Sabah 08.30’da uyanır uyanmaz hostelden dışarı çıktık ve Nyugati tren istasyonuna giderek Mesut’un ve bizim havaalanına dönüş tren biletlerimizi aldık (365 HUF). Zira Budapeşte’de makinelerden bilet almak ciddi bir sıkıntı. Sonra caddedeki fırın tarzı dükkândan kruvasan türü yiyeceklerimizi alarak (tanesi 185-200 HUF arası) hostele geri döndük. (Küçük bir hatırlatma; 1 € = 258-264 HUF) Saat 10.00’a kadar buralarda zaman geçirmemiz gerekiyordu çünkü Cem’e bir spor ayakkabı alacaktık. Giydiği ayakkabı iki gündür O’nu rahatsız ediyordu ve artık dayanacak gücü kalmamıştı. Isıtıcıda hazırladığımız suyla çaylarımızı yaptıktan sonra minik balkonumuzda küçük bir kahvaltı keyfi yaptık.
Saat 10.00 olunca Terez Bulvarındaki StarKebap’ın yanındaki Maraton Spor mağazasın doluştuk. Sabah sabah bizi gören tezgâhtarlar sevindiler tabi. Birkaç çift denemeden sonra şık bir Puma ayakkabıda karar kıldık (13000 HUF). Daha bir kaç adım atar atmaz Cem’in suratı değişti ve oldukça rahatladı. Bir daha da gezi boyunca ağrı olmadı.
Bugünkü programımızı şehrin Buda tarafının gezilmesine ayırmıştık. 6 no’lu tramvaya binerek Petöfi Köprüsünden karşı tarafa geçtik ve Moricz Zsigmond Meydanında indik. Gellert Tepesi yüksekteydi ve yokuş yukarı yürümek istemediğimizden yolun karşısına geçerek 27 no’lu mini otobüsle Citadella yani Gellert Kalesi bölgesine çıktık.
1046 yılında Hıristiyanlığı kabul etmek istemeyen kitleler piskopos Gellert’i bir fıçıya koymuşlar ve 140 metrelik tepeden aşağıya yuvarlamışlar. Zamanla tepe piskoposun adıyla anılır olmuş. Ortaçağ’da cadıların burada gizli ayinler yaptığı dedikoduları almış başını gitmiş. Osmanlılar Buda’yı ele geçirince buraya küçük bir kale inşa etmişler. Sonra Avusturyalılar kendi kalelerini kurmuşlar. Şimdi de hem muhteşem bir seyir tepesi hem de harika bir park olarak düzenlenmiş.
Tepenin en zirve noktasında 14 metre yüksekliğindeki Özgürlük Anıtı bulunuyor. 1945’te şehrin Rus ordusu tarafından kurtarılışı anısında yapılan anıtın ortasında ellerinde defne dalını yukarıya kaldırmış bir kadın figürü bulunuyor. Aslında anıtta Rus askeri de varmış ama komünizmin yıkılmasıyla ortadan kaldırılmış. Kaleye girmeyi tercih etmedik. (Meraklısına giriş ücreti 1200 HUF) Kale boyunca gezerken surların yanına dizilmiş eski topları görebiliyorsunuz.
Citadella Büfeden birer kahve alarak (250 HUF) seyir terasının oradaki banklarda oturarak muhteşem Tuna ve Budapeşte manzarasını seyre daldık. Bu kareyi belki de yüzlerce fotoğrafta görmüş ve hep hayalini kurmuştum, “bir gün bende gelip buradan mutlaka şehri seyretmeliyim” diye. İşte tüm güzelliğiyle Tuna ve Budapeşte karşımdaydı. Nehrin iki yanı bir inci gibi sıra sıra işlenmiş. Kale Tepesi de ayrı bir güzel tabi ki. Hep beraber keyfini çıkarırken aynı zamanda bir gün önce gezdiğimiz yerleri yukarıdan tanımaya çalıştık.
Tepenin farklı noktalarından manzaranın açısı değiştikçe daha farklı yerleri gözlemleyebiliyorsunuz. Bu arada Tepenin UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde olduğunu ve bunun orada bulunan bir metal yazıta işlendiğini de hatırlatayım. Parkın içindeki dar ve bol yeşilli patikalardan inerek Elizabeth Köprüsüne bakan Gellert heykelinin oraya ulaştık. Bu arada inerken bizde de bir zamanlar çok moda olan “bul karayı al parayı” tezgâhının kurulduğunu gördük ama hiç oralı olmadık tabi. Köprünün birkaç poz fotoğrafını çektikten sonra aşağıya indik. Aşağıdan heykel ve arkasındaki revak çok daha güzel görünüyordu.
Yönünüzü Gellert heykeline verdiğinizde sağ tarafınızda kalan yeşilliğin içinde kalan İmparatoriçe Elizabeth’in heykelinde kısa bir mola verdik. Habsburg imparatoru Franz Josep’in meşhur karısı Elizabeth; ya da Sisi. Macar halkının da inanılmaz saygı duyduğu Sisi’yi Viyana’da çok daha yakından tanıma fırsatı bulduk…
Elizabeth Köprüsünden Özgürlük Köprüsü’ne doğru Tuna kenarındaki kısa bir yürüyüşten sonra meşhur Gellert Oteli ve Kaplıcaları karşımıza çıktı. Geçmiş dönemlerde hastane, hamam gibi yapıların bulunduğu bu şifalı su bölgesinde 1912-1918 yılları arasında yapılan otel çok güzel. Balkonlarındaki korkulukları, pencereleri ve kuleleriyle içini gezemesek de dışarıdan bu harika yapıyı görmüş olduk.
Gellert otelin yan taraftan tam karşısındaki Mağara Kilise (Cave Church) ilgimi çekti ve sesli rehber dahil 500 HUF vererek tek başıma içeri girdim. Bizimkiler o sırada kapının önündeki Aziz Istvan’ın atlı küçük heykelinin orada mola verdiler. Aziz Paulus keşişleri tarikatına ait olan Mağara Kilisenin tarihi 13. yüzyıla dayanıyor. Tamamen kayalar oyularak yapılmış birkaç odalı kilise ilginç bir yapı. İki küçük şapeli mevcut. Birisi 2. Dünya Savaşında Auschwitz toplama kampında kendisiyle birlikte kalan diğer insanları korumak için can veren Polonyalı keşiş Aziz Kolbe’ye adanmış. Devasa bir kartal figürü de minik şapeli süslüyor.
Kiliseden çıktıktan sonra yolun karşısından 18 no’lu tramvaya binerek Naphegy Meydanında indik ve geldiğimiz istikamette Taban bölgesine doğru yürümeye başladık. Taban, şifalı suların bol olduğu bir bölgeymiş. Osmanlılar şehri ele geçirdiğinde meşhur Rac ve Rudas Hamamlarını inşa etmişler. 20. yüzyıl başlarında daha çok işçilerin yaşadığı bir gecekondu bölgesiymiş. Sonradan ıslah çalışmaları yapılmış ve hem yeşil hem de tarihi bir bölge yaratılmış.
Taban Semt Kilisesine doğru yürürken Szarvas Meydanında karşımıza Altın Geyikli Ev çıktı. Evin ismi, bir zamanlar altında bulunan “Altın Geyiğin Altında” (Aranyszarvas) adlı handan ve evin kapısının üzerinde yer alan bir geyiği kovalayan iki köpek rölyefinden geliyormuş. Eski hanın bulunduğu yerde şimdi aynı isimli bir restoran açmışlar.
Semt Kilisesini de şöyle bir dışarıdan fotoğraflamıştım ki Mesut’un dallardan bir şeyler koparıp yediğini gördüm. Ne mi? Kırmızı erikler. Dallar yerlere kadar eğilmiş ve kimse dokunmuyor. Biz hariç tabi ki :) Erikler elimizde gidiyorduk ki bu sefer karşımıza karadut ağacı çıktı. Durur muyuz, onun da tadına baktık tabi. Son derece lezzetliydi…
Mimar Miklos Ybl’nin heykelinin de bulunduğu meydan boyunca ilerlerken kraliyet sarayını Tuna kıyısına bağlayan teraslı bahçeler bakımsız ama çok hoş görünüyordu. Biraz daha ilerlediğimizde Aslanlı Köprü’nün Buda tarafında yer alan Clark Adam Meydanına ulaştık. Burada sizi Kale Tepesine çıkaran bir feniküler var. Tek yön ücreti 840 HUF, gidiş dönüş bilet alırsanız 1450 HUF. Budapeşte Kart ya da başka bir bilet geçerli değil. Bence çok da bir anlamı yok. Hemen meydanda Tünel’in karşısındaki köşeden geçen 16 no’lu mini otobüsler zaten Kaleye çıkarıyor. Extradan bu kadar para vermek bize saçma geldi.
Bu arada 19. Yüzyılın ortalarında inşa edilen, 350 metre uzunluğunda ve 9 metre genişliğindeki Tünel’den de bahsetmeden olmaz. Zira Budapeşte’nin merkezi burası kabul ediliyor ve tüm mesafeler buradan hesaplanıyormuş.
16 no’lu otobüse binerek beş dakika sonra Disz Meydanına çıktık ve buradan güneye Kaleye doğru yürümeye başladık. Buda, 13. yüzyıldan itibaren Kale ile Matyas Kilisesi çevresinde gelişmeye başlamış, ikinci Dünya Savaşında neredeyse tamamı tahrip olmuş ve sonra yeniden inşa edilmiş. Kalıntıları geçtikten sonra hemen sağ tarafta geleneksel kıyafetleri ile turistlere ok attırarak para kazanan (Beş atış 500 HUF) uyanık Macarları gördük. Siyah kargalı demir kapıdan geçerek Macar Ulusal Galerisi’nin oradaki köşede yer alan ünlü Matyas Çeşmesinin bulunduğu yere geldik.
1904 yılında inşa edilen çeşme efsanevi Rönesans kralı Matyas’a adanmış. Rivayete göre Kral Matyas bir gün avlanırken Ilonka adında güzel bir köylü kızıyla karşılaşır ve kız krala aşık olur. Çeşmenin tasvirinde Kral, avının başında gururla dururken çeşmenin başında baş avcısı ile av köpekleri kendisine eşlik etmektedir. Sağdaki sütunun altında da genç Ilonka oturmaktadır. O şehrin en güzel çeşmesine para atılırsa yeniden oraya gelineceği batıl inancı Matyas Çeşmesi için de geçerli.
Yan bahçeye doğru ilerlediğimizde karşımıza atın üzerindeki Prens Eugene Heykeli çıktı. 1697 yılında Osmanlıya karşı gerçekleştirilen Zenta muharebesinde kazanılan zaferin anısına 1900’de dikilen anıtın rölyeflerinde savaştan sahneler canlandırılmış. Bu arada iki Osmanlı esirini de Prensin ayaklarına kapanırken koymuşlar. Ne diyeyim…
Bulunduğumuz terastan oldukça hoş görünen süslemeli giriş kapısı ile, Tuna ve Peşte manzarasını da fotoğrafladıktan sonra geriye döndük ve dört aslanın bulunduğu Aslan Kapısının altından geçerek kraliyet sarayının arka avlularından birisine ulaştık. Bu bölümde Budapeşte Tarih Müzesi yer alıyormuş ama sadece dışarıdan bakmakla yetindik. Zira Müze, pazartesi günleri kapalıymış.
Yorgunluğumuzu gidermek için orada bulunan büfelerden birisine oturduk ve bir şeyler yiyip içerken geleni geçeni seyrettik (Çay 170 HUF, kahve 190 HUF, dondurma 220 HUF) Başladığımız yer olan Disz Meydanına gelerek bu sefer tam tersi istikamette gezimizi sürdürdük. Orada bulunan CBA süpermarketten su takviyelerimizi de yaptıktan sonra Tarnok Sokağından ilerleyerek Kale tepesinin bir başka önemli bölgesi olan Kutsal Teslis Meydanına, yani Matyas Kilisesi ile Balıkçı Tabyasının bulunduğu yere geldik.
Kutsal Teslis Meydanı, eski Buda’nın merkezi olarak kabul ediliyormuş. Meydanın ortasında büyük bir sütun yer alıyor. Sütün, 17. yüzyılın sonları ve 18. yüzyılın başlarında patlak veren veba salgınında ölenlerin anısına yaptırılmış. Üzerinde bulunan melek figürleri oldukça etkileyici ve gerçekçi. Buda’nın eski belediye sarayı da bu meydanda bulunuyor. 18. yüzyıla tarihlenen bu binayı tanımanız oldukça kolay: Çatısında kocaman bir saat kulesi yer alıyor.
Matyas Kilisesi 13. yüzyıla kadar tarihlense de bugünkü görünümüne 19. yüzyılın ikinci yarısında ulaşmış. Gerçekten muhteşem bir görünüşü var. Özellikle kuleleri, gül penceresi, ana taç kapısı harika. Giriş 990 HUF ama biz tercih etmedik. Hemen karşısında da Balıkçı Tabyası bulunuyor. Onun da giriş ücreti 500 HUF ama o kadar fazla bölümü ücretsiz ki millet neresine para verip geziyor anlamadık. Tabyanın bulunduğu yerde eskiden balık pazarı kurulurmuş. Görünüş itibariyle savaşsal bir anlamı var gibi algılansa da sadece estetik amaçlı olarak yapılmış.
Balıkçı tabyasından Peşte’nin manzarası gerçekten harika. Bu arada restoran ve kafeler de mevcut. Bulmuşlar tabi muhteşem manzarayı kondurmuşlar hemen kafeleri. Hemen Tabyanın önünde Macaristan’a Hıristiyanlığı ilk getiren kral olan Aziz Istvan’ın atın üstünde bir heykeli var. Zaten Budapeşte’nin her yerinde Istvan’la ilgili bir şeyler mutlaka buluyorsunuz.
Yolumuza devam edip eski Buda bölgesini deyim yerindeyse karış karış yürüyerek gezdik. Becsi Kapu Meydanındaki Viyana Kapısı, Mecdelli Meryem Kilisesi’nin tek ayakta kalmış yeri olan kulesi, 1848-49 bağımsızlık savaşındaki kahramanlıklarından dolayı anıtları dikilen atlı askerler, tarihi kale surları ve son Buda Valisi Abdurrahman Abdi Arnavut Paşa’nın mezarı. Eski Buda’nın en uç noktalarından birisinde bulunan mezarın üstünde Macarca ve Türkçe şunlar yazılıydı: Bu yerin yakınında 1686 Eylül ayının ikinci günü öğleden sonra yaşamının 70. yılında maktul düştü. Kahraman düşmandı, rahat uyusun ! Tüylerim diken diken oldu. Düşman da olsa mertçe mücadele edilen yerde herkes takdir görüyor…
Eski Buda gezimizi küçük renkli evlerle süslü ve tamamı koruma altında bulunan Lordlar Sokağı’ndan yürüyerek tamamladık ve yeniden başladığımız nokta olan Disz Meydanına geldik. Acıkmıştık. İlk bulduğumuz otobüse kendimizi attık ve yaklaşık beş dakika sonra büyük, kalabalık ve oldukça hareketli bir meydanda otobüsten indik. İlk önce tam olarak nerede olduğumuzu anlamasak da sonradan Moskova Meydanına çıktığımızı anladık.
Meydanın tam karşısında yer alan Mc. Donalds’da karnımızı doyurup biraz dinlendikten sonra günün gezilecek son noktası olan Gül Baba Türbesine ulaşmak amacıyla 6 no’lu tramvaya binerek Margit köprüsü durağında indik. Buradan Buda tarafına yürüyerek Türk Sokağına ulaştık (Török Utca). Türk Sokağında biraz ilerledikten sonra sola sapan sokağın tabelasında Gül Baba Sokağı yazıyordu. Yokuş sokağı tırmanmaya başlamadan önce şöyle bir durup baktım. Sokak buram buram “biz” di. Birden gözümün önüne Safranbolu, Amasra sokakları geldi. Neredeyse hiç farkı yoktu. Başladık yavaş yavaş tırmanmaya. Ve nihayet küçük bir parkın içinde yer alan türbeye ulaştık.
Ulaştık ulaşmasına ama saat 18.00’de kapanmış. Oradaki görevlilere “ziyaret, Török, please” türünden bir iki şirinlik yapsak da maalesef bizi dikkate almadılar. Biz de Gül Baba’ya dışarıdan dua edip geldiğimiz gibi geri döndük. 4 no’lu tramvaya binerek Nyugati tren istasyonun bulunduğu durakta indik. Yer altı çarşısını gezdik. Yer altı çarşısının devamında alttan birbirleriyle birleşen Westend Alışveriş Merkezini de şöyle bir turladık. Mesut buradan arkadaşlarına hediye olarak magnet aldı (Tanesi 650 HUF).
Hepimiz çok yorulmuştuk ve kısa bir süreliğine de olsa ayakkabılarımızdan kurtulmak istiyorduk. Hostele ulaştığımızda saat 19.15’ti. Hemen sırayla duş alarak kendimize geldik. Mesut’un uçağı sabaha karşı olduğundan birkaç saat uyumak istedi ve kıvrılıp yattı. Saat 21.00 olduğunda ikisinde de hareket göremeyince giyinip kendimi Budapeşte sokaklarına attım. Daha önceden hiç geçmediğimiz Lizst Ferenc Meydanından başladım. İnce uzun giden bu meydanda sağlı sollu restoranlar ve kafeler mevcut. Buradan Kiraly Sokağına sağa dönerek yürüyüşüme devam ettim. Trofea Restoranın önündeki kuyruk oldukça kalabalıktı. Bu restorandan Budapeşte’nin çeşitli yerlerinde mevcut. Fiks bir fiyat uygulaması yapıyorlar. Hafta içi gündüz 100’den fazla yemek çeşidinden ne kadar yersen ye adam başı 2999 HUF, hafta içi akşam 4499 HUF ve hafta sonu akşam 4999 HUF. Ancak kalabalığa bakarsak mutlaka rezervasyon yapılması gerektiğini düşünüyorum.
Kiraly sokağın sonunda Deak Ferenc meydanına çıktım. Kapanmadan dönüşte kullanırım diye bir tane tekli metro bileti alıp çantama attım. Buradan biraz daha ilerleyince meşhur Vaci Sokağına çıktım. Yine çok kalabalık sayılmazdı. Sokak boyunca ikisi bayan olmak üzere dört kişi gece klübünde eğlenmek isteyip istemediğimi sordu. Bu tür taleplerin gelebileceğini forumlardan okumuştum. Sokağın sonuna varınca Elizabeth Köprüsüne doğru bir dönüş yaptım ve muhteşem ötesi Tuna Nehri ve Buda manzarası karşısında adeta nutkum tutuldu. Nerede okuduğumu hatırlamıyorum ama Budapeşte’nin Avrupa’nın en iyi gece aydınlatması olan şehirlerinden birisi olduğunu okumuştum. Ne kadar da doğru bir tespit. Karşı taraftan Buda, bir inci gerdanlık gibi dizilmişti sanki. Uzunca zaman seyre daldım. Bir ara gözlerimi kapatıp açtım ve kendimi Boğaz’da hayal ettim. Hiç de yadırgamadım doğrusu.
Aslanlı Köprüye kadar kıyı boyunca yürüdüm. Türk Havayollarının bürosu da bu yol üstünde. Oradan Zrinyl Sokağına saparak Aziz Istvan Bazilikasına doğru yürümeye başladın. Budapeşte’nin en hareketli bölgesinden birisi de burası bence. Bazilika’nın köşesinde yer alan Platz Bira Evinden 590 HUF’a bir büyük bira alarak hemen meydandaki banklardan birine oturarak meydanı ve Bazilikayı uzun uzun seyrettim. Bisikletliler, kaykaylılar, ellerinde şarap kadehleriyle yerlerde oturanlar ve harika Bazilika…
Saat 23.00’e geliyordu ve yavaştan hareketlenerek hostele doğru Andrassy Caddesi boyunca yürüdüm. Opera binasının yanından sola dönerek muhtemelen henüz tamamlanmış olan gösteriden çıkan şık giyimli opera severlerle karşılaştım. Burası da restoran ve kafelerle dolu bir bölge. Arka sokaklardan kısa bir yürüyüşle hostele vardığımda saat 23.15’i gösteriyordu. Bizimkiler de yavaştan hazırlanmışlardı. Biraz sonra yeniden Nyugati tren istasyonuna gitmek üzere dışarı çıktık.
Mesut Macarların meşhur gulaş çorbasından içmek istedi ama o saatte maalesef bulamadık. Mecburen Star Kebap’ın Nyugati’ye yakın olan ikinci restoranında döner yemek zorunda kaldı. Havaalanına gidecek tren 00.43’te hareket edecekti. O’nu istasyonda trene bindirerek uğurladıktan sonra yavaş adımlarla hostele geri döndük. Küçük bir balkon sigara molasından sonra gün bizim için sona erdi…
Bir sonraki yazı Budapeşte’deki son günümüz olacak…
Görüşmek üzere…
|