Çocukluğumda yurt dışına gidenler parmakla gösterilirdi, yurda dönerken getirilen hediyeler arasında en hoşuma giden cam bir küre içinde minik bir Paris veya Londra biblosuydu, ters çevirince içindeki yapay karlar biblo Paris in tepesinden aşağı dökülmeye başlardı. İşte Meis e ilk ayak bastığımda da aynı duyguya kapıldım, bir küçük biblonun içine girmiştim sanki ama karları eksik.
Kaş gezimize çıkmadan önce planımızı yapmış ve son iki günü de Meis e ayırmıştık. İnternette sıkı bir araştırma ile yerimizi de ayırtınca, son iş olarak Kaştaki Meis Express den biblo adaya gidiş biletlerimizi almak kaldı. Gidiş geliş aynı günde olursa 50 TL imiş, biz bir gece kalacağımız için 70 TL verecekmişiz. ”Olmaz böyle iş! “ diyerek 50 YL ye anlaştık ve pasaportlarımızı bir gün önceden Meis Express e teslim ettik. Hareket günü saat 10.00 da teknemiz, bir barakadan oluşan Kaş gümrüğünü geride bırakarak mendireğin arasından süzüldü ve açık denize doğru yöneldi.
Denizden bakınca Kaş ın betonları daha da etkileyici, ortaçağda olsaydık düşmanlar bunları belki de savunma duvarları zannedeceklerdi.
Tekne çok büyük değil,araç taşıyacak kapasitede hiç değil, zaten Meis de araçların gideceği yol da olmadığından buraya araba alacak bir tekne koyma gereği görülmemiş. Teknemiz saat 15.30 da geriye dönecek, yolculardan sadece biz adada kalacağız bu nedenle giriş işlemimiz yapıldıktan sonra öğlen saatlerinde pasaportumuzu geri alacağız kaptandan.
Kaş limanına yalnız 2 km. uzaklıkta olan Meis e yol sadece 20 dakika sürüyor. Yaklaştıkça, günlerdir Kaştaki odamızın balkonundan izlediğim biblo ada netleşiyor, binaların yumuşak renkleri ortaya çıkıyor, kıyıdaki halk belirginleşiyor.
Sol başta restore edilmiş bir camii,tepede Yunan bayrağının dalgalandığı bir kale,birkaç kilise kulesi ve sağ başta bir otelin rıhtımı genel silueti çiziyor.
Kalacağımız yer,Alexandra pansiyon, iki kişi 40 € ve kahvaltı yok. Yazışmalarımızda Bayan Alexandra nın bizi bekleyeceği bilgisini alıyoruz ama rıhtıma ayak bastığımızda Alexandra dan eser yok. Varsın olmasın, 300 kişilik köyde kaybolacak halimiz yok ya !
Ağır bavullarımızı Kaştaki Koza otelde bıraktığımız için bir sırt çantası ile Alexandra yı bulmak zor olmayacak. Rıhtım boyu yürüyoruz, köyün ana caddesi burası olsa gerek, lokanta ve kafeler öğlene hazırlık yapmaya başlamışlar, bizi “Kalimera” larla selamlıyorlar. Meis in tek turizm acentesi “papoutsis” e soruyorum pansiyonu ve hemen arka sokakta temiz ve bakımlı Alexandra pansiyonu buluyorum.
Bayan Alexandra odamızı hazırlıyor, eşini bizi beklemeye gönderdiğini anlatıyor, meğer Yorgo bizi diğer şirketin teknesi önünde beklemiş. Eski bir ev restore edilip bazı eklemeler yapılmış ve güzel, basit bir pansiyona dönüşmüş, hele bizim odamız harika. Tavandaki kirişleri, duvar nişleri ve kanaviçe örtülü ocağı ile tipik bir Ege evi. Çantamızı bırakıp fırlıyoruz, zaman kısıtlı,bir şey kaçırmamalıyız.
Meis veya Yunanca adı ile Megisti veya İtalyanların hatırasına Kastelorizo, 12 adanın en küçüğü, fakat Megisti nin anlamı ise “en büyük”. Biraz komik bir yakıştırma oluyor, niye en büyük denilince de anlıyoruz ki çevredeki mikroskopik adaların “en büyüğü”. Kastelorizo adını ise Haçlı seferleri sırasında buraya gelen Latin kökenlilerin verdiği ve sonra İtalyanların da aynı adı benimsediğini yazıyor kaynaklar. Kastelorizo=Castello Rosso=kızıl kale adı, kaleden değil, kalenin üzerine yapıldığı kırmızıya çalan kayadan geliyormuş. Garip bir geçmişi var, her gelen kalmış, vurmuş, kırmış… Antik Çağda karşıdaki Kaş la birlikte Likya toprakları içindeler, Roma ve Bizans devirleri hasarsız geçiyor, 1309 da Rodos şövalyeleri adayı alıyor ve bugünkü kaleyi yapıyorlar. Aslında 270 mt. yükseklikteki Vigla dağının tepesinde de antik bir kale ve sonraları bir Manastır var, 400 basamakla çıkana bravo ! 1512 de adayı Osmanlılar alıyor ve güzel bir gelişme yaşanıyor, Mısır a giden ticaret yolunun üzerinde zenginleşiyor, 1659 da bir ara Venedik adayı işgal ediyor ama Osmanlı geri alıyor ve nüfus 15.000 e kadar çıkıyor. (bugünkü nüfus 300-400 )1912 de Osmanlılar adayı kaybederler ve trajedi başlar. İtalyanlarla Fransızlar adada itişir dururlar, 1921 de tam olarak İtalyan işgaline terk edilir. II.Dünya savaşı sırasında durum daha da karışır 1941 de İngiliz komandoları adaya çıkar, Rodos dan gelen İtalyanlarla çatışırlar, 1943 de ada halkını Alman hava akınlarından korumak için zorunlu olarak Mısır a göç ettirirler, bir kısmı geriye dönmez, savaş sonrası Mısırda kalanları, İngilizler Avustralya ya göç ettirirler. Kadere bakın, bugün Avustralya da 50.000 kişi yaşıyor Meis kökenli. 1944 de İngiliz komandoları adayı terk ederken akaryakıt depoları patlar ve muazzam bir yangında her yer perişan olur. Sonunda 1948 de Yunanistan sınırları içine girer. Ne güzel bir film senaryosu olur diyenler çooook haklılar, 1992 de “Yabancı dilde en iyi film” oscarını bu karmaşık tarihi tablo dan çıkan “Mediterraneo” filmi almıştı, savaş sırasında adaya gelen ve buranın sakin ve muhteşem atmosferinde yıllar geçirip, ”dolce vita “ ya kendilerini kaptıran bir grup İtalyan askerinin hikayesine nasıl da bayılmıştık.
Bu adada yaşam kolay değil,haftada bir kere Rodos dan gelen büyük gemi tüm ihtiyaç maddelerini de getiriyor ama yeterli olamıyor tabii. Adanın tüm halkı Kaş çarşı-pazarlarının müdavimi, Küçük Yunan tekneleri Cuma günleri kurulan, Kaş pazarına boş gidip dolu geliyorlar, aklınıza ne gelirse doldurup getiriyorlar, soğan, patates, un çuvalları, kasalarla içme suyu, sebze-meyve… Pansiyonun arkasındaki inşaatta da Türk işçileri çalışıyor, seslerden anlaşılıyor. Kayalık bir ada, su yok, bir şey yetişmiyor, tek geçimleri Turizm ve balıkçılık. Politik olarak aramız bozulsa ve Kaş bağlantısı kesilse durumları nice olur diye çok düşündüm, aman nazar değmesin diyerek bu düşünceyi kafamdan sildim.
Adanın arkasında bir mini havaalanı var ama inen uçak hiç görmedik, askeri amaçla kullanılıyor olabilir. Askerden arınmış olması gereken bu adada birkaç askeri kamyon ve yazlık giysileri ile Yunan askerleri de gördük tabii. Burada yaşayan halkın göç edip, adayı terk etmemesi için Yunan hükümetinin her aileyi parasal olarak da desteklediğini ve vergi indirimi uyguladığını öğrendik.
Öğleye kadar kısa bir tur yapalım ve bir şeyler yedikten sonra deniz keyfine geçelim diyoruz. Pansiyonumuzun tam karşısındaki minik şapele bir merhaba diyerek rıhtıma geçiyoruz. Daracık rıhtım bu köyün ana caddesini oluşturuyor, yüzümüzü denize döndüğümüzde sol kıyıya yöneliyoruz önce.
Remezzo kafede sabah kahvemizi içip hemen yanı başındaki Agios Georgios tou Pigadou kilisesine yöneliyoruz, kilise kapalı, tam önündeki meydan Avustralya daki Meis lilere adanmış.
Kilisenin arkasındaki dar sokakları, yeşil sarmaşıklarla gölgeli avluları, beyaz badanalı duvarları, pastel renkli, tahta balkonlu, restore edilmiş evleri, yanı başında yıkılmaya başlayan harabe güzellikleri geziyor ve 1903 tarihli Nikolaos Stamatiou ilkokulunu buluyoruz.
Okulun hemen yanında 18 yy. ait Agios Merkourios kilisesi yükseliyor. Tonozlu bir planı var ve pencereleri belki de Osmanlı geçmişine işaret ediyor,sivri kemerleri bir cami den anılar olabilir.
Tekrar sahile dönüyoruz,çok güzel evlerin önünden geçiyoruz,birçoğu otel-pansiyona çevrilmiş,fiyatları 60-70 € dan aşağı değil. İşte Mediterraneo filmindeki Vassilisia nın evi,mavi-beyaz renkleri ile tipik Egeli
Rıhtımın sonunda bir otel var,sonrası kayalar ve deniz. Meis de bildiğimiz anlamda bir plaj da yok, yürüdüğümüz rıhtımın çeşitli yerlerine merdivenler yapmışlar, isteyen havlusunu alıp ,geliyor, istediği yerden kendini masmavi kristal sulara bırakıyor ve Caretta larla birlikde yüzüyor.
Rıhtım devam ettikçe tipik güzellikler de artıyor.En merkezi noktada 1934 de İtalyanların yaptığı “Nea Agora=Yeni Çarşı” ya geliyoruz. Burası İtalyanların işgalindeki her adada görülen tarzda bir sebze-meyve-balık pazarı ama burada bomboş, içinde hiçbir mal olmadan biraz terk edilmiş havada. Tam arkasındaki yeşillikler içindeki avluda şirin bir lokanta ve dükkân var.
Devam ediyoruz,Taverna ve kahvelerin önünden geçerek limanın tekneden indiğimiz bölümüne geliyoruz, birkaç nefis binayı inceliyoruz. Gümrüğün tam karşısında “Mesi to Yialou=Sahilin ortası” meydanı, meydanın da tam ortasında meçhul asker anıtı var.
Meydan deyince gerçek bir meydan sanmayalım, adanın cüssesi ile orantılı, minyatür bir meydan. (Adanın tamamı 10-12 kilometrekare)
Buradan dönmeli ve yemek yemeliyiz, rıhtımın devamı akşamüstüne kalsın! Öğle yemeği To Paragadi de, minik kırmızı karidesler (kabuklu yeniyor, leblebi-çekirdek gibi), kalamar şiş, kabak kızartma ve yarım litre şarap 32 € ödüyoruz, İki kişi olunca fiyat Midilli gibi adam başı 10-12 € olamıyor, Kalabalık sofralar daima daha karlı oluyor.
Yemek sonrası pansiyona uğrayıp mayoları giyiyoruz ve sol rıhtımdaki güzel evlerin ve minik parkın önünden kendimizi sulara bırakıyoruz. Deniz Kaş a göre çok sıcak ve tatlı soğuk su kaynakları denize karışmadığı için tuzlu,fakat müthiş temiz,berrak ve balık kaynıyor,kulaç attıkça kaçışan balıklar çok keyif veriyor…
Deniz sonrası pansiyonumuzda tuzumuzdan temizlendikten sonra bu kez rıhtımın en sağ uçtaki bölümüne,öğlende gezemediğimiz Kavos burnuna yürüyoruz.
Akşamüstü piyasası da şenlenmeye,şık İtalyanlar, kalabalık Hollandalılar ortaya çıkmaya başladı. Adanın idari bölümü de burada yüzyıllardır. Belediye, Sahil Güvenlik, Liman Başkanlığı Nikolaou Savvas meydancığının etrafındalar. Bu minik meydana adını veren şahıs 1942 de Rodos da Almanlar tarafından öldürülen bir vatansever.
Meydanı birkaç basamak yukarda 1753 de yapılan ,çok başarılı restore edilmiş ve bugün müze olan güzel cami taçlandırıyor.
Tam burunda ise Bar il Faro=Fener yer alıyor. Aslında 1926 da İtalyan delegasyon binası olarak 3 kat düzeninde yapılmış, savaşta 2 kat yıkılmış, günümüzde manzarası harika bir bar. Yarın buradan denize girmeliyiz, duş ve şezlong da var.
İl Faro bar ile Cami arasındaki basamaklardan yükselince arkaya doğru, kayaların üzerine yapılmış, düzgün ve yer yer basamaklarla yükselip-alçalan bir patika buluyoruz.
Sağ tarafımız, üzerinde eski Osmanlı paşasının garnizonu, günümüzün Arkeoloji müzesi (Konaki) ve onunda üzerinde kalenin bulunduğu sarp kayalık, sol tarafımız ise neredeyse bağırabileceğimiz yakınlıktaki Kaş ı seyrettiğimiz masmavi deniz.Meis in büyük şehrin pisliklerinden uzakta büyüyen çocukları kayalardan aşağı bırakıyorlar kendilerini derin denize, aynı karşı kıyıdaki Kaş ın çocukları gibi… Hem atlıyor hem de bağırıyorlar “Hello my friend Caretta !”Tam o sırada kocaman bir Caretta başını çevire çevire geçiyor kayalıkların dibindeki mavi denizden.
Patika,iniyor,çıkıyor,sol taraftaki manzara nefes kesiyor ve biz adanın ikinci mahallesi Horafia =tarlalar a geliyoruz.Sakin bir mahallede yeni yapılmış yazlık evler görüyoruz,burada deniz bir göl kadar sakin,tekne tamiri yapılıyor küçük mendirekte ve karşıda bir yarımada üzerinde mezarlık var,beyaz bir şapel de bu mezarlığa ait.
Bu kez dönüşümüzü sahildeki patikadan değil, yarımadanın orta yerine tırmanıp, karadan yapmaya karar veriyoruz. Köyün arkasından dolaşıp Horafia ya gelen araba yolundan tırmanıp, tepenin üstüne varıyoruz. Ulu çınarların gölgesinde bir meydan ve çevresinde minik bir taverna, bir şapel, adanın en büyük kilisesi ve bir de terk edilmiş büyük bir kilise var. Önce sağdaki avluya bir dalış yapıyoruz, sanki bir tören alanı gibi, siyah –beyaz çakıllarla yapılmış mozaik bir fırıldak avlunun tam ortasında yer alıyor. Avlogyro=döner avlu diyorlar Yunanlılar, çakıl mozaik =choklakia ,eh artık çok alıştık tabii bu ortak dile. Tam karşımızda Agios Constantinos-Eleni katedrali.
Katedral diyorsak da bu adanın ölçülerinde tabii. Hıristiyanlığı kabul eden ilk Roma imparatoru Büyük Konstantin ve annesi Helena ya adanmış, kilise yine kapalı içeri giremiyorum ama üç nefli ve tonozlu olduğu dışarıdan da belli zaten. Sağda ünlü Santrape ailesinin 1903 de yaptırdığı okul ve solda da 1905 tarihli kız okulu Parthenagogeion var. Anlaşılan 20 yy. başında adada iyice bir imar hareketi olmuş.
Avludan çıkışta tam karşımızda büyük,güzel ama hüzünlü Agios Georgios kilisesini görüyoruz, kilise terk edilmiş durumda, boyası dökülmüş, kubbesi aşınmış,camları kırılmış, belki de Atina dan bir türlü gelemeyen tamir ödeneğini bekliyor, bu krizde bence hiç geleceği de yok.
Tepeden aşağı bırakıyoruz kendimizi “limanaki” ye doğru,”limani” normal bir liman oluyor da minik limana “limanaki” diyorlar. Mavili beyazlı, sarılı, pembeli evlerin önünden yokuş aşağı daracık geçitlerden geçiyor, kıvrılıyor, dönüyor, basamaklar atlıyor, avlulara göz atıyor, limana ulaşıyoruz. Kısa ama hiç bitmesini istemediğim harika bir mahalle gezisiydi bu, hiç unutmayacağım!
Tavernalar “mangali” leri akşama hazırlıyorlar, dizecekler üzerine denizden gelen bereketi. Meltemi bar a oturmanın zamanıdır, gelsin aperatif uzolar! Daracık rıhtımın güzel piyasası canlanmış, millet temiz giyinmiş, sohbetler sıkı. Meltemi Bar ın sahibi orta yaşlı hanım ve bey, çocuk arabasındaki torunlarını seviyorlar “Bebeki mu, pedi mu, pedaki mu, Nikolaki mu…=Bebeğim, yavrum, yavrucuğum, Nikolacığım. Bebek elden ele dolanıyor, bebeği her eline geçiren şap şap öpüyor, aynı biz !
Uzo keyfimizden sonra rıhtımın sol köşesine (yüzümüz denize bakıyor) Micro Parisi =Küçük Paris tavernasına yollanıyoruz. Akdeniz de Meis gibi bir adada Küçük Paris ne alaka derseniz, cevabını bilmiyorum, İrene ye sormadığıma da çok pişmanım. Birçok yazıda burası hakkında iyi şeyler okuduk, bir de kalabalıktan biraz uzak oluşu bizi çekti doğrusu.
Tam bir aile işletmesindeyiz, Türkçe bilen baba “mangali” nin başında, anne mutfakta, kızları İrene arı gibi çalışıyor, 2-3 dilde servis yapıyor. Çok lezzetli zeytinyağlı dolma, kalamar tava, ahtapot salata, karides saganaki (sahanda) ve menüdeki en pahalı şarap Boutari den (16 €) oluşan yemeğe 48 € ödüyoruz. Uzo içseydik daha ucuz olacaktı tabii, genel olarak çok ucuz değil ama burada iki kişi olduğumuzu ve adaya her maddenin dışarıdan geldiğini unutmamak lazım, içtiğimiz su bile Antalya dan gelmişti. Gecenin ödülü, karşıdan kalenin üzerinden yükselen şahane mehtap oluyor, ne güzel bir gece !
Sabah kahvaltımızı yine Meltemi Bar da ıspanaklı börek ve kahve ile yapıyor ve mayolarımızla bu kez camiinin önündeki Savvas meydanında denize girmeye karar veriyoruz. Kocaman beyaz şemsiyelerin altında üst üste şezlonglar duruyor, her gelen bir tane alıp yayılıyor, birer tanede biz alıp İl Faro bar dan aldığımız Frappelerle konuşlanıyoruz sahile. Arkadan burada görevli 2-3 asker geçiyor, bu en uzak ve sınır adasında görev yapmak nasıl bir duygu acaba? Tayin olan, buraya gelen devlet memurları için de“hamili kart yakınımdır”geçerli mi ?
Deniz pırıl pırıl,temiz,ılık,yüzmek zevk veriyor,keyifliyiz,tadını çıkartıyoruz… 10.30 rıhtıma yanaşan Meis Express kaptanına çıkış işlemleri için yeniden pasaportu teslim ediyoruz.Öğleyi yaptık yine,pansiyona dönüş,yıkanma,temizlenme,vedalaşma derken saat 13.30 oldu… Öğle yemeğini rıhtımın en popüler tavernalarından biri olan Athena da yemeğe karar verdik,komşumuz Lazaridis denize uzayan iskelesinin üstüne de dizmiş masalarını ,akşam her masada birer minik abajur yakmıştı ve pek havalıydı.Ben Athena yı sevdim,dev Begonvil çardağın altına,denizin hemen yanı başına oturuyoruz.
Karşıdan dev bir motoryat limana giriyor, Athena nın sahibi Vagelis el –kol hareketleri ile yatı kendi tavernası önüne davet ediyor, bu zengin Arap müşteri kaçmaz, Fransızca konuşmalara ve hanımların şıklığına ve açık oluşlarına bakılırsa Lübnanlı olmalılar. Kocaman bir balık 200 € ya gitti bile zengin yata. Zenginin parası züğürdün çenesini yorar derler.
Athena taverna yerinden dolayı 1-2 € daha pahalı, sefamız olsun diyerek yiyip-içiyoruz ve limana giren Carettanın çocuk kafası büyüklüğündeki başının ağır hareketlerini izliyoruz. Zaman yaklaşıyor,istikamet, bizim oturma odası büyüklüğündeki Free Shop. Küçük ama her şey var, tabii buranın en sadık müşterileri de Türkler, Kaş daki lokanta sahipleri Meis in minyatür Supermarketini ve Free Shop unu çok sık şereflendiriyorlar. Ülkemizdeki içki vergileri bu derece yüksek olduğu sürece de bu devam edecek.
Artık demir alma zamanı geldi,yolcular tekneye alındı ve pasaport kontrolleri kaptan tarafından yaptırıldı. Uzaklaşmaya başlıyoruz, saat tam 15.30. Caminin minaresi, kilisenin kubbesi küçülüyor, Meis in güzel evlerinin renkleri soluyor biz uzaklaştıkça. Bir daha gelirmiyiz? Keşke gelebilsek, sakin ada bize huzur verdi ama sırada başka adalar bizi bekliyor.
|