Nancy: Lorraine Bölgesinin Asil Başkenti...

Hafta sonu havanın güneşli ve mevsim normallerine göre birkaç derece yüksek olacağını anlayınca cumartesi günümüzü boş geçirmeyelim dedik ve Fransa’nın bizim açımızdan fazla bilinmeyen şehirlerinden birisi olan Nancy’e gitmeye karar verdik.

Daha önce Büşra ile yapmış olduğumuz keşif neticesinde 08.30 treninin uygun olacağına karar vermiştik. Lüksemburg-Nancy ikinci sınıf gidiş-dönüş bilet ücreti iki kişi için 30 €. Eğer bu geziye tek başınıza çıkarsanız fiyat 20 €. Bu bölgede (Lüksemburg, Belçika, Fransa’nın Lorraine Bölgesi) böyle değişik bir uygulama var. Mantığını çok çözemesem de ne kadar kalabalıksan o kadar daha ucuz seyahat ediyorsun.

Tren, çizelgede belirtildiği gibi tam varış saati olan 10.00’da merkez tren istasyonuna yanaştı. Trenden iner inmez bir turizm danışma bürosu aradık ama nafile. Hemen garın çıkışında bulunan Thiers Meydanından sol taraftan karşıya geçtiğimizde evin köşesinde bulunan tabelada “Stanislas Caddesi” yazdığını görünce doğru yolda olduğumuzu anladım. Zira gelmeden önce yaptığım küçük araştırmada şehrin kalbinin UNESCO Dünya Mirası listesinde olan bu meydan ve civarında attığını öğrenmiştim.



Hemen caddenin başlangıcında altından geçtiğimiz büyük beyaz tarihi kapı nasıl bir şehri gezeceğimiz hakkında bize ipucu veriyordu sanki. Caddede ilerlerken turizm danışma tabelasını görünce o yöne doğru yollandık. İçeriye girer girmez şehrin gezilecek yerlerinin tamamını kapsayan ücretsiz haritalardan birer tane aldık. Artık elimizde haritalarla Nancy sokak ve meydanları bizi bekliyordu.

Nancy, Fransa’nın Lorraine bölgesinin merkezi. Üniversiteler şehri olarak da bilinen Nancy’nin merkez nüfusu yaklaşık 110.000. Başkent Paris’e 284, Strasburg’a 160, Lüksemburg’a 113 ve Brüksel’e de yaklaşık 330 km. uzaklıkta. Şehrin tarihi bölgesindeki pek çok yapı UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde yer alıyor.

Turizm danışmadan ayrılıp sağ tarafa devam ettiğimizde büyük, sanki altından yapılmış gibi parlak sarı renkte metallerle süslenmiş bir kapı gözümüze çarptı. Hayran hayran onu incelerken birden şehrin en güzel yeri olan Stanislas Meydanına geldiğimizi anladık.



17. yüzyılın ortalarına kadar Nancy’de bugün için eski ve yeni şehir olarak adlandırılan bölgelerin arasında geniş bir düz arazi bulunuyormuş. Lorraine Dükü Stanislas Leszczynski, bu arazi üzerinde uygun bir yere görkemli bir meydan yapılması için mimar Emmanuel Here’yi görevlendirmiş. 1755 yılında tamamlanan, dört köşesinde altın renginde demir kapılar yer alan meydanın tam ortasında Stanislas’ın heykeli bulunuyor.

1983 yılından bugüne çevresindeki birkaç meydan ve yapıyla birlikte UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alan Stanislas Meydanı gerçekten çok güzel ve gösterişli. Meydanı çevreleyen ve klasik tarzda inşa edilmiş olan binalar da tüm bu güzelliği tamamlıyor adeta. Belediye Binası (Hotel de Ville) tüm güney cepheyi kaplarken, doğu cephesinde eski piskopos sarayı şimdinin Opera Binası ve tam karşısında da Güzel Sanatlar Müzesi yer alıyor. Kuzey cephede de daha önceden savunma amaçlı olarak kullanılmış olan, meydana gelen ziyaretçilerin küçük bir kahve molası vererek meydanın seyir keyfini çıkarabilmeleri için restore edilerek kafe haline getirilmiş tarihi binalar mevcut.



Meydandaki heykelin hemen yanında değişik bir anıt ilgimizi çekti. Aslında önce pek bir şeye benzetemesem de çevresini gezince bunun bir müzik anıtı olduğunu anladım. Meydanın ortasındaki alanda çim ve çiçeklerden notalar oluşturulmuş. Her bir bölge ayrı bir müzik türünü anlatıyor: Tango, rock, vals…Ayrıca o bölgeye geldiğinizde büyük çiçeklerin arasına gizlenmiş haporlörlerden ince ince müzik sesi geliyor. Bunun yanında yerlerdeki alanları da çiçeklerden yapılma müzik aletleri ile süslemişler. Bir tarafta gitar bir tarafta keman ya da saksafon…Müzikle ilgili olan bölümler kalıcı mı geçici mi bilemiyorum ama tüm bunların meydanın havasını değiştirdiği kesin.

Meydanın iki köşesindeki kapıların hemen altında harika inşa edilmiş iki tane çeşme bulunuyor. Bunları da fotoğrafladıktan sonra Ste-Catherina caddesi boyunca ilerledik ve hemen yolun sonunda sol tarafta bulunan 2007 yılının ödüllü botanik bahçesi Godron’a ulaştık. Nancy’nin ilk botanik bahçesi olarak kabul edilen yer 1758 yılına tarihleniyor. Bugün için daha çok bu alanda temel eğitimlerin verildiği bir yer olarak kullanılan bahçede rengarenk güller, begonyalar ve daha adını bilemediğim onlarca çiçek var.



Bahçe gezimizi tamamladıktan sonra arka kapıdan yolumuza devam ederek Alliance Meydanına ulaştık. Kare şeklindeki meydanın etrafında simetrik ağaçlar bulunurken tam ortasında barok bir çeşme ve heykel bulunuyor. UNESCO Dünya Mirasındaki yerlerden birisi olan meydanın diğeri kadar görselliği ve görkemi yok açıkçası. Hatta biraz daha zorlarsak sıradan bir meydan bile diyebiliriz.



Daha çok zaman geçirmeye karar verdiğimiz Stanislas Meydanı ve civarındaki eski şehir bölgesine yeniden gitmeden önce görülecek diğer yerleri tamamlamaya karar verdiğimiz için Barres Caddesinden ilerledik ve Katedrale çıktık. 18. yüzyılın başlarında inşa edilen katedralin içi Avrupa’nın diğer önemli şehirlerindeki gibi gösterişli gelmedi bana. Daha sade, boş ve sanki ara sıra kullanılan bir yer havası var.

Katedralin tam karşısında hafif çaprazda Marmaris Restoran-Kafe bulunuyor. Daha çok alışveriş mağazalarının bulunduğu yeni şehre doğru ilerlerken solda köşede Carrefour City’i gördük ve daldık içeri. Su ve minik sandviç takviyelerimizi yaptıktan sonra Saint-Dizier Caddesi boyunca ilerleyerek Nancy’nin meşhur kapalı pazarına girdik.

Bu tip pazar yerlerini her zaman sevmişimdir. İnsanların bir bölümü telaş içinde alışverişlerini yaparken bizim gibilerde onları ve tezgahları seyrederek vakit geçirirler. Burada da etten meyveye, hazır yiyeceklerden minik kafelere ne ararsanız var. Dışındaki bölgede de giyim-kuşam, sahte parfüm tezgahları bulunuyor. Ama fiyatlar bana hiç de uygun gelmedi açıkçası.



Arka kapısından pazarı terk ettiğimizde karşımıza bembeyaz Sebastian Kilisesi çıktı. 18. yüzyıla tarihlenen bu Barok kilisenin içi bana Katedralden daha gösterişli geldi. Meydanda biraz turlayıp dükkânlara baktıktan sonra geldiğimiz yöne yani Stanislas Meydanına geri döndük.

Stanislas meydanının tam ortasında bulunan Jean Lamour Cafe’ye oturduğumuzda saat 13.00 olmuştu bile. Bu bölge için “yazdan kalma” olarak kabul edilebilecek kadar güneşli bu öğle saatinde kahvelerimizi yudumlarken meydanı daha detaylı ve sakin biçimde izleme şansımız oldu. Biz sakindik ama meydan sabaha göre daha bir kalabalıklaşmıştı. Tur grubu ile gelmiş olanların büyük bölümü rehberlerinin anlattığı hikâyeleri kaçırmamak için can kulağıyla dinlerken bazıları da hiç umursamaz biçimde meydanın güzelliği ve hareketliliğini takip ediyordu. Tabi bizde bunların hepsini izleme ve yorumlama şansına sahip bir konumda kahvelerimizi bitirdik. (Grand creme 4,20 €, petit creme 2,70 €)



Kafeden kalkıp eski şehir bölgesine gitmek için öncelikle Zafer Takının (Triumphal Arc) altından geçmeniz gerekiyor. Stanislas Meydanının yapıldığı dönemde 15. Louis şerefine inşa edilen bu tak, o dönem için yeni ve eski şehri birbirinden ayırma görevi görüyormuş. Baştan sona Roma dönemi özelliği taşıyan (zaten Roma’daki Forum bölgesinde bulunan Septimus Severus takının bir kopyasıymış) üç kapılı takın en üst tarafında meydanın özelliklerinden birisi olarak fark edilen altın sarısı metalden yapılma melek heykeli bulunuyor.

Zafer takının altından geçerek devam ettiğimizde kendimizi bir başka UNESCO bölgesinde bulduk: Carriere Meydanı. Meydanın ismi Fransızca kökeni itibariyle “koşu yapılan yer, turnuva yeri” anlamına geliyormuş. Zira orta çağda bu meydanda bu tarz yarışmalar yapılıyormuş. Meydana girdiğinizde yolun iki tarafındaki binalar birbirinin simetrisi şeklinde inşa edilmiş. Bu görkemli binaların her ikisi de bugün adli binalar olarak hizmet veriyormuş.



Dikdörtgen şeklindeki ince uzun meydanın her iki yanında binalar, onların hemen ön bölgesinde de ikişer sıra halinde düzenlenmiş ağaçlar var. Meydanın sonunda ise Hükümet Sarayı olarak kullanılan bir başka gösterişli yapı mevcut. Eski şehre doğru açılan sol tarafta bir başka görkemli kemer bulunurken sağ taraf ise şehrin en güzel ve en önemli yeşil alanlarından birisi olarak kabul edilen Pepiniere Parkına açılıyor. Biz de ilk tercihimizi yeşilden yana yaparak dalıverdik parkın içine…

Yaklaşık 200 dönümlük bir araziyi kaplayan Pepiniere Parkı’nın ilk temelleri yine 18. yüzyılda atılmış. Önceleri fidanlık olarak kullanılan arazi daha sonra park olarak organize edilmiş ve şehrin tam ortasında inanılmaz keyifli ve hoşça vakit geçirebileceğiniz bir park ortaya çıkmış. İçerisinde spor sahaları, bir konser alanı, birkaç hayvanın yer aldığı minik hayvanat bahçesi de bulunan parkta ayrıca, meşhur Düşünen Adam’ın yaratıcısı, Rodin dahil bazı sanatçıların da eserleri sergileniyor.



Yemyeşil arazide geçen yaklaşık yarım saatlik gezi yorgunluğumuzu unutturdu ve girdiğimiz yerden parkı terk ederek süslü kemerin altından eski şehre doğru yürümeye başladık. Tarihi Grande Caddesi boyunca yavaş yavaş ilerlerken sağ tarafımızda önce Dük Sarayı (bugün orası da müze olarak hizmet veriyor), daha sonra da ona bitişik olan meşhur Lorraine Müzesi bulunuyordu. 1850 yılından bugüne onlarca sanat eserini misafirleri ile paylaşan müzeye maalesef biz konuk olamadık ama meraklısı için bu ziyaretin adam başı 3,10 € olduğunu belirteyim. Yok ben Dük’e de merhaba demek istiyorum derseniz kombine bilet için 4,60 € ödüyorsunuz.

Grande caddesinin en sonunda ikiz kuleli bir masal şatosu havasında Craffe Kapısı karşımıza çıktı. 14. yüzyılda şehri çevreleyen yüksek duvarların aşılmasında en önemli giriş kapısı olan Craffe’nin kuleleri 15. yüzyıl sonlarında eklenmiş ve uzun zaman hapishane olarak kullanılmış. Kapıdan geçerek biraz daha ilerlediğimizde bu seferde Kale Kapısına (Citadella Gate) ulaştık. Eskiden Notre Dame kapısı olarak adlandırılan kapının ilk gelişi değil de altından geçtikten sonraki görünüşü çok daha gösterişli. Şehre giriş yapılan tarafın daha albenili olması son derece normal tabi ki…



İkinci kapıyı da geçtiğimizde kendimizi üniversitenin yer aldığı meydanda bulduk. Fen Bilimleri, matematik ve fizik fakülteleri ilk göze çarpanlar. Hemen biraz ilerisinde de Lüksemburg Meydanı bulunuyor. Meydanda tarihi şehrin bir diğer giriş kapısı olan Desilles Kapısı tüm heybetiyle bizi selamlıyor.

Aşağıya doğru devam ettiğimizde her iki yanı ağaçlarla bezenmiş, ortasında yayaların yürüyebildiği Leopold Bulvarını gördük. Bulvarın her iki yanındaki evler sanatsal anlamda önemli izler taşıyorlarmış ama tabi ki anlayana… Tam ortasında Napolyon’un ünlü generallerinden Nancy doğumlu Antoine Drouot’un heykeli bulunuyor. Napolyon’un “Ordumun bilge kişisi” diye tanımladığı Drouot, Nancy’de oldukça popüler bir kişilik. Yanılmıyorsam adına bir de otel var. Bulvarın sonundaki meydanda yer alan Dikilitaş’ın ise ne anlama geldiğini anlayamadım. Bence hiç de yakışmamış. Bunun Mısır kökenli daha görkemlisi Paris’te bulunuyor. Bence o da yakışmamıştı zaten…



Bulvara açılan St. Michel sokağından ilerleyerek Nancy’nin küçük ama güzel, hareketli ve kalabalık meydanlarından birisi olan St. Epvre’ye ulaştık. 1300’lü yıllarda pazar yeri olarak kullanılan meydanı önemli ve popüler kılan ise 19. yüzyılda tamamlanmış olan St. Epvre Bazilikası. Gotik stilde inşa edilmiş olan Bazilika’nın bazı malzemeleri Bavyera kökenliymiş. Gerçekten hoş ve gösterişli bir yapı. Özellikle vitrayları ve minik şapelleri göz alıcı. Meydanın tam ortasında bulunan çeşmenin üstünde de Lorraine Dükü 2. Rene’nin atlı heykeli yer alıyor.



La Fayette caddesinden devam ederek güzeller güzeli Stanislas Meydanına çıktığımızda saatler 16.00’yı gösteriyordu. Meydan hınca hınç dolmuştu. Soluklanmak için kafelerde yer aradık ama nafile. Tek bir boş masa dahi yoktu. Bizde meydanda biraz oyalandıktan sonra yolumuza devam edip yeniden Katedrale çıktık. Karnımız da acıkmış olduğundan öğleden sonra güneşinin tam karşıdan vurduğu Cafe Marmaris’e oturduk. Ben döner menüyü tercih ederken (5,50 €) Büşra panini menü (4,50 €) aldı. Uzun uzun güneşin keyfini çıkardık.



17.15 gibi cafeden kalktığımızda bu sefer istikametimiz kanal kenarıydı. Yaz döneminde önemli faaliyetlerin gerçekleştirildiği kanal boyunca yürüdük ama açıkçası çok da bir esprisi yoktu. Zaten eski şehirle de çok bir ilgisi olmadığından görülmesi gereken bir yer izlenimi vermedi bana. Dönerken Pepiniere Park üzerinden son kez Stanislas Meydanına çıktık. Akşamın yorgunluğu meydana çökmüş olduğundan artık daha sakinleşmişti. Kısa molamızı bu kez Las Cesars’da verdik. (Vişne soda 2,95 €, petit creme 1,95 €) Karanlıkla birlikte yanan ışıklar meydana ayrı bir güzellik katarken bizde yavaş yavaş dönüş yoluna geçmiştik bile. Farklı yollardan giderek kısa mesafedeki tren garına ulaştık ve 20.20’de kalkacak trenimizi beklemeye başladık…

Nancy çok keyifli bir yer. Açıkçası buralara gelene kadar şehir hakkında tek duyduğum şey futbol takımıydı. Nancy’de görülmesi gereken yerlerin neredeyse tamamını yürüyerek gezebiliyorsunuz. Sadece Nancy’i gezmek için buralara kadar gelmezsiniz ama bir gün benim gibi sizin de yolunuz buralara düşerse bir gününüzü Nancy’e ayırabilirsiniz…Pişman olmayacaksınız…

Seyahatle kalın…





 Yazılan Yorumlar...
hakangeziyor
(10 Kasım 2011)
Hocam, Nancy gerçekten hoş bir yer. Napolyonun hastalığı olduğunu bilmiyordum bu sütunların. Hayır, belki Mısırda güzel olur da ne alakası var Fransanın ortasında Mısır dikilitaşlarının anlamış değilim.

Kürşatçığım, aslında yemeklerle bir sorunum yok ama öyle çıkmış demek ki fotoğrafta. Yoksa keyfim yerinde, bir sıkıntı yok. Hafta içi yoğun mesai hafta sonları yoğun gezi programları yapıyorum. Yakın bir zamanda zaten soğuk hava elimizi kolumuzu bağlayacak anladığım kadarı ile. Olsun bende güneye gideceğim :)
Güzel yorumlarınız için teşekkürler...
Kürşat
(10 Kasım 2011)
Üstadım bu işte gerçekten kusursuzsunuz. Harika bir yazıydı. Ancak, şu Marmaris Cafe benzeri yerlere biraz daha fazla uğramayı ihmal etmeyin. Ecnebi yemekleri yaramıyor sanırım. Zira biraz zayıflamış gördüm.
Ankaradan selam eder :) eğlenceli seyahatler dilerim.
NEŞE
(09 Kasım 2011)
Gerçekten görülmesi gereken bir şehirmiş, çok iyi oldu bizlere tanıtman. Stanislas meydanı ne kadar görkemliymiş, demir dövme kapılar ve çeşmeler çok sanatsal. Dikilitaşlar Napolyon devri modası, Mısır a giden Napolyon bu Obeliskleri aynen Bizans imparatorları gibi bir güç sembolü olarak görüyorlar..Ellerine sağlık, güzel bir şehri bize tanıttığın için...Final foton yine keyifli olduğunu gösteriyor...Teşekkürler..