Lüksemburg’da güneşli havayı yakalamak gerçekten zor. Ekim ayı ile birlikte bulutlanan hava ilerleyen dönemde hiç durmayan yağmurlara ve devamında da erkenden kararan, kasvetli ve soğuk bir havaya bırakıyor. Bu yüzden geçenlerde bir Pazar günü 11-12 derece ve güneşli havayı yakalayınca Lüksemburg merkezde bir yürüyüş yaparak şehri tanımak istedim. Ancak bu yürüyüşü genelde uzun kaldığım şehirlerde yaptığım gibi yapmadım. Lüksemburg Turizm Ofisi’nin bastırmış olduğu bir broşürde yer alan yaklaşık üç saatlik yürüyüş güzergahı (City Promenade) tercihim oldu. Benzer turu buradaki turizm şirketleri yetişkin başına 9 €’ya yaptırıyorlar.
Yürüyüşümüz saat 11.15’te turizm ofisin önünden başlıyor. Ofis Lüksemburg’un önemli meydanlarından birisi olarak kabul edilen William Meydanı’nda. Meydanın ismi Hollanda kralı ve Lüksemburg Grand Dükü 2. William’dan geliyor. Meydanın en önemli iki simgesinden birisi 1838’de tamamlanmış olan, her iki yanında aslan figürleri bulunan Belediye Binası (Hotel Ville) ve diğeri de meydanın sonuna doğru tüm görkemiyle atının üstünde salınan 2. William heykeli. Meydanda bunun dışında hoşça vakit geçirebileceğiniz birkaç restoran ve kafe de bulunuyor.
Heykeli arkanıza alıp karşınızdaki Reine caddesinden ilerlediğinizde Grand Dük’ün sarayını görüyorsunuz. Lüksemburg halkı tarafından çok sevilen Grand Dük Henry ve ailesi burada yaşıyor. 7 sene önce ilk gördüğümde beni hayal kırıklığına uğratmıştı. Hani saray denilince daha haşmetli, geniş bahçesi olan bir yer hayal etmiştim. Oysa bu şehrin içinde, güzel bir bina sadece. Denk gelirseniz belirli saatlerde ön kapıda nöbet değişimi yapılıyor. Öyle çok büyük bir esprisi yok. 1572 yılına tarihlenen saraya 18. yüzyılda eklemeler yapılmış. Hükümetin yönetim merkezi de saraya bitişik olarak sonradan eklenmiş. Sarayın tam karşısında ister yemek ister içmek için Lüksemburg’un en güzel çikolata ürünlerini bulabileceğiniz birkaç mekandan birisi olarak kabul edilen Chocolate House yer alıyor. Tavsiye ederim…
Sol taraftan devam ederek Cure caddesine çıkıyorsunuz. Birkaç yüz metre gittiğinizde Lüksemburg’un en hareketli ve popüler meydanı olan Armes Meydanı sizi bekliyor. Meydan 1671 yılında tamamlanmış ve 1986’da elden geçirilmiş. Gerçi büyüklük açısından burası sizi hayal kırıklığına uğratabilir ama yerleşik nüfusu yaklaşık 90.000 olan bir şehirde gezdiğimizi unutmayın.
Armes Meydanı’nın kuşkusuz en görkemli binası Şehir Sarayı (City Palace). Bugün için festivallerin, sanatsal gösterilerin gerçekleştiği saray 1953-1969 yılları arasında Avrupa Topluluğu’nun toplantı ve seminerlerini gerçekleştirdiği bir mekanmış. Meydanda yaz aylarında çeşitli festivaller ve gösteriler düzenleniyormuş. Meydanın her iki tarafında da bilindik fast food mağazalarından kaliteli restoranlara kadar ne ararsanız var. Meydanın sonunda bir başka heykel de fotoğraflamanızı bekliyor.
Meydana açılan Chimay caddesinden ilerlediğimizde yolun sonu bizi Roosevelt Bulvarına ama daha da önemlisi Anayasa Meydanına çıkarıyor. Bu meydan pek çok açıdan özelliği olan bir yer. Öncelikle, 1. Dünya Savaşına katılan Lüksemburglular için dikilmiş olan anıttan başlayalım. 21 metrelik sütunun üzerinde elinde barışı simgeleyen defne çelengiyle yer alan altın rengindeki kadın heykeli, Gelle Fra (Golden Lady) olarak biliniyor. 1. Dünya Savaşında Lüksemburg tarafsız kalmasına rağmen Almanlar tarafından işgal edilmiş. Her ne kadar Almanlar bunun Fransa ile savaşmak için askeri bir gereklilik olduğunu belirtmiş olsa da Lüksemburglular buna inanmamış ve bazıları gönüllü olarak Fransa ve Belçika saflarında savaşa katılmışlar. Yaklaşık 2000 Lüksemburg vatandaşı hayatını kaybetmiş ki bu o zamanki Lüksemburg nüfusunun %1’ine denk geliyormuş. İşte 1923’de dikilen anıt öncelikle bu insanların anısını yaşatıyor. Anıtın altında ölmüş bir askerin başucunda yas tutan bir erkek figürü bulunuyor.
Anıtın hikayesi bununla da kalmamış. 2. Dünya Savaşında Almanlar Lüksemburg’u işgal ettiğinde anıtı yerinden sökmüşler. Savaştan sonra farklı yerlerde bulunan anıtın parçaları bir araya getirilmiş ve daha sonraki dönemde eksiklikler tamamlanmış. Anıt, 1984 yılından günümüze 2. Dünya Savaşının da anısını taşıyor. Özellikle Lüksemburglular bu anıtı direnişleri ve kimlikleriyle özdeşleştirdikleri için ayrı bir önem veriyorlar.
Meydanın bir diğer özelliği toplamda 23 km’yi bulan ve yer altı geçit ve mağaralarından en meşhuru olan Petrusse Casemates’in giriş noktasının bulunması. Maalesef kapalı olduğu için gezme şansım olmadı ama en kısa sürede ziyaret edip gördüklerimi sizlerle paylaşacağım.
Meydanla ilgili söyleyebileceğim son husus da güzeller güzeli, yemyeşil Petrusse Vadisini seyredebileceğiniz en güzel teraslardan birisine ev sahipliği yapması. Buraya geldiğinizde mutlaka kısa bir dinlenme ve seyir molası verin. Pişman olmayacaksınız.
Roosevelt Bulvarında aşağıya doğru ya da daha doğru bir yönlendirmeyle Katedrale doğru devam ediyorsunuz. 1613 yılına tarihlenen katedral biraz gotik, biraz Rönesans, yani ne arasanız var. Katedralin hemen yanında 17. yüzyılda dini bir okul olarak kullanılan Ulusal Kütüphane bulunuyor.
Katedrali geçer geçmez sola doğru Congregation sokağına dönerseniz sağ tarafınızda aynı adlı kiliseyi görüyorsunuz. 1739-1742 yılları arasında yapılan kilise bir Protestan kilisesi. Bu yüzden yanına gitmeden kilise olduğunu bile çok zor anlıyorsunuz. Gezdiğim diğer Protestan kiliselerindeki gibi her yerde vitraylar, Hz. İsa resimleri ve heykelleri bulunmuyor. Son derece sade ve gösterişten uzak.
Kilisenin devamındaki Clairefontaine Meydanı başta Dışişleri Bakanlığı olduğu halde bazı bakanlıkların olduğu bir yer. Ama bakanlık deyince bizdeki gibi etrafı duvarlar ya da demirlerle çevrili bir yerden bahsetmiyorum. Örneğin, Dışişleri Bakanlığı’nın bir kapısından girip diğerinden rahatlıkla çıkabilirsiniz. Tesadüfen karşılaşacağınız poli size sadece tebessüm edecektir. Bu kadar halkla, hatta turistlerle bile iç içeler. İmrenmedim dersem yalan söylemiş olurum. Meydanın tam ortasında Parisli heykeltıraş Jean Cardot tarafından yapılan Düşes Charlotte Anıtı da bulunuyor.
Aşağıya doğru St-Esprit sokağından devam ettiğimizde yolun sonunda bir yol ayrımına geliyorsunuz. Aslında gezimiz soldan devam ediyor ama eğer sağdan devam ederseniz Adalet Meydanına çıkıyorsunuz. Ve bu meydanın sonunda sizi dört kat aşağıya götürecek bir asansör bulunuyor. İnerken belki çok ihtiyacınız olmayabiliyor ama çıkarken bir daha düşünmenizi tavsiye ederim.
Neyse biz broşürdeki güzergahımıza bağlı kalarak soldan devam edelim. Ulusal Arşiv binasını da geçtikten sonra dar sur-sokaktan ilerleyerek Lüksemburglulara göre “Avrupa’nın En Güzel Balkonu” olduğu iddia edilen Corniche varıyoruz. Gerçekten en güzeli mi bilemiyorum ama büyüleyici bir manzara ile karşılaşacağınız kesin. Yeşilin her tonu, St. John Kilisesi, tarihi yerler, Doğa Tarihi Müzesi; ne ararsanız buradan izleme şansına sahipsiniz.
Bulunduğumuz yoldan devam ettiğimizde Bock Burnuna (Bock Promontory) geliyorsunuz. Bir zamanlar köprü ile Lüksemburg şehrine bağlanan burun aynı zamanda Bock Geçitlerinin de giriş noktası. Maalesef Pazar günü olmasının bir sonucu olarak burası da ziyarete kapalı. Burunda siyah beyaz fotoğraf ve kara kalemlerle bölgenin eski hali sergileniyor ama maalesef açıklamaların tek kelimesi bile İngilizce olmadığından sadece bakmakla yetiniyorum.
Geldiğim yolu geriye dönüyorum. Sağ tarafta, ağaçlar arasında, meşhur yazar Goethe’nin anısına dikilmiş küçük bir anıt var. Goethe bir yıl kadar Lüksemburg’da yaşadığı için dikilmiş olan anıtı geçerek Sigefroi caddesinin sonunda yer alan St. Michael Kilisesi, Sanat ve Tarih Müzesi ve Tarihi Balıkçı Pazarına geliyorsunuz. Kilise ve müze tamamda Fishmarket denen eski şehir bölgesinin tarihi merkezini bulmam bir hayli zamanımı aldı. Hatta şimdi bile doğru yeri görüp görmediğimden emin değilim. Eski dönemde tarihi iki Roma yolunun (Wenzel Yolu ve Vauban Yolu) kesiştiği tek yer burasıymış. Allahtan elimdeki broşürde bir resim vardı da oraya benzeyen bir sokağı gezdiğimi düşünüyorum.
Yoruldunuz mu? Ben yorulmuştum. Bu yüzden Large sokağından aşağıya doğru devam edip Monster Köprüsünün (asansör kullanırsanız buraya iniyorsunuz) hemen karşı köşesindeki Scott’s Pub’u görünce soluklanmak için kısa bir mola verdim. (Kahve 2,90 €) Bu mola iyi gelmişti.
Köprüyü geçip St-Ulric caddesi boyunca yürüdüm. Broşürde “Petrusse Köprüsünü geçip sağa dönün” diyordu. Bende döne döne köprü arıyorum ama yok. Çıldıracağım. Sonuçta yoldan geçen bir delikanlıya sordum: “Petrusse Köprüsü nerede?” diye. Cevaba çok güldüm: “Üstündesin ya”. Tabi ben adam gibi kocaman bir köprü arıyorum. Nerden bileyim iki metrelik bu her neysenin köprü olduğunu. Bu köprücük bile olamaz bana göre. Gerçi ilerleyip yandan bakınca “eh işte” dedim ama köprünün nasıl bir nehir için yapılmış olduğunu da ibreti alem için belgeledim.
Gezimin bu son bölümünü tek tek anlatmaya gerek olduğunu sanmıyorum. Güzeller güzeli Petrusse vadisinde, yeşiller eşliğinde yaptığınız yaklaşık 20 dakikalık bir yürüyüş. Etrafınızda koşanlar, yürüyenler, güzel havada çimlere yayılanlar, dingin sessiz ve huzurlu bir dünya. Ara sıra kafanızı kaldırdığınızda altından geçtiğiniz viyadük ve Adolphe Köprüsü. Daha şairane şeyler yazmayı çok isterdim ama elimden bu kadar geliyor…Her şey çok güzel yani…
Adolphe Köprüsünü geçtikten sonra sağ taraftan bazen merdivenleri bazen de hafif meyilli dar patikaları takip ederek Brüksel Meydanına, yani Roosevelt Bulvarının köşesine çıkmış oluyorsunuz. Hatırlarsanız, burası Anayasa Meydanına ve meşhur anıta çıkan yer. Yürüyüşünüzü bitirmeden son defa balkondan vadinin her iki bölgesini de izlemenizi ve yeşilin keyfini çıkarmanızı tavsiye ederim.
Böylece yaklaşık üç saat sonunda yürüyüşümüz tamamlanmış oluyor. Aslında bölgeyi birkaç kere gezdiğim için anlattığım yerlere daha önce de gitme şansım olmuştu. Bana kalsa bir noktadan sonra yürüyüş güzergahını ikiye hatta üçe bölerek hazırlardım. Ya da farklı birkaç rota hazırlayarak insanlara alternatif sunardım. Hatta bunu bazı mola mekanları ile de desteklerdim. Turizm danışmanın yaptığı güzel ama eksik bir çalışma bence. Tarihi bölge için bir şey diyemem ama özellikle vadiye indiğinizde çok farklı yerler de gezme imkanınız var. Benim oraları da gezme şansım oldu. İnşallah sizlerle bir başka yazıda paylaşma şansım olur…
Seyahatle kalın…
|