Güneşli bir Budapeşte sabahında Viyana’ya gitmek için Keleti tren istasyonuna vardığımızda bineceğimiz trenin, Avusturya demiryolları OBB’ye ait Railjet olduğunu ve ikinci sınıf kompartmanların bile gayet iyi olduğunu gördük. Hareket saati 09.10 ve tam zamanında kalkıyor. Yol boyunca kah kestiriyorum kah elimdeki Viyana rehber kitabını karıştırıyorum. Tren iki saat ellibeş dakika sonra tam saatinde Viyana’nın en büyük tren istasyonlarından birisi olan Westbahnhof’a ulaşıyor. İstasyondaki turizm danışma bürosundan hem şehrin haritasını alıyoruz hem de otelimizin yönünü öğreniyoruz. Şehrin en uzun caddelerinden birisi olan Mariahilfer boyunca ilerliyoruz. Burası oldukça hareketli, tanıdık tüm markaların ve bolca kafe-restoranların yer aldığı bir cadde. Telefonumdaki GPS’i kullanmaya çalışıyorum ama nafile… Harita yardımıyla sağa dönerek otelimizin bulunduğu Gumpendonfer Caddesine ulaşıyoruz ve 39 numarada otelimiz Kolping Wien Zentrale…
Oteli, galahotels internet sitesinden iki kişilik oda + kahvaltı günlük 57 €’ya ayarladım. 206 no’lu superior odaya yerleştik. Gayet güzel, temiz ve ferah bir oda. Lobi ve kahvaltı salonunun bulunduğu terasta ücretsiz internet mevcut. Tek olumsuz nokta bizi karşılayan resepsiyondaki suratsız kadın ama bu da bizi çok ilgilendirmiyor açıkçası. Otelden çıkar çıkmaz hemen yan tarafta Spar Süpermarket olduğunu fark ediyoruz ve dalıyoruz içeri. Su takviyesi ve bir iki soğuk içecek aldıktan sonra karnımızı doyuracak yer bulmak amacıyla otele hemen birkaç yüz metre uzaklıktaki meşhur Naschmarkt’a varıyoruz.
Naschmarkt, kentin en büyük pazarı. Yüzlerce meyve-sebze, kurutulmuş meyveler, et, balık, çiçek satıcılarının tezgâhları ile renkli ve hareketli bir yer. Aynı zamanda dönerden, suşiye, hint mutfağından hazır balık satıcılarına kadar envai çeşit yeme içme dükkânlarının bulunduğu harika bir pazar. En az dört tane döner dükkanı saydım. Hepsi de Türk. Bu sefer karnımızı doyurmak için ünlü deniz ürünleri fast food markası Nordsee’de karar kıldık. “Bremer” denen balıklı burger (1,99 €) ve mozerella peynirli karidesli sandviç (flusskrebs ciabatta-3,99 €) oldukça lezzetliydi.
Naschmarkt’ın sonunda büyük, beyaz bir küp biçimindeki Sezession Binası karşımıza çıktı. 1898 Ekim ayında açılan bina 2. Dünya Savaşında ciddi tahribata uğrasa da 1970’li yıllarda restorasyondan geçirilerek yeniden sergilere açılmış. Özellikle beyaz ve altın renklerine boyalı ön cephe oldukça şık ve estetik görünüyor. Bir de altın yaldızlı defne yapraklarıyla süslü kubbesi çok güzel.
Yukarıya doğru Getreidemarkt’tan devam ettiğimizde kendimizi Museumsquartier denen müzeler bölgesinde bulduk. Bir zamanlar İmparatorun atlarını barındıran Barok tarz yapı şimdi dünyanın en önemli müze komplekslerinden birisi haline gelmiş. Leopold Müzesi, Modern Sanat Müzesi, Viyana Mimarlık Merkezi, Ahırlar derken kocaman bir yapının içindesiniz. Orta bahçesinde kafelerin de bulunduğu bu kompleksin giriş ücretleri, ziyaret edeceğiniz yere göre 17 ila 25 € arasında değişiyor. Bu arada bahçedeki devasa renkli şezlongların üzerinde insanlar sere serpe yatıyor, kah kitap okuyorlar kah sohbet ediyorlar.
Museumquartier’i arkanıza alıp yolun karşısına geçtiğinizde bir başka müze kompleksinin içine girmiş gibi oluyorsunuz. 1888 yılında yapılan İmparatoriçe Maria Theresa heykelini ön yüzünden karşınıza aldığınızda solunuzda 1891 yılında kapılarını açan Viyana Güzel Sanatlar Müzesi (Kunsthistorisches Museum), sağınızda ise önündeki minik fil heykeli ile 1889 yılında halka açılmış olan Doğa Tarihi Müzesi (Naturhistorisches Museum) kalıyor. Doğa Tarihi Müzesi diğerinin ayna imgesi olarak tasarlanmış. Her ikisi de birbirinden değerli koleksiyonları ile Viyana’nın görülmesi gereken önemli yerleri arasında sayılıyor ama vaktimiz çok dar olduğu için diğer yerlere öncelik vermek zorunda kaldık. Ancak bol bol fotoğraf çekmeyi unutmadık.
Burgring caddesini de geçtiğimizde meşhur Kahramanlar Meydanı’na (Helden-Platz) varmış olduk. Burası Habsburg hanedanının ikamet alanı olan meşhur Hofburg Sarayının olduğu bahçe ve kompleks. Olağanüstü ihtişam ve görkem her yerden fışkırıyor gerçekten. Sarayın büyük bölümü bugün için devlet daireleri ve uluslararası kongre merkezi olarak kullanılıyormuş. Bir de İspanyol Binicilik Okulu var tabi. Kalan az sayıda yer de müze olarak turistler tarafından gezilebiliyor. Savoy Prensi Eugene ile Arşidük Karl’ın atlı heykelleri tüm ihtişamlarıyla Kahramanlar Meydanı’nı süslüyor. Tam yolun üstünde faytonların bulunduğu yere yakın bölgede pek çok Avrupa şehrinde görmediğimiz özel bir hizmetle karşılaştık. Üzerinde İngilizce ve Almanca olarak “İçilebilir Su” yazan, muhtemelen içindeki buzdolabı nedeniyle buz gibi akan su sebilleri. Bu kadar turistik bir yerde böyle bir hizmet herhalde Avusturyalıların geçmişten gelen saltanat ve zenginliğinden olsa gerek…
Aşağıya doğru devam ettiğimizde kendimizi meşhur İsviçre Kapısında bulduk. Kapının ismi Maria Theresa’nın görev verdiği İsviçreli muhafızlardan geliyormuş. Kapıdan geçip sağ taraftan ilerlediğinizde Sarayın Hazineler (Treasury) müzesinin girişi var ama tercih etmedik (Giriş ücreti 12 €). Büyük kubbenin altına geldiğimizde Hofburg Sarayı’nın gezme vakti gelmişti. Cem dışarıda dolaşmayı tercih etti, bende hemen bilet satış bölümüne girdim.
Müze girişinde farklı yerlere ait biletler satılıyor. İmparatorluk Gümüş Koleksiyonu, Sisi Müzesi ve İmparatorluk Odalarından oluşan kombine bir bilet 10,50 €. Yok ben daha sonra Schönbrunn Sarayını ve Imperial Collection Museum’u da gezeceğim derseniz hepsi bir arada “Sisi Ticket” adı altında 23,50 €. (Tek başına Schönbrunn 13,50 – 16,50 €) Yani biletleri birlikte alarak avantajlı olabilirsiniz. Ben, Schönbrunn Sarayının durumunu tam olarak bilemediğim için üçlü bilete 10,50 € ödedim ve içeri daldım. Sesli rehber cihazı fiyata dahil ama maalesef Türkçe yok…
İlk girişte gümüş koleksiyonu var. Elbette muhteşem bir koleksiyon. Dönemim saltanatını ve zenginliğini her noktada algılayabilmeniz için tüm güzellikler ve nadide eserler sergilenmiş. Yemek takımları, şamdanlar, zarif masa süsleri, servis kapları ve daha neler neler. Özellikle tek bir fotoğraf karesine sığdırmamın mümkün olmadığı özel akşam yemeklerindeki masa donanımı için ne söylesem az gelir. Dokunmaya kıyamayacağınız kadar özenle hazırlanmış ama bu masanın birileri için sıradan bir şey olduğunu bilmek aslında insana biraz dokunuyor. Gerçi hayat hiçbir evresinde adil değil ki, neyse…
İmparatorluk Daireleri içinde yer alan Sisi Müzesi, doğumundan ölümüne Avusturyalı’ların (ve hatta Macarların) çok sevdiği İmparatoriçe Elizabeth’i, yani kısaca Sisi’yi anlatıyor. Reformcu İmparator Franz Joseph ile 1853 yılında evlenen Bavyera Prensesi Elizabeth güzelliği ve zerafetiyle halkın gönlünde taht kurmuş. Ama herkes tarafından çok sevilen Sisi’nin yaşamı hiç de kolay geçmemiş doğrusu. Kardeşi Maximilian Meksika’da idam edilmiş, tek oğlu Rudolph intihar etmiş. Hayatının son döneminde sadece siyah elbiseler giyen Sisi, 1898 yılında Cenevre’de suikaste kurban gitmiş. Müzede genç yaşta ölen ünlü aktris Romy Schneider’in bir seri halinde oynadığı Sisi filmlerinden gösterim yapılan yer de mevcut. Durup bir süre filme baktım. Sisi’nin güzelliğini kendi dönemi içinde değerlendirmek lazım ama Romy Schneider’ın çok güzel olduğu kesin.
Hofburg Sarayındaki son durak noktam imparator ve imparatoriçenin özel yaşamından kesitler sunan odalar, salonlar oldu. Neredeyse tamamı, döneminde kullanılan eşyalarla sergilenen daireler bir dönemin büyüleyici güzelliğine ve zenginliğine adeta ayna tutuyor. Özel makyaj odaları, yatak odaları, toplantı odaları, İmparator Joseph’in öldüğü oda, görüşmeyi bekleyen subayların vakit geçirmeleri için düzenlenmiş bilardo masalı oda ve daha neler neler…Fotoğraf çekmek şiddetle yasaklanmış olmasına rağmen gizli gizli birkaç kare yakalamayı başardıktan sonra gezim tamamlandı. 19. yüzyıla daldığım rüya da böylece bitmiş oldu…
Dışarıya çıktığımda Saray gezisinin yaklaşık 1,5 saat sürdüğünü anladım. Telefonum çalışmadı için Cem’i nasıl bulabileceğimi düşünürken iki gencin hemen ön taraftaki Starbucks hakkında konuştuklarını duyunca oraya yönlendim. Zira bizim Cem sıkı bir Starbucks fanatiği diyebiliriz. Yanılmamışım…Michaelerplatz’da tam köşedeki kafede oturup etrafı seyrediyordu ki birbirimizi gördük. O da bana Starbucks’ı görünce orada olacağını tahmin edeceğimi söyledi. Bende Cem gibi bir cafe latte içtikten sonra (3,90 €) gezimize devam ettik.
Kohlmarkt üzerinden Graben’e dönüş yaptık ve sağlı sollu lüks dükkanlar ve kafeler boyunca yürüdük. Sokak gösterisi yapanlar ve birkaç ilginç figürlü heykel dikkatimizi çekti. Trafiğe kapalı alan olduğu için oldukça kalabalık caddenin sonunda da meşhur Stephansdom’a ulaştık. Kentin en önemli simgelerinden birisi olan bu devasa kilisenin tarihi 12. yüzyıla kadar gidiyormuş. Farklı İmparatorlar kendi dönemlerinde eklemeler yaptırmışlar. İkinci Dünya Savaşında ciddi hasar gören kilise daha sonradan aslına uygun olarak onarılmış. Rehber kitapta Viyanalıların kiliseye kısaca “Steffl” dedikleri yazıyor.
Bizim orada olduğumuz dönemde aşırı kararmış olan dış cepheleri temizlemek amacıyla restorasyon çalışmaları yapıldığı için Dev Kapısını (Riesentor) tam anlamıyla göremedik. Kapıda, Hz. İsa’yı kıyamet gününde iki meleğin arasında tasvir eden heykeller bulunuyormuş. Güney Kulesinde ücretli bir ziyaretçi platformu var ancak 343 basamak çıkmanız gerekiyormuş. Daha önceden bu konuda acı bir Verona tecrübem olduğu için niyetlenmedim bile. Gerçi burada da eminim muhteşem bir manzara vardır. Tırmanmak istemeyenler içinse asansörle çıkılan Kuzey Kulesi alternatif olabilir.
İçeride bizim en çok dikkatimizi çeken vaiz kürsüsü oldu. Kötülüğü temsil eden kertenkeleler ve kurbağalar merdivenin korkuluklarından çıkıyorlar ama iyiyi temsil eden bir köpek de onları geri püskürtüyor. Sizin anlayacağınız filmlerde ve masallarda olduğu gibi iyiler sonunda kazanıyor. İçerideki dev org ve yüksek altar da ayrıca görülmeye değer.
Kilisenin kuzeydoğu dış tarafında köşede yer alan bir başka eserde ise Aziz Capistrano, bir Osmanlı akıncısını ayaklarının altında ezerken gösteriliyor. Bu Avrupa’lılar gerçekten bizden iyi korkmuşlar, burası kesin. Ellerine geçen her fırsatta Osmanlıyı acz içinde göstermek için elllerinden geleni yapmışlar.
Saat 17.00 olmuştu. Programımızda, sevgili Musa’nın Viyana gezisinden notlarımıza aktardığımız, ünlü Sacher Cafeye gidip kendilerine has pastasını tatmak vardı. Zaten, Viyana denilince nedense benim aklıma imparatorluk, şnitzel, pasta ve kahve gelir hep. Bu arada nasıl olduysa benim telefondaki GPS çalıştı ve cafeden 620 metre uzakta olduğumuzu bize söyledi. Beş dakika sonra Karntner Strasse’nin sonunda solda köşede Otel Sacher’in altındaki cafeye ulaştık.
Viyana Devlet Opera Binası’nın (Staatsoper) hemen arkasında yer alan cafenin dışarı bölümünde masa bulduk. Kayısı reçelinin üstünün çikolatayla kaplanması sonucu ortaya çıkan bir pasta olan sachertorte (4,90 €) ve cafe melange (4,40 €) söyleyerek hem gelip geçeni seyrettik hem de bizim Musa’nın kulaklarını bol bol çınlattık.
Kafeden kalktıktan sonra kendimizi Schwarzenberg Meydanındaki Özgürlük Anıtında bulduk. 1945 yılında kentin bu bölgesi Rus işgali altındaymış ve anıt o dönemde yapılmış. Hatta meydanın adı bile bir aralar Stalin Meydanı olarak anılmış. İşgal bittikten sonra da anıt muhafaza edilmiş. Anıtın üzerindeki yazıların tamamı Rusça. Anıtın önünde de büyük bir fıskiyeli havuz var.
Buradan ayrıldıktan sonra istikamet Viyana’nın bir diğer popüler yeri olan Karls Kilisesi. Avrupa’nın pek çok yerinde olduğu gibi vebaya karşı verilen savaşın koruyucu azizi Borromeo onuruna 18. yüzyılda inşa edilen kilisenin en dikkat çekici özelliği minare tarzındaki sütunları. Ciddi bir doğu esintisi hiddediliyor. Hani biraz zorlasanız dışarıdan bakan birisi buna “cami” diyebilir. Sütunlar üzerinde kutsal azizin hayatından kesitler var. Soldaki sütun sabrı simgelerken sağdaki sütun ise cesareti simgeliyormuş. Hemen giriş bölümündeki merdivenlerin iki yanında koruyucu melekler yer almış. Yine kapının üst bölümünde tıpkı Yunan tapınaklarına benzeyen alınlık inşa edilmiş. İçerisini gezmek istedik ama maalesef kapalıydı. Meraklısına giriş ücretinin, asansör dahil, 6 € olduğunu belirteyim.
Kilisenin önündeki meydan gençlerin toplanma yeri haline gelmiş. Havuzun kenarında oturan gençler hemen yakında yer alan seyyar büfeden aldıkları içecekleri yudumluyorlar. Meydanda aynı zamanda sinema gösterimi yapılan küçük bir bölüm de düzenlenmiş. Ve, Viyana’daki her turistik noktada bulunan “su çeşmeleri” burada da unutulmamış. Hemen sularımızı tazeledik tabi. Keyifli bir yürüyüşle otele geçtik.
Otelde biraz dinlenip yeniden dışarıya çıktığımızda saat 21.15’i gösteriyordu. Gündüz trenden indiğimizde yürüdüğümüz hareketli ve kalabalık cadde Mariahilfer’de dolaştık biraz. Cadde boyunca dönerci dükkanları, diğer fast foodlar, cafeler ve lüks mağazalar bulunuyor. Karnımız ciddi acıktığı için ilk bulduğumuz dönerciye daldık tabi. Birer dürüm döner ve ayran (toplam 5,40 €) açlığımızı bastırdı.
Cadde boyunca devam ederek Babenberger Strasse’den Opernring derken yeniden kendimizi Karls Kilisesinin olduğu meydanda bulduk. Gündüzkinden daha fazla bir kalabalık vardı. Oradaki seyyar satıcıdan sert plastik kaplarda 3,50 € ödeyerek birer bira aldık. Satıcı bayan kapları geri getirdiğimizde 1’er € alacağımızı söyledi. Biraları çantamın köşesinde kalmış olan fıstık eşliğinde mideye indirirken Cem’le uzun uzun sohbet ettik. Yeniden otele döndüğümüzde saat 00.30’olmuştu. Viyana’da ilk günümüz yorucu ama oldukça keyifliydi…
Viyana’yı gezmeye devam edeceğiz…
|