food dükkânı bulmuştuk ki hemen karşısında yer alan girişteki CBA süpermarketi farkettik. Oradan ekmek, kaşar, ton balığı, çikolata, meyve ve içeceklerimizi aldıktan sonra Tuna’nın kenarındaki çimenlere yayılarak öğle yemeğimizi yedik. Hava serin ve zaman zaman yağmurluydu. Bir kez daha yağmurluk ve ince montlarımızı yanımıza aldığımıza sevindik.

Karnımızı doyurduktan sonra sırada aşağıdan oldukça heybetli görünen Visegrad Kalesine nasıl çıkacağımızı öğrenmek vardı. Köyün içine doğru hafif yağmur altında ilerlediğimizde oradaki kapalı kilisenin yanı başındaki kafede çalışan garson kıza kaleye nasıl çıkabileceğimizi sordum. O da bize hemen girişteki süpermarketin karşısından binebileceğimiz küçük kırmızı otobüslerle gidebileceğimizi söyledi. Biz de geriye dönüp beklemeye başladık. 15 dakikanın sonunda hala otobüs gelmemişti ki üzerinde küçücük “City Bus” yazan bordo bir minibüs yanımızda durdu. Kaleye gitmek için tek yön 2500 HUF ödememiz gerektiğini söyledi. Rakam bize ilk anda çok geldi ve biz otobüs beklemeye karar verdik. Bir 15 dakika daha geçmişti ki hemen bulunduğumuz yerdeki Siraly Restoranın önündeki küçük hediyelik eşya dükkânındaki bayana otobüsün ne zaman geleceğini sordum. O da bana “az önce geldi binmediniz ya” gibisinden bir şey söyledi. Ben de O’na onun taksi olduğunu söyleyince işleyen tek vasıta oydu, otobüs de o” dedi. Hayatımda hiç böyle otobüs görmemiştim doğrusu…


Bundan sonraki istikametimiz Szentendre kasabası olduğundan kendi aramızda zaman muhasebesi yapıyorduk ki köşede duran bir başka bordo aracı farkettik. Bu da aynı diğeri gibiydi. Hemen yanına gidip kale çıkışının ne kadar olduğunu sordum. Şoför, kırık ingilizcesi ile gidiş-dönüş ücretinin 10 € olduğunu söyledi. Yeniden sordum, aynı cevabı aldım. Atladık “otobüse” ve kaleye doğru çıkmaya başladık. Yolda giderken bir öncekinin bizden neden tek yön için aynı ücreti istediğini, yanlış anlayıp anlamadığımızı sorguladık. Kesin hüküm şu: Adam bizi kazıklayacaktı…

Yaklaşık 10 dakikalık yeşillikler içinde gerçekleşen bir yolculuğun ardından saat 15.00’e doğru kaleye varıyoruz. Şoför bizden para falan istemiyor ve bir saat sonra bizi gelip alacağını söylüyor. İlginç bir durum ama sistem böyle işliyor herhalde deyip vuruyoruz kendimizi kale kapısına. 13. yüzyılda Kral IV. Bela tarafından yaptırılan kale bir zamanlar Macaristan’daki en güzel kraliyet saraylarından biriymiş. Etraftaki kralların toplanma yeriymiş aynı zamanda. Oldukça yüksekte. Zaten, Visegrad Slavcada “yüksek şehir” anlamına geliyormuş. 1544 yılında Visegrad Osmanlıların eline geçmiş. Kaleye farklı dönemlerde eklemeler yapılmış. Zaten hala restorasyon çalışmaları farklı yerlerde devam ediyor. Daha önce de 2002 ve 2007 yıllarında restorasyondan geçirilmiş.


1400 HUF tutarındaki biletlerimizi aldıktan sonra kale gezimize başladık. Başlangıçta, civarda bulunan yön levhaları nereden başlayacağınızı ve ilerleyeceğinizi gösteriyor. Kale girişindeki merdivenlerden hemen önce bulunan tahtta 200 HUF vererek fotoğraf çektirip kendinizi bir zamanların kral ve kraliçesi hissedebiliyorsunuz. Ya da aynı paraya orada bulunan atla küçük bir tur atabiliyorsunuz. Bu da sizi kesmezse işkence aletleri ile fotoğraf çektirmenin bedeli sadece 100 HUF.

İçeride pek çok askeri kıyafet, savaş aletleri ve Macar tarihini anlatan resimler ve yazılar sergileniyor. Bunun yanında o dönemdeki Macar halkının yaşamından kesitlerin sunulduğu heykeller, doldurulmuş av hayvanları, köylülerin görüntüleri oldukça güzel. Ayrıca surların birindeki boşlukta bulunan giyotine kafamı ve ellerimi soktuğumda da bayağı kötü hissettiğimi söylemeliyim. Ancak tüm bunlar bir yana tek başına Tuna ve çevresindeki manzara için bile Visegrad Kalesine çıkılması gerektiği konusunda hepimiz hem fikir olduk. Tuna nehrinin burası dışında bu kadar yüksek bir yerden seyredilip seyredilmediğini bilemiyorum ama muhteşem bir görsel şölen sunduğu kesin. Üstelik hafif hafif yağan yağmur ve yer yer sert esen rüzgâra rağmen.


Gezimiz tam bir saat sürmüştü ve 16.00’ya doğru aşağıya indik. Ama bizim araç ve şoför görünmüyordu. Szentendre otobüsü her saat 20 geçe olduğundan telaşlanmaya başladık. Neredeyse başka araç aramaya başlamıştık ki bizim araç 16.15’te geldi. Adama sitem ettik ve O da kırık ingilizcesiyle merak etmememizi, yetiştireceğini söyledi.

Geldiğimiz yolun aksi yönündeki yoldan devam ettik. Burası da “Yüksek Şehir”in farklı bir bölgesiydi. Yazlık lüks konutlar, restoranlar, harika bir çim kayağı pisti, kamp alanları, alabildiğince yeşil… Sizin anlayacağınız harika güzelliklerin içinde ilerleyerek karayoluna çıktık. Birkaç yüz metre ilerlemiştik ki karşıdan otobüsün geldiğini gördük. Belki de bir dakika ile kaçırmıştık otobüsü. Şoför, “panik yok, yetişiriz” dedi ve keskin bir U dönüşü yaparak otobüsün peşi sıra gitmeye başladı. Bir sonraki durakta yetiştik ve şoföre teşekkürler ederek otobüse doğru yollandık. Konuşkan ve sempatik şoförümüz kendi hatasını telafi etmişti…




Szentendre
Saat tam 17.00’de Szentendre’de otobüsten indik (bu arada otobüs ücreti 460 HUF) ama ortada bizim resimlerden gördüğümüz o şirin kasaba yoktu. Yanlış yerde mi indik derken kırmızı ışıkta duran bir arabanın şoförüne kasaba merkezini sorduk. Karşıdaki dar yolu göstererek gitmemizi söyledi. Yaklaşık 15 dakikalık bir yürüyüşten sonra kasaba merkezine vardık ama yanlış bir durakta indiğimizi de sonradan anladık.

Szentendre, Budapeşte’den yaklaşık 25 km. uzaklıkta Osmanlı’dan kaçan Sırp mültecilerin kurduğu küçük bir kasaba. Zaten kasabada pek çok ortodoks kilisesi var. İki katlı, şirin evler hemen göze çarpıyor. Parke taşlı yollarla sanki küçük bir sahil kasabasındaymışsınız izlenimine kapılıyorsunuz. Pek çok sanatçı geçmişte burada yaşamış, hatta halen yaşayanlar da mevcutmuş. Bu yüzden Macarlar arasında “Sanatçılar Şehri” de deniyormuş.


Ana meydanda yine bir bakım çalışması olduğundan etrafı yüksek bariyerlerle kapatılmış. Bu yüzden Anı Haçı’nın fotoğrafını net olarak çekemedik. Turistlere kasabayı gezdirmeyi bekleyen faytonlar da var. Dar sokakların iki tarafında onlarca hediyelik eşya dükkânı sıralanmış. Özellikle seramikler, kuru meyveler, danteller dikkat çekiyor. İki günlük Macaristan tecrübesiyle fiyatların hiç de ucuz olmadığını söylemeliyim. Aslında daha kalabalık olmasını beklediğimiz kasaba bize oldukça sakin göründü. Biraz havanın kapalı olması, günlerden Pazar ve saatin 18.00’i geçmiş olmasının bunda etken olduğunu düşünüyorum. Yine de beklentilerimizi karşılamadığını da belirtmek zorundayım.

Yorullan ayaklarımızı dinlendirmek için Dumsta Jeno Sokak 14 numarada yer alan Szamos Marcipan Cafe’ye oturduk. Cafe melange (460 HUF), latte macchiato (550 HUF) ve ortaya gelen büyükçe bir tatlı (420 HUF) eşliğinde sohbet ederek gelen geçen az sayıda insanı seyre daldık. Bizim için bu küçük Tuna kasabasının da sonu geliyordu…


Bölgesel trene (HEV) binmek için tren istasyonuna doğru yola çıktık. 19.13’te hareket edecek tren için biletimizi aldık. Buradaki farklılığı anlatmam lazım. Normal şartlarda eğer Budapeşte içinde geçerli olan bir biletiniz varsa (tek bilet, günlük bilet, üç günlük bilet, Budapeşte Kart vb.) sadece 305 HUF ödüyorsunuz. Görevli bayan size bu soruyu sorduğunda bizim gibi herhangi bir biletiniz yoksa o zaman tek kullanımlık bilet ücreti olan 320 HUF’u ayrıca ödüyorsunuz. Yani toplam 625 HUF oluyor. Aslında hepsini aynı firma işletiyor ama böyle değişik bir ayırıma gitmişler. Bu ayırım HEV trenleriyle gideceğiniz her yer için geçerli.

Yaklaşık yarım saatlik bir yolculuktan sonra HEV’in son durağı olan Battyany Meydanına vardığımızda saat 19.45’i gösteriyordu. Gişeler genelde saat 20.00’de kapandığı için ertesi gün kullanacağımız 24 saatlik ulaşım biletlerimizi 1550 HUF’a aldık. Bileti aldığınızda görevli tükenmez kalemle biletin bitiş tarihi ve saatini not ediyor. Otomatik bir kontrol yok. Her metro kapısında iki görevli siz geçerken biletinize bakıyorlar. Biz de Budapeşte’nin ikinci günü akşamında ilk kez metroya binmiş olduk.

M2 hattı ile Derek Meydanına geldikten sonra oradan sarı hatla (M1) Oktogon’a ulaştık. Sulu bir şeyler yemek amacıyla bu sefer Terez Bulvarındaki bir diğer Türk restoranı olan İstanbul Kebap’a gittik. Birer mercimek çorbası (400 HUF) içip kendimize geldikten sonra buranın açık havada oturma yeri olmadığından yine bildiğimiz Star Kebap’a geçtik. Cem’le ben döner dürüm (650 HUF) ve ayran (250) ile karnımızı doyururken Mesut patlıcan güveç (1000 HUF) tercih etti.



Saat 21.30’da hostele geldik. Yaklaşık 45 dakikalık kısa bir moladan sonra aşağıya inerek hosteli çalıştıran Kiado Bara oturduk. Ortam güzel, kalabalık ve hareketliydi. Garsonlarla sohbet ederek biralarımızı (büyük bira 480 HUF) patates kızartması (350 HUF) eşliğinde mideye indirdik. Bu arada Mesut’un ısrarı ile sert bir Macar içkisi olan Palinka’yı denemeye karar verdik. Elmalı palinkanın en iyisi olduğunu okuduğum için onu denedik (likör bardağında minik bir parça 460 HUF). Son derece sert, bir tür votka. Çok da beğenmedim açıkçası. Sohbet, muhabbet derken gece yarısını devirdik tabi…

Bir sonraki gün Buda tarafındayız…

Görüşmek üzere…





 Yazılan Yorumlar...
NEŞE
(04 Ağustos 2011)
Hakan,hava biraz sizi üzmüş gibi...Güzel havada ve biraz daha erken bir saatta Szentendre nin keyfine doyum olmuyor...Vişegrad dan manzaraya ben de bayılmıştım..Devamı gelecek tabii..Teşekkürler.