Malum Lüksemburg şehri Avrupa’nın ortasında yer alan küçük bir şehir. Başka küçük kasabalar olmakla birlikte Almanya’nın en yakın şehri Trier diyebiliriz. Biz de güzel bir cumartesi gününü Trier’e ayırmaya karar verdim ve bindim sabah 09.15 trenine. Aslında birkaç gün önce Türkiye’den gelen misafirlerimizle şöyle bir-iki saatliğine Trier’e uğramıştık ama şehri tanımak için yetersiz bir süreydi. Wasserbillig ve Konz kasabalarında duran tren saat tam 10.10’da Trier merkez tren istasyonuna vardı. Sabahın bu saatinde dahi mevcut olan güneşli hava günün güzel geçeceğinin de müjdecisi.
Biz Türkler tarafından çok fazla bilinen bir şehir olmadığı için öncelikle biraz Trier hakkında kitabi bilgi verelim. Almanya’nın güneybatısında Rhineland Eyaleti sınırları içinde yer alan Trier’in nüfusu yaklaşık 100.000. Pek çok kaynağa göre Almanya’nın en eski şehri olarak kabul ediliyor. M.Ö. 16. yüzyılda Roma İmparatoru Augustus tarafından Moselle Nehrinin kıyısında kurulan şehir, döneminde imparatorluğun en güzel ve ilgi çekici kentlerinden birisiymiş. Zaten adı da “seçilmiş” anlamına geliyor. Özellikle 2. Dünya Savaşında Almanya’nın bombalanmayan az sayıdaki şehirlerinden birisi olduğu için bugün dahi pek çok tarihi yapı ihtişamla ayakta. Bu yapılardan dokuz tanesi 1986 yılından bu yana UNESCO Dünya Kültür Mirası listesi dahilinde koruma altına alınmış. Tarihsel geçmişi yanında Trier, komünizmin babası olarak kabul edilen Karl Marx’ın da doğduğu yer.
Tren garının bulunduğu meydana çıkar çıkmaz hemen çapraz karşıda yer alan alışveriş merkezine girerek buradaki Mediamarkt elektronik mağazasını şöyle bir gezdim. Fiyat olarak Lüksemburg’dakinden pek bir farkı yok. Daha sonra hemen istasyonun karşısındaki caddeden eski şehre doğru ilerledim. En çok beş dakika geçmişti ki Roma döneminde yapılmış olan surların ana giriş kapısı Porta Nigra-Kara Kapı (Black Gate) muhteşem görüntüsüyle benu karşıladı.
M.Ö. 2. yüzyılda gri kumtaşından inşa edilen kapı kuzey Alp bölgesinin en büyük ve en iyi korunmuş Roma giriş kapılarından birisiymiş. Tamamı dört tane olan kapılardan tek ayakta kalanı. 11 ile 18. yüzyıl arasında Yunanlı rahip Aziz Simeon adına kilise olarak kullanılan yapının o halinden sadece romanesk tarzdaki apsesi bugüne gelebilmiş.
İsmi gibi kararmış olan yapıyı gezebiliyorsunuz. Giriş ücreti olan 3 €’yu ödeyerek gezmeye başladım. İçeride bir şeyler görmeyi umanlar için hayal kırıklığı yaratabilir ama en üst katından Trier tarihi bölgesinin manzarası harika. Duvarlarda bazı kabartma ve işlemeler bugüne kadar gelebilmiş. Yukarıdan bolca şehrin fotoğrafını çektikten sonra aşağıya inerek hemen girişte bulunan Turizm danışmadan ücretsiz haritayı aldım.
Bu arada size gezinin başında Römer Express’ten bahsetmem lazım. Bu şirin mi şirin tren süsü verilmiş vagonlu araç 35 dakikada sizi Trier’in tüm turistik ve kayda değer yerlerine götürüyor. Kulaklıktan rehberlik hizmeti yok ama üç dilde canlı hizmet veriliyor. Benim orada olduğumuz Ekim ayında saat 10.00 – 18.00 arası her 25 dakikada bir çalışıyordu. Fiyatı ise yetişkinler için 7 €, çocuklar içinse 4 €. Her ne kadar Trier şehri en güzel yürüyerek geziliyorsa da az zamanınız varsa ya da yürüyüşe başlamadan önce genel olarak nerelere gideceğinizi bilmek açısından işinize yarayabilir.
Merkez meydana doğru ilerlerken hemen sağda kalan küçük, dar bir sokağa girdim. Judengasse isimli bu yer 14. yüzyıla kadar bir tür Yahudi merkeziymiş. Bugün için bazı mahzenler gezilebiliyorsa da ortada tarihsel anlamından fazla pek bir şey kalmamış. Buradan devam ettiğimizde ise Trier’in en popüler meydanı olan Hauptmarkt’a ulaştım. Burası yüzyıllardır şehrin kalbinin attığı yer. Meydan oldukça hareketli. Gün boyu birkaç kez yeniden geldiğimde de aynı kalabalığı ve hareketliliği gördüm. Aynı zamanda rengarenk ve çok keyifli. Oldum olası böyle yerleri sevmişimdir zaten.
Meydanda tahmin edebileceğiniz gibi bir çok kafe, restoran, fast food dükkanları, hediyelik eşya satıcıları ve hatta kestane-kebapçı bile mevcut. Tam ortasındaki bölgede de seyyar çiçekçiler, sıcak-soğuk şarap satanlar, sebze-meyve satıcıları ne arasanız var yani. İlk temelleri 958 yılına tarihlenen meydanı önemli ve güzel kılan tek şey bunlar değil tabi. St. Peter Çeşmesi, St. Gangolf Kilisesi, yerel belediye binası olan Steipe, haçlı anıt, renkli ve tarihi binalar ve daha aklıma gelmeyen kim bilir neler…
Ara sokaktan devam edip Katedralin (Dom) bulunduğu meydana geldim. Meydanda bir önceki pazar günü Lüksemburg’da rastladığım ekolojik ürünler ve basit el yapımı hediyelikler satılan küçük bir pazar vardı. Katedralin bulunduğu meydanın bir tarafında eski dönemde şehri çevreleyen surlar halen dimdik ayakta. Katedralin tarihi 4. yüzyıla kadar gidiyor. İlk önce bir saray olarak inşa edilen yapı daha sonra katedrale dönüştürülmüş. Hatta içinden bir katedral yanında ona bitişik olarak bir de kilise çıkmış. Kubbenin orada yer alan tavan kabartma ve işlemeleri gerçekten çok ince işçilikle yapılmış.
Bu arada katedralde bir ayine denk geldik. Biraz ayini izleyip içini de dolaştıktan sonra hemen bitişiğindeki Meryem Ana Kilisesini (Church of Our Lady) de gezdim. 12. yüzyılda inşa edilen ve Almanya’nın en eski Gotik Kilisesi olan bu kilisede Roma imparatorluğu izleri bulunmuyor. İçeride küçük şapeller ve bolca resim var.
Katedral ve kilise gezisini tamamladıktan sonra yavaştan karnım acıkmaya başlamıştı. Meydana geri döndüğümde tanıdık ve sevdiğim bir mekanla karşılaştım: Subway. Hemen daldım içeriye ve hindi etli, kaşarlı küçük ekmek bir sandviç aldım (2,99 €). Karnımı doyurduktan sonra bir de kahve içtim (1,29 €) gittikçe hareketlenen meydanı seyrederek, değmeyin keyfime. Yurtdışında genelde hep fast food dükkanlarından kahve almayı tercih ediyorum. Aslında kahveden anlayanlar iyi olmadığını söylüyorlar ama ne yapayım ki en sıcak kahveyi ancak buralarda bulabiliyorum. Bu konuda Avrupa’da şehir farkı gözetmiyorum: Londra’sından Viyana’sına, Roma’sından Barselona’sına ne zaman kahve istesem ve özellikle de “sıcak lütfen” desem sanki inadına yapıyorlarmış gibi ılık geliyor. Starbucks’lar dışında bunun neredeyse tek istisnası İtalya’nın Bergamo şehri havaalanındaki kafeydi. Bu yüzden hiçbir şey söylemeden sıcak kahve alabildiğim yerler olan bu fast food dükkanlarını tercih ediyorum. Zaten çok da anlamam ya kahveden…
Meydanı çevreleyen rengarenk, şirin tarihi binalar çok farklı bir hava katıyor. Avrupa kentlerini bizden farklı kılan en büyük unsurlardan bir tanesi de bu meydanlar oluyor zaten. Düşünüyorum da “bizdeki ana meydanlardan hangisi böyle” diye aklıma hiçbir yer gelmiyor.
Kahve keyfimi tamamladığımda saat tam 12.40’tı. Meydana açılan Fleischstrasse’den ilerlediğimde Kornmarkt’a ulaştım. Şehrin bir diğer güzel meydanı da burası. 1750 yılına tarihlenen barok tarzdaki St. George’s Çeşmesi meydana ayrı bir hava katıyor. Çeşmenin oradan yolun sonunda yer alan Konstantin Bazilikası’nın görüntüsü çok hoş. Burada da vakit geçirebileceğiniz restoranlar ve kafeler mevcut.
Biraz daha ilerleyip ışıklardan devam ettiğimde Brückenstrasse 10 numarada yer alan Karl Marx’ın doğduğu ev karşıma çıktı. 1727 yılında inşa edilmiş ev bugün için Marx’ın kişisel ve düşün dünyası, dostlukları ve fikirsel bazda karşı karşıya geldiği insanlarla ilgili mektuplar, makaleler, diğer dokümanlar ve kişisel eşyaların sergilendiği bir müze görevi görüyor. Müzenin giriş ücreti 3 €.
Belediye ve tiyatro binaları ile St. Antonius Kilisesini de geçtikten sonra modern görünümlü Viehmarkt’a çıktım. Meydanın bir tarafında camlı bir alan içinde sergilenen ve birinci yüzyıla tarihlenen şehrin üçüncü Roma hamamı (Forum Baths) bulunuyor. İlginç olansa 1980’lerde yeraltına modern bir otopark yapılırken tamamen tesadüfler eseri keşfedilmiş olması. Ziyarete açık değil, dışarıdan bakabiliyorsunuz.
Neustrasse’den merkeze doğru devam edince köşede biraz gizlenmiş biçimde Jesuit Kilisesine rastladım. Böyle diyorum çünkü dışarıdan kilise olduğunu anlamak çok zor. 1228-1570 yılları arasında manastır kilisesi olarak kullanılmış. Oldukça ağır olan kapısını açarak içeri girdim. Tarihçesini anlatan resimlerde komple renovasyondan geçtiği anlatılıyor. Zaten içerisi hiç de 7-8 yüzyıllık gibi durmuyordu.
Bundan sonraki istikametim şehrin bir diğer önemli kiliselerinden birisi olarak kabul edilen ve UNESCO tarafından koruma altına alınan Konstantin Bazilikası oldu. İmparator Konstantin’in büyük onuruna inşa edilmiş olan yapı dördüncü yüzyıla tarihleniyor. İlk baktığınızda pek bir şeye benzetemediğiniz 67 metre uzunluğunda, 33 metre yüksekliğinde ve 27 metre enindeki bu haşmetli yapıyı ilginç kılan hususlardan biri de içeride tek bir sütun dahi bulunmaması. Yani bu büyüklükte bir yapıyı taşıyan iç kolonlar bulunmuyor, tek parça halinde inşa edilmiş. Yukarıdan sarkan lambalar ve simetrik pencereleriyle son derece sade ama bir o kadar da şaşırtıcı görünen yapı bir Evangalist Kilisesi. Yani başka bir deyişle Katolik Trier’de bir Protestan kilisesi. O yüzden bu kadar sade ve gösterişten uzak.
Kilisenin içinde yapılışından bugüne gelene kadarki tarihçesini anlatan resimler ve açıklamalar bulunuyor. Bunun yanında ortada Hz. İsa olmak üzere beş farklı heykelin sadece kafaları sergileniyor. İkinci Dünya Savaşında kilise büyük zararlar görmüş. Heykellerin kafaları 1955 yılında tesadüf eseri onlarca parça halinde farklı yerlerde bulunmuş. Eksikliklerde aslına uygun olarak uzun yıllar süren restorasyondan sonra tamamlanmış. 2000 yılından bu yana da sergileniyormuş.
Kilisenin yanındaki merdivenlerden çıkınca güzeller güzeli Elector Sarayı (Kurfürstliches Palais) ile güzel ve bakımlı bahçesine ulaştım. Elector, orta çağda kutsal Roma Germen İmparatorluğunda imparatoru seçme hakkına sahip prens anlamında kullanılıyormuş. Rokoko tarzı sarayların en güzellerinden birisi olarak kabul edilen Sarayın yapımına 1615 yılında başlansa da bugün bahçeden görülen güney kanadı 1756 yılında inşa edilmiş. Hoş pembe renginin yanında bakımlı bahçesi ile de gerçekten bir bütün halinde görsellik harika. Ancak şu anda da yerel idare tarafından kullanıldığı için ancak yılın belirli zamanlarında gezilmesine izin veriliyormuş ve elbette benim şansıma o zaman bu zaman değil…
Sarayın çok da büyük olmayan bahçesini gezip arka tarafındaki havuzun etrafındaki banklarda minik bir mola verdikten sonra yeni istikametim olan Kaiser termallerine doğru yola çıktım. Bu bölgede şehri zamanında çevreleyen surların bir bölümü hala dimdik ayakta. Weimarer Alle boyunca termallere doğru ilerlerken yol üzerinde Trier’in en önemli müzesi olarak kabul edilen Arkeoloji Müzesini (Rheinisches Landesmuseum) gördüm. Koleksiyon M.Ö. 4. yüzyıldan başlıyor. Dönemim uygarlık, ekonomi, yerleşim ve dini motiflerinden eşsiz örnekler sunan müze bir daha ki Trier programında gezilecek. Çünkü hava çok güzel ve kapalı alanda bu güzel güneşi heba etmek istemiyorum. Nasılsa 45 dakikalık yol. Belki burası için özel bir yazı yazarım kim bilir… Meraklısı için giriş ücreti 6 €.
Müzeyi geçip yoluma devam ederken sola doğru bir tabela gördüm: Amfi tiyatro…O da programımda olduğundan sola saparak hafif meyilli yolda yaklaşık 10 dakikalık bir yürüyüşle Amfi tiyatro’ya ulaştım. UNESCO kapsamında koruma altında bulunan Amfi tiyatro açıkçası beni hayal kırıklığına uğrattı. 2. yüzyılda yapılan bu 20000 kişilik dev alanda eskiden gladyatörler az karşı karşıya gelmemişler. Yer altındaki mahzenlerde ölüm cezasına çarptırılan mahkumlar vahşi hayvanların insafına terk edilirmiş. Ama bugün geniş bir düzlükte temiz bir mesire yeri havasından başka bir şey kalmamış. (Giriş ücreti 3 €)
Bu arada bölgenin aynı zamanda üzümcülük ve şaraplarıyla da meşhur olduğunu belirtmeliyim. Bunun açık göstergelerinden birisi de hemen Amfi tiyatronun üst tarafında bulunan yüzlerce metrelik üzüm bağları. Gerçi mevsimi olmadığı için kurumuşlardı ama göz alabildiğine uzanan bağları yemyeşil ve devasa salkımlarıyla hayal etmek çok da zor değil. Hele benim gibi Ege’li birisi için.
Amfi tiyatronun üst kısmından, bağların bulunduğu bölgedeki sokakları arşınlayarak bulvarın köşesinde bulunan İmparatorluk Hamamlarına (Kaiser/Imperial Baths) ulaştım. Zaten yer altındaki bölümleri hariç hamamların neredeyse tamamını dışarıdan gözlemleme şansına sahipsiniz. Ortasında sanki bir futbol sahası gibi yemyeşil çimenlerle kaplı bir alan var. Romalılarda hamama gitmek önemli bir faaliyet olduğundan bulundukları her yere çok görkemli hamamlar inşa etmişler. Tabi olayı sadece yıkanma olarak algılamayın. Memleket meselelerinin tartışıldığı, müzik dinlenilen, kütüphanelerde kitap okunabilen hatta kumar oynanabilen alanlarmış hamamlar. Yani bir tür sosyal faaliyet gibi düşünmek lazım. Trier’deki hamamlar yaklaşık 1600 yıllık bir maziye sahip. En görkemli biçimde ayakta duran da bu hamam. Meraklısına giriş ücreti 3 €.
Bu şehirde bir yerlerde nehir olacaktı diyerek vurdum kendimi Kaiserstrasse’den aşağıya doğru. Sol tarafta kalan ve döneminin en büyüğü olarak kabul edilen Barbara Hamamlarına da şöyle bir dışarıdan baktım. Zira restorasyon çalışmaları devam ettiğinden belirsiz bir tarihe kadar kapalı olduğu yazıyordu tabelada.
Ana yola çıktığımda harika görüntüsü ile Mousel Nehri ve en az onun kadar hoş olan Roma Köprüsü karşıladı beni. 2. yüzyılda yüksek taş bloklar üzerine yapılan köprü Almanya’nın en eski köprüsü olarak kabul ediliyor. Sonradan ilave edilen karayolu vızır vızır çalışıyor. Hatta 2. Dünya Savaşında müttefik kuvvetlerin tankları bu köprüden geçmiş ve bana mısın dememiş yaklaşık 1750 yıllık köprü. Köprünün tam ortasında iki taraflı çarmıha gerilmiş Hz. İsa figürü yer alıyor.
Köprüden Mousel Nehri son derece dingin ve huzurlu görünüyor. Etrafındaki az katlı evlerle uyum sağlamış adeta. Daha fazla keşfetmek lazım diye düşündüm ve nehir boyunca giden bisiklet ve yürüme yoluna inmek için devam ettim. Bu arada hemen köşede gördüğüm Kaufland alışveriş merkezinden su takviyesi yapmak istedim. Ama bizim yerli üretim beyaz peynirlerden görünce dayanamadım, yanında fırından yeni çıkmış baget ekmek ve sprite ile birlikte satın aldım. Sonrasında ise ver elini Mousel Nehri kenarındaki çimenler.
Suyu her zaman sevdim. Deniz, göl, nehir hatta çay hiç fark etmiyor. Bu yüzden içinden su geçen yerleri de her zaman sevdim. Hele de Avrupa şehirlerindeki gibi bozulmadan yapılaşanları daha çok sevdim. Suyun, yorgunluğumu da aldığını düşünürüm hep. Psikolojik tabi, akşam acısı çıkıyor ama olsun…Nehir boyunca yürüyüş yapanlar, bisiklet sürenler, köpek gezdirenler, arada nehirden geçen gezi tekneleri eşliğinde Mousel üzerindeki bir diğer köprü olan Kaiser-Wilhelm’e kadar yürüdüm. Bu arada iki köprüden Kaiser’e daha yakın bir yerde minik bir adacık var. Bana Budapeşte’deki Tuna Nehri üzerindeki Margit Adasını andırdı. Ama bunda yaşam belirtisi yok.
Nehrin etrafındaki az katlı evlerin ve manzaranın bol bol fotoğrafını çekerek Kaiser Köprüsünün ortasına geldim. Roma Köprüsü daha tarihi olabilir ama Kaiser Köprüsünden Trier’in nehir kenarı manzarası müthiş. Tabi bunda o bölgede çok fazla yapılaşma olmaması da etkilidir ama yine de hem sağ hem de sol taraftan harika kareler yakalayabilirsiniz. Hele bir de benimki gibi fazla amatör bir kameranız yoksa.
Köprünün sonunda sol taraftaki liman bölgesinde tekne turları kalkış noktası var. Kısa nehir turu 8 €’dan başlıyor. Nisan-Kasım ayları arasında bu teknelerle Koblenz’e kadar gidebiliyorsunuz. Müthiş bir keyif olsa gerek. Fazla zamanım olmadığı için tekne turunu pas geçmek zorunda kaldım. Hemen o bölgede aynı zamanda harika nehir manzarası eşliğinde bir şeyler yiyebileceğiniz ya da içebileceğiniz kafe ve restoranlar bulunuyor. Bu keyfi pas geçemezdim ve bir bira eşliğinde (3,40 €) artık etkisini kaybetmiş olan güneşe karşı Mousel Nehrinin ve manzaranın keyfini çıkardım.
Mousel, manzara, bira derken hava serinlemeye başlamıştı. Ara sokakları tercih ederek yaklaşık 15 dakika sonunda yeniden Hauptmarkt’a geldim. Burayı bıraktığımda oldukça kalabalık ve hareketliydi. Oysa saat 17.30 civarında eski kalabalıktan eser yoktu. Ayin olduğu için erken saatlerde gezemediğim 15. yüzyıla tarihlenen St. Gondolf Kilisesini gezdim. Meydana açılan gösterişli bir kapısı olan kilisenin 62 metrelik kulesi Katedralin kulesinden yüksekmiş. Tam o esnada kilisenin üst katında canlı koro ilahi tarzında müzikler söylüyordu.
Görmek istediğim son bir nokta kalmıştı: Franco Kulesi. Meydana açılan Steipe sokağından yaklaşık 50 metre ilerlediğimde kule karşımdaydı. 11 yüzyılda yapılan bu 50 metrelik kule bugün içinde tarihi gösterilerin de düzenlendiği bir restoran. Ama yanlış anlamadıysam sadece gruplara hizmet ediyor. Açıkçası kulenin de çok büyük bir esprisini görmedim.
Kahve zamanım gelmişti ve Subway’den bir kahve alarak (1,29 €) gittikçe tenhalaşan meydanı seyre daldım. Saat 18.30 olmuştu. Kararan havayla birlikte yavaş yavaş tren istasyonuna doğru yürümeye başladıM. 19.50 treni beni bekliyordu…
Ben Trier’i sevdim…İçinden nehir geçtiği için sevmedim sadece. Tarihi dokusu, renkli küçük evleri, kiliseleri, müzeleri, dar sokakları, Karl Marx’ı ile sevdim. Eminim birkaç defa daha buluşuruz biz bu güzel şehirle…
Seyahatle kalın…
|