EuropaPark’ta Eğlence | |||
Belki de hiç duymadınız Rust diye bir yerin adını? Almanya’nın kuytu bir köşesinde saklı kalışından olabilir mi? Aslında Rust Avrupa’nın en farklı lunaparkının bulunduğu yerleşimin adıdır. EuropaPark isimli eğlence merkezi, bu küçük ve sıradan gözüken kasabanın içindedir!.. Sabah gözlerimi açıyorum. Aslında olması gerektiği gibi evimde, hattâ ülkemde bile değilim. Burası Rust ve ben küçük bir butik otelin çatı katındayım. Daha kahvaltı bile etmeye kalmadan çığlıklar duyuluyor. Bu çığlıklar devasa bir roller coaster olan Silverstar’a binmeye cesaret edenlerden geliyor. Tabii yerimde durur muyum hiç? Hemen balkona çıktım ve Silverstar’a bir göz attım. Ne kadar büyük ve görkemliydi. Olduğu yerde göz dağı veriyordu sanki. Bu arada, biraz bilgi fena olmaz sanırım; Silverstar denilen bu alet bir megacoaster’dır. Avrupa’nın en uzunu ve en hızlı roller coasterların üçüncüsü -ki bu görüntü ona daha yakından bakmak istememe yetti. Yapımı, ünlü otomobil yapımcısı Mercedes-Benz’e ait. Yola çıktığı binanın içinde bir kahve, bir hediyelik eşya dükkanı ve küçük bir müze bulunuyor. Bu müze ‘Formula 1’ takımı Mercedes-Benz’in maket bir F1 arabasına ev sahipliği yapıyor. Güne böyle bir heyecanla başlamanın verdiği hevesle hemen aşağı indim. Kahvaltı için gittiğimde, otel sahibi yaşlı ve cana yakın amca, anneme dışarıda bir fırın olduğunu söylemiş. Aslında yakınlarda fırın olduğunu fark etmek çok da zor değildi. Yeni çıkmış ekmek ve Alman simitlerinin o inanılmaz kokusu tüm sokağı sarmıştı. Taş çatlasa elli adım attıktan sonra fırının kapısına geldik. Kapısını açınca girmemle beraber tepemde çınlayan zil, dükkan sahibinin bizi fark etmesini sağladı. Ne var ki fırıncı, oteldeki yaşlı adam kadar tatlı ve güler yüzlü değildi. Tam tersine sanki bir an önce çıkmamızı istiyordu. Zaten o kadar iyi Almanca da bilmiyorduk, doğrusu hiç nazik karşılanmadık! Otele geri döndük ve kahvaltıya başladık. Kahvaltı ardından, artık içimdeki hevesi daha fazla tutacak bir engel kalmamıştı. İşte lunapark oradaydı ve beni bekliyordu. Işık hızında üstümü değiştirdikten sonra yürüyerek yola koyulduk. Yol on beş dakika bile sürmedi. EuropaPark, Mack ailesi tarafından kurulmuş ve hâlâ onlar tarafından yönetilmekteymiş. Bu aile 1780’lerde araç, 1880’lerde vagon, 1921’e kadar da roller coaster tasarlamış. Bu nedenle, bu ailenin tasarımı olan trenleri görebiliyoruz. Şu anda aile Mack-Rides adlı bir şirkete sahip. Parkta tam olarak elli dört farklı macera dolu etkinlik bulunuyor. Bunların on tanesi roller coaster, beş tanesi ise su coasterdır. Geri kalanların birçok bölümü ise tiyatro gösterilerinden oluşur. Parkın en ilginç tarafı ise Avrupa başkentlerinin on beş farklı bölüme ayrılmış olmasıdır. Parkın maskotu, anlamı Avrupa Faresi olan Euro Maus isimli bir faredir. Lunapark’ın girişi öyle kalabalıktı ki zar zor bilet alabildik. Parkın içi sanki bambaşka bir yerdi. O küçük sessiz, sakin kasabadan sonra burası bana oldukça farklı geldi. Hiç unutmam, EuroPark’ta ilk geldiğimiz kent Londra’ydı. Atmosfer o kadar iyi yansıtılmıştı ki sanki gerçekten Londra’daydık. Birazcık sis, eski yapılar, ve her yerde göremeyeceğimiz ünlü kırmızı otobüsü ile şehrin tablosu hemen gözünüzün önünde canlanıveriyor. Parkın içinde küçük bir tren de bulunuyor. İnsanları yormamak için tasarlanmış, hem parkı gezdiriyor, hem de sırayla duraklarda durup yolcu alıyor ve indiriyordu. Parkın içindeki restoranlar bulundukları başkentlere göre hem tarz, hem de içeriğini değiştiriyordu. Bu özellik aslında sadece konuşup geçilecek bir şey değil; çünkü birçok farklı kültür sadece bir yerde birleşiyordu. Sadece bir yer bütün kültürleri barındırıyordu. Sanki, tüm kültürler kardeşti... Sonunda zamanı gelmişti. Silverstar... Sanırım başka söylenecek bir şey yoktu, çünkü onun görkemli raylarının altında durmak bile insanın tüylerini diken diken etmeye yetiyordu. Aslında, hiç ama hiç binmek istemesem bile, babamın zoruyla sıraya girdik. Sıranın gelmesi tam kırk sekiz dakika sürdü. Tamı tamına saydım; çünkü heyecanımı giderecek başka bir şey bulamamıştım. Sıra bize geldiğinde şansımıza en ön koltuk çıkmıştı. Hemen yan sıradaki Alman gençlerle anlaşarak yer değiştirdik. Daha onlar ne olup bittiğini anlayamadan, kemerler bağlanmıştı... Tam anlamıyla nefes kesici beş dakikalık bir maceradan sonra, sendeleyerek merdivenlerden indim ve o halimle babamı aramaya koyuldum. Babamı Silverstar’ın inanılmaz hızı ve manevralarından sonra, kendini yere bırakmış yatarken buldum. Annem yanımıza geldiğinde ise kahkahalara boğulup fırsattan istifade babamın bir fotoğrafını çekti. Bu fotoğraf, gerçekten gülünmeyecek gibi değildi. Trene binmek isteyen kendisiydi, ne yapalım kendi düşen ağlamaz! Hava da kararmaya başlamıştı. Babamın bir kolunda ben, diğer kolunda annem çok eziyetli bir yol yürüdük. Otele vardığımızda kimsenin çıtı çıkmadan herkes yatağına girdi. O gün aklımdan hiç çıkmadı. Sırada bekleyişimizi düşündükçe hâlâ tüylerim diken diken olur. Sizin anlayacağınız EuropaPark birçok Avrupa kentinin bir arada toplandığı, neredeyse türünün tek örneği bir yer. Ufkunuzu genişletmek, eğlenceyi zirvede yaşamak, maceraya doymak ve tüm dünyayı tek çatı altında görmek istiyorsanız EuropaPark sizin yeriniz…
Not: Bu yazı, Evliya Çelebi’nin doğumunun 400. yılı anısına hazırlanan ve tüm geliri UNICEF Türkiye Komitesi’ne bağışlanan “Torun Çelebiler Seyahatnamesi, 2011” adlı kitaptan editörlerin özel izni alınarak yayımlanmıştır. |
Yazılan Yorumlar... | |
hakangeziyor (10 Ağustos 2011) |
Ömercim, arkadaşlar hep söylüyorlardı "Almanyada çok büyük bir eğlence merkezi var, Disneyland halt etmiş" diye. Kısmet senin yazınla tanışmaktaymış. Kalemine sağlık güzel kardeşim... |
NEŞE (09 Ağustos 2011) |
Sevgili Ömer,böyle bir parkın varlığını daha önce duymuş ama bilgi sahibi olamamıştım..İşte şimdi sayende bilgilendik ve biz de Silverstar da heyecan çektik...Dünyaları verseniz de o alete binemem ben...Teşekkürler. |