Bosna'da Çatılar Farklı!

Efendim,
Ben
Askerliğimi Bosna’da yaparken,
O zamanki zor koşullarda,
Kafamda çelik başlık,
Elimde yasal mermilerim…
Ayak bastık,
Sarajevo,
Yani
Saraybosna.
Oradan Tuzla.
Tuzla’da bol bol tuzlama yaptım, şekerleme değil.
Aradan epey zaman geçti,
Hatırladıklarımı yazmak istiyorum, aklımda kaldıkları ile.
Belki böylesi daha güzel.
Aradan yıllar geçmiş ve hala izler…



İlk dikkatimi çeken;
Çatılar olmuştu.
Bunun üzerine şöyle bir şeyler karaladım.
Bosna’da çatılar farklı.
Bakıyorum binaların çatılarına,
Farklı.



Karşıdan bir adam geliyor,
Kaşlarını çatmış,
Farklı.
Askerler tüfek çatmış,
Farklı.
İki kişi birbirine çatıyor,
Farklı.
Önümden yürüyen bayanlar,
Bakıyorum çatılarına;
Çatıları farklı.
Velhasıl Bosna’da tüm çatılar farklı.

Sonsuz hürriyet olabilir mi?
Nasıl olmuşsa olmuş,
Üç etnik grup;
Boşnaklar,
Hırvatlar,
Ve de Sırplar’a tamam denmiş;

Çatılarınız farklı olabilir.
Ve
Aynı köyde,
Aynı şehirde,
Çatılar farklı olmaya başlamış.
Birlikte yaşıyorlar ama
Çatıları farklı.
Bu masum gibi görünen uygulama,
Savaşın başlaması ile
Üç etnik grup birbirini avlamada,
Acayip kolaylık sağlamış.
Şöyle ki
Bir etnik grup, köyün çevresinde mevzilendi.
Kendilerinden olmayan etnik grup çatılardan belli.
Köye girmeye gerek yok,
Uzaktan al ateş altına.
Ve bir saman alevi gibi sarmış,
Bir anda tüm ülkeyi.



Buradan şu sonuç çıkıyor;
Tek yumurta ikizlerini bile
Farklı yaratan Allah,
Tek düzeliğe karşı ama
İleride nasıl sonuçlar doğurabilir, hususunda,
Yöneticiler çok uyanık olmalı.

Biz gittiğimizde,
Maalesef medeni devletler,
Gözlerinin önünde cereyan eden bir insanlık ayıbı ve kıyımını,
Film izler gibi izlemişler,
Irak’ta kimyasal silah var diyerek daldıkları gibi
Buraya iş işten geçtikten,
Atı alan Üsküdar’ı geçtikten sonra girmişlerdi.
Bu kadar geç kalınmasındaki sebep;
Ajda’nın şarkısı ile
Aman petrol olmasın?

Dumanlar tütüyordu hala,
Binalar ise
‘’Cep delik,
Cepken delik,
Kevgir misin mübarek’’ bir halde idi.
Ve
Hüsnü Mübarek, Mısır’da patlamış mısır patlatarak keyif çatıyordu.

Savaş nasıl anlatılabilinir ki?
Acı,
Keder,
Çaresizlik,
İnsanlığından utanma,
Kin,
Nefret…

Verdim canı ben alırım diyen Yaradan’a bir meydan okuma mıdır savaş?
Yoksa masum insanları katleden zalimlerin o anlık mutlu olmaları mı?
Ki
Yasaklara karşıyım ama
Şu ‘’Savaş’’ ismini yasaklasak mı acaba?

Barış Manço gibi güzel bir örnek varken.


FOTOGRAF: © Hedwig Klawuttke / Wikimedia Commons / CC-BY-SA-3.0

O kadar yer, yakılmış, yıkılmış ki
Maliyet çok yüksek,
Ama bir insanı yaratabilir miyiz?
Savaşın topla maliyeti ile.
Olan canlara oldu,
Hala kurşun izleri dursa da duvarlarda,
Canlar ruh oldu, ayrı dünyalarda.
Allah’ın takdirine kadar,
Alacakları son nefesleri çaldık,
İçecekleri son suları çaldık,
Yiyecekleri son nimetleri çaldık,
Çalacakları son kapıyı çaldık.
Kim bilir, kaç kez âşık olacaklardı?
Kaçar çocukları olacaktı?
Birbirlerini kaç kez aldatacaklardı?
Ticarette kaç kez batıp çıkacaklardı?
Yani
O masum insanların,
Hem maddi hem de manevi,
Her şeylerini çaldık.

Allah’ın verdiği akıl ile her zaman övünen,
Böyle bir varlık insanoğlu?
Bitkiler asla zarar vermez,
Hayvanlar kuyruklarına basılmadıkça,
Sadece birbirlerini yerler o da karnı doyuncaya,
Sabiler de sabiliklerini kaybedinceye kadar…
Ya insanoğlu?
Valla her şey beklenir, hala da öyle.
Belki de
Bedenimizdeki mikropların mücadelesi gibi
Yaşam mücadelesi için gerekli
Ne diyelim?
Mikroplar olsun, ama vücut direncinin her zaman galip çıkması gibi
Kazansın insanlık.

Kahraman Türk Birliği Zenitsa’da konuşlu.

Zenitsa ‘’Zenit’’ dikiş makinelerinin Sabancı ayağı değil ama!
Kahraman Türk Birliği,
Avrupa’nın en büyük demir çelik fabrikalarından birinde kalıyor.
Devasa bir şey.



Ağır sanayi nasıl olur, o zaman anlıyor, insan.
Rahmetli Erbakan’ın ağır sanayi hamlesi sanki.
Ve ilginç olan,
Buradan elde edilen enerji ile
Koca şehir merkezi sistem ile ısıtılıyor.
Merkezi sistem deyince apartmanı ısıtmak akla gelir,
Ya da
Hastane,
Verişalış Merkezi
Ama koca şehri ısıtmak kimin aklına gelir?
Biz gittiğimizde çalışmıyordu.
İnsanlar, onca acıya rağmen,
Yaşamak zorunda,
Para kazanmak ve de çalışmak zorundaydılar.
Her gün bir tas sıcak çorba ile nereye kadar?
Evlatlarını okutmak için çırpınıyorlardı.
Kimi hediyelik eşya satıyor,
Kimi de
Barış Gücü’nün şurayı yapın,
Şurayı yıkınlarında gündelik işçi olarak çalışıyorlardı.
Dansözün göbeğine para basılır da
Avrupa’nın göbeğinde böyle bir şey nasıl olabilmişti?
Medeni devlet bundan sonra böyle bir şey olmasın diye nasıl sistem kurmuşlardı?
Yoksa aynı oyun,
Bu sefer bir başka yerde,
Mesela bizde, tekrar sahneye konulmak üzere,
Derin dondurucularda mı bekletiliyordu?
Medeniyetin tek dişi var mıydı?
Yoksa
Anayasa önünde herkes eşit diye diye
Yaratılan eşitsizlikler mi söz konusu idi?
Ya da
Benim gibi sürekli samimiyetten bahsedip
Samimiyetsizlik halleri mi idi söz konusu?
Medeniyet, medeniyet deyip
Medeniyetin tam tersini mi yapmaktır, medeniyet dedikleri.
Ya da
Kısaca;
Ben sizin babanızım, ben ne dersem o olur.
Kabaca,
Güçlü haklı mıdır halleri?

Tuzla’dan,
Saraybosna’ya geldik.




Sarajevo’yu savaş hemen sonrası görmek?
Güzellikler ile
Çirkinlikler bir arada.
Bende bir Ankara havası var gibi geldi.
Alışveriş mekânlarının bulunduğu yer de
Sanki Bursa havası.



En çok beğendiğim de şehrin tam ortasından giden hafif raylı sistem.
Boydan boya kaplayan ama
Epey rağbet gören.
Burada gezerken tesadüfen Mirsat Türkcan bizi görmez mi?
Belki bu yıllarda, Mustafa Sandal ile tanışmıyorlar,
Emine Türkcan kaç yaşında?
Meğerse buralı imiş.
Anasını buraya yerleştirmiş.
Sık sık buraya gelip anasını ziyaret ediyormuş.



İnsanın kendi ordusu varken,
Başka orduların gelip asayişi sağlaması ne kadar acı?
Kendi vatanında, her yere müsaade alıp gitmek?
Ne garip duygular yaratır insanda Allah’ım.
Sağ olsun Mirsat bizi silah zoru ile
Köfteciye götürdü.
Cevabi diyorlar.
İnegöl gibi

Dört kişiyiz.
İki de kendileri.
Vatan özlemi.
Sohbet.



İnsan olarak Mirsat’a hayran olduk,
Bir insan bu kadar meşhur iken
Bu kadar mı mütevazı olur?
Onu doğuran ve yetiştiren ananın ellerinden öperim ben.

Verişalış Merkezi’ni gezerken,
Bize o kadar çok benziyorlar ki

Selamın Aleykum,
Aleykum selam.

Zamanında Türkiye’de futbol oynamış,
Çok meşhur olmuş kişilerin dükkânları.
Çarşı içinde,
Camiiler,
Ve Allah’a yakaran Müslüman kardeşlerimiz.


Tito’nun Sarayı’nı geziyoruz.
Bu dünya kime kalmış ki
Tito’ya kalsın?
Sanki bana da kalmadı der gibi.



Ama manzara müthiş.
Saraybosna ayaklar altında.
Baktıkça bakasın geliyor,
Doymak ne kelime!
Neden saraylar en güzel yerlere yapılır?
Neden Padişahların bir eli yağda, bir eli balda olur?
Neden hayatları daim olmaz?
Padişahım sen çok yaşa.

Topçu ateşi ile bombalanan ve öyle bırakılan,
Çok katlı Basın Binası önünden geçiyoruz.
Neden basın bu kadar hedef?
Sanki
İsminden kaynaklanan bir sorun var galiba;
Bas-ın!

Dünyanın her yerinde,
Basın emekçilerinin işi zor.
Düşünen insanlar…
Hâlbuki
Nasıl ki
Karaciğer,
Akciğer,
Böbrekler Allah’ın birer organı ise
Ve Allah ne görev vermiş ise onlara,
Beyin de aynı.
Onun da görevi düşünmek.
Düşünce suç olmamalı,
Çünkü çocuklar düşe kalka büyürler.

O zamanlar bizim güzel Memleketinde benzer bir sürece girebileceği,
Kaç kişinin aklından geçerdi?
Mahzun bile
‘’Hepimiz kardeşiz’’ derken,
Nerden çıktı bu,
Kürdüz, Türküz söylemleri?
Aman Allah korusun!

Hayvanlar koklaşa koklaşa,
İnsanlar konuşa konuşa söylemi,
Neden sadece lafta?


Bir Sırp Kızı vardı,
Verişalış Merkezinde.
Şöyle demişti;
Ben Türkleri sevmem ama sizi sevdim.

Kerim vardı, Pakistanlı, ABD askeri.
Bizim ofise çok sık gelirdi.
Her konuda yardımcı olur.
Arada bir jestler de yapardı.
Sonra kafede çalışan güzel bir Boşnak kızına âşık oldu.
Hatta bir seferinde,
O kızı ABD’ye götürmesi için konsolosluğa gitmesi lazım ama
Çok zor.
Savaş şartları hala geçerli.
Miloseviç bombalanıyor…

Bizim Rambolar yardımcı oldu.
Ama olmadı,
Gelin Ata biner ya nasip?

Kerim ayrılırken çok güzel Fossil marka saat hediye etti.
Hala saklarım.
Ve kalp ameliyatımda,
Ta ABD’lerden yaklaşık elli kilo ağırlığında çiçek hediye gönderdi,
Üzerine küçük bir not yazarak.



FOTOGRAF: © Boabo / Wikimedia Commons / CC-BY-SA-3.0

Tuzla’da idik ama
Dışarı çıkışlar nerdeyse yok gibi idi.
ABD askerleri ağırlık olmak üzere,

Yunan,
Roman,
Fransız,
Alaman,
Arjantin’den bile askerler vardı.

Yunanlı Yarbay gelir,
Komşu, canım Türk Kahvesi çekti derdi.
İtalyanlar, bize Kapiçino,
Biz de Onlara Türk Kahvesi.
Hatta bir ara paraları bitti,
Biz verdik.
Ki tam bu sıralar,
Apo İtalya’da.
Krallar gibi ağırlanmakta.

İngilizler, kendini beğenmiş,
Ama
Onlar da yumuşamaya başladılar.
Baktık sohbet ediyorlar,
Paylaşıyorlar…

Ruslar ise bir âlem.
Votka içmezsen yandın.
Voleybol’u o kadar güzel oynuyorlar ki
Akıl dolu.
Tarkan hayranılar.
Son derece iyi eğitimli,
İngilizceleri mükemmel,
Ama o sıralar ekonomik kriz var.
Maalesef bu husus, elbiselerine de yansımış
Biraz pejmürdeler.



ABD askerleri bir âlem.
Bazı bayanlar bir futbol oynuyor,

Aman Allah’ım, o ne yetenek!
Hem de erkeklerle beraber.
Ulan siz duymadınız mı?
Fiş ve priz olayını?

Bizim ofis Mevlana Türbesi gibi

Gelen giden haddi hesabı yok.
Türk Misafirliği neyi gerektiriyorsa,
Rütbe ayrımı yapmadan hepsine eşit davranış
Sadece
Rütbesi büyük olana, hediye biraz daha anlamlı.

Bir gün ABD’li Tümen Komutanı geldi,
Emir Subayı ile birlikte.
Komutanın yanında, bacak üstüne bacak.
Bizler ise
En iyi duruş;
Has duruş!
Kılımız kıpırdamıyor, vallahi.
Zaten şöyle diyorlardı;
Ya
Numara yapıyorsunuz?
Ya da
Biz sizin askerlik anlayışınızı anlayamıyoruz.
Kültür farkı.
Paralı askerlik.

Sonra o Tümen Komutanı Orgeneral iken,
Eşinden boşanması sonuçlanmadan,
Bir başkası ile beraber yaşamaktan alındı, görevden.

Hala arkadaşlığımız süren kişiler var.
Bunların hepsi ya emekli oldu,
Ya da
Başka işlere geçiş yaptılar.
Zaten Bosna’ya gelmelerinin üç nedeni;
Para kazanmak,
Avrupa’yı görmek,
Maaştaki vergi muafiyeti.

Bizim ofis,
Turizm bürosu gibi olduğu için,
Az turist göndermedik değil, Türkiye’ye.
Belki en az elli kişi.
Dönüşte soruyorduk,
Nasıl geçti?
Genelde olumlu ama
Bazıları yapışkan satıcılardan,
Bazı bayan askerler de kendilerini yollu zannedip sarkıntılık edenlerden şikâyetçi idi.

Radyo’da çalışan bir bayan asker,
Çelik’ i dinleye dinleye,

Son Ona hayran ol.
Sırf bu nedenle Türkiye’ye gelmişti.



FOTOGRAF: © Klaudia Horváth / Wikimedia Commons / CC-BY-SA-3.0

Hele Tarkan orada yaptıklarımı duysa?
Hatırlamayacağım kadar kasetlerini dağıtmıştım bedava.
İbo bile nasibini almıştı.
Memleketi tanıtma sevdası.
Türkiye’ye gelen ve gidenlere diyorduk ki
Aman gelirken,
Memleketi tanıtacak ne varsa getirin,
Başka bir şey istemiyoruz.


Boşnak Kızları vardı,
Temizlik işlerinde çalışan alın teri ile.
Berberler hepsi bayandı.
Özellikle çok bahşiş topluyorlardı, askerlerden.
Hatta
O kızları iç dünyasında âşık olan askerler,
Sıfır üstüne sıfıra vurduruyorlardı.

Ulan kilisenin yeri kaç kez değişmişti?
Ya gerçekten?
Ya da
Şu Bosnalılara biraz iş çıkaralım mı desem?

Kutsal kitaplar desen?
Gırla.
Her dilden,
İstemediğin kadar.
İbadet yerleri ise
Her dinin bir odası.
Kendi mimari tarzında.

Bizler duş alırken,
Sarınıp sarılırız,
Sağ olsun ABD’li dostlarımız özellikle zenciler,
Allah ne verdi ise
Bizim saklanacak bir şey yok demekteler!

Bizler Tuzla’ya giderken,




Başımızda kep,
Sadece palaska.
ABD’liler ise en az dört tam teçhizatlı araç.
Eller tetikte.
Kazara biri el çırpsa,
Ortalık bir anda kıyamet.

Bizi ise
Allah korumakta.
Bu arada,
Silahlara bir şey olmasın diye dolaba kilitlerdik.
Allah korusun,
Bizim de başımıza çuval geçirilebilirmiş.
Bu çuval,
Patates mi?
Soğan mı olurdu bilemem.

Uzaya giden ABD’nin otomatik kapı kapama aparatı;
Bir litrelik pet su, içi dolu,
Bir ip,
Bir de çivi.

Sekreterlere gelince,
Clinton’dan ders çıkarmışlar.
Yetmiş yaşında.
Ve de
Buna rağmen,
Camii yıkılsa da mihrap yerindedir türünden değil.
Ne olur,
Ne olmaz.

Kültür etkileşimi.
Biz herkese ikramda bulunuyoruz ya
Bir gün iade-i ziyaret ettik.
Dediler ki
Dolap orada.
Aç ve al.
Aradan zaman geçti.
Tekrar gittik.
Ulan biz ne yapıyorsak aynısını yapmaktalar.
Ne oldu dedik?
Kafanıza saksı mı düştü?
Dediler ki
Sizden öğrendik!

Hele
Sarıkamışlı Nizamettin mükemmel İngilizcesi ile
Ki
Onlara ders verecek şekilde idi,
Onlara bizim fıkraları anlatınca,
Hem kafaları karışıyor,
Hem de
Kahkahadan sonra
Bir daha bir daha diyorlardı.

Kulakları çınlasın, kara kuru uzun boylu
Ama biraz da
Kara Murat’ın fedaisi gibi idi.
Bir gün ABD’li asker geldi;
Elinde sıvı mesir macunu,
Kollar bilinçli sıyrılmış,
Pazılarımı görün der gibi
Demesin mi bilek güreşi?



Tamam dedi, Nizo.
Ve tutar tutmaz, tuş!
Ardından,
Ya nasıl ya?

Nizo kendini o kadar sevdirdi ki
O kadar iyi temsil etti ki
Komando marşı gibi
Karada,
Havada,
Denizde,
Yatakta,
Batakta,
Komando…

Üstteki tüm askerler İbo’nun şarkısı eşliğinde giderken, yemeğe
Tek tek,
Bizimkiler ise
Hasan Mutlucan’dan kahramanlık türküleri eşliğinde.
Anlamıyordu, yabancılar.



Siz uzaydan mı geldiniz?
Diyorlardı.
Daha ilginci,
Bizim Kahraman Türk Bölüğü,
Garnizon’un güvenliğinden sorumlu idi.
Diyorlardı ki
Ne zaman Türk Asker var,
Bizler mışıl mışıl uyumak,
Ne zaman yoklar,
Yollarını dört gözle gözlemek.
Sık sık soruyorlardı;
Ne zaman gelecekler diye?
İşte bu şekilde hissedilen Türk Askeri, nin üzerine,
Son zamanlarda neden bu kadar gidilmekte acaba?
Kendilerine mi benzetmek?
Ya da
Pis alanlarda bizi mi kullanmak?

Kore’den dolayı inanılmaz, bir saygı ve sempatileri vardı.



Bir de
Türkiye’de zamanında görev yapmışlar.
Sadece bir kişi çıktı, iyi niyeti suiistimal etmek isteyen.
Ona da gerekli dersi verdik, bir daha gelmedi.

Bizlerin ne kadar misafir sever olduğumuzu bildikleri için,
ABD Tümeni ne kadar misafir gelirse,
Hiç düşünmeden aklına geliyordu,
Zenitsa’ya götürmek.
Bazen suiistimal ettikleri de oluyordu ama

Diyorlardı ki
Biz sizle çalışmak istiyoruz.
Hem ABD’liler,
Hem de Avrupalılar…
Ama
ABD ile Avrupalılar arasında epey farklar vardı.
Belki de kıskançlıklar.
Biri diyordu, bizde para var.
Diğeri diyordu;
Sizin daha yaşınız kaç?

Bir tane Ali Baba vardı, İtalyan.
Başçavuş, göbekli.
Maskot.
Bu göbek ne diyenlere;
Kas kas kas derdi, göbek kası.
Neye koşmuyorsun diyenlere;
Ben askerim,
Asker kaçmaz diyordu.
Tam bu esnada bir İtalyan Jandarma Birliği gelmesin mi?
Karabinieri’lar…
Ulan Tuzla’da kız kalmadı be.
Bir anda nasıl tavladınız, alçaklar?

Flores vardı,
Meksika kökenli.
Zaten Latinler olmasa,
ABD, ABD olmaz.
Onlarda neşe, keder, hüzün, insancıllık, duygusallık…
Geceler vardı,
Yedi günün beş günü Latinlerin.
Müzik bir başlıyor,
Tutabilene aşk olsun.
O nasıl bir enerji,
O nasıl bir samimiyet?
İyi ki gelmişsiniz bu koca Ada’ya?
Yoksa
Ölü toprağı serilmiş, ruhsuz bir canlılar grubu mu olurdu?
Ki
Tuz ruhunda bile
Ruh varken!


Bu kadar kalabalık olur da aşk olmaz mı?
Aşk.
Karın doyuran;
Aş,
Ruh doyuran;
Aşk.

Olmaz olur mu?
Özellikle ABD’liler gelir,
Sana bir şey söylücem;
Ama kimseye söyleme diyerek başlarlardı anlatmaya;
Şunu beğeniyorum,
Ama evliyim.
Şu çok hoşuma gidiyor, ne yapayım?
Beni bilgisayar arızasına çağırdı, aniden öptüm.
Ulan Güzin Abla’mıyım ben?
Ama şunu anladım;
Birbirlerine güvenmiyorlar.
Açılmak istiyorlar ama çok temkinliler.
Söylemeseler, çatlayacaklar.
Yıllar sonra bizde aynı olduk,
Birileri birilerine benzetti, bizi maalesef.
Buna paranoya mı diyorlar?
Nerdesiniz psikiyatrlar?
Bu duruma siz el koymayacaksınız da ben mi el koyacağım?
Bu sinsilik nasıl bir hastalık?
Bana ne diyeceğim ama
Çürük elma, kasadaki diğer elmaları bozmaz mı?
Canlı varlıklar baka baka,
Cansız camlara,
Üzüm üzüme benzer misali,
Onlara benzemesinler mi?
Peki, biz kimlere benziyoruz git gide?

Bir gün Flores dedi ki
Gel beraber, kahve almaya gidelim, kafeye.
Hepimize kahve aldı ve amirine şöyle dedi;
Amirim,
Biliyorum geç kaldım ama
Neden?
Çünkü
Size kahve aldım!

Kim düşünmüşse çok iyi etmiş.
Bizim Türk Tugay’ına bağlı bir bandomuz vardı,



Aman Allah’ım paylaşılamıyordu.
Bir günleri boş değildi.
Sadece bizde olduğu için,
Herkes davet ediyordu.
Hem eğitimli hem de yetenekli oldukları için,
Nasıl da güzel çalıyorlardı?
Çaldıkları ne?
Nota!
Tüyü bitmemiş yetim hakkı çalmaktansa,
Keşke herkes nota çalsa?
Sonra öğrendim ki
Kuvvet azaltma kapsamında, bu birliği geri göndermişler,
En çok ona üzülmüştüm.

Yemekhanede ne ararsan var,
Kuş sütü eksik.



Ve parasız.
Ama hemen yan tarafta,
Donald’ın Yeri.
Burası paralı.
Ulan dedim, bu kadar yiyecek varken,
Eğer istersen ambalaja sar, dışarı çıkar, istediğin kadar,
Sen git para ile hamburger ye.
Olsa olsa
Lahmacun gözlerimin önüne gelirse anlıyorum, bu kültürü.

O kadar gıda arasında,
Tek ne var biliyor musunuz?
Yoğurt.
O da Nestle ama

Turşu gördüm, turşu.
İçimden dedim ki
Yırttık.
Tatlı çıkmasın mı?

Tavuk?
Oh dedim, bu bizi buradan terhis eder.
Ulan o da tatlı.

Bu sefer balığa korka korka yanaştım.
Bu tatlı çıkmadı.

Her sabah,
Taze portakal suyu,
Muzlar,
Adını ve tadını ilk kez hissettiğim meyveler.
Brokoli ile ilk kez, orada tanıştım mesela.
Hindistan cevizi.
Avokado gibi meyveler…


Biz çayı çay bardağı ile içeriz,
Abicim özellikle Amerikalılar, maşallah bardakları en az bir litre.
Kahve üstüne kahve.
Kahve kolik olmuşlar, resmen.
Bizim ise kırk yıl hatırı olan kahve ile asla boy ölçüşemez.

Hiç unutmuyorum,
Ayaklar masa üstünde,
Bilgisayar başında, nöbette.
Cips yiyor ama diyet, en az bir patates çuvalı kadar.
Kola içiyor, diyet en az beş litrelik.
Ulan bu nasıl diyet?

Ruslar nasıl votkasız yapamazsa,
ABD’liler de klimasız yapamaz.
İlk kurdukları;
Klima.

Bir tane savaş fotoğrafçısı vardı,
‘’Combat Cameraman’’



Biraz hafif sıyrık gibi zeytin.
Dedi ki sana bir şey göstereceğim,
Ama kimseye bahsetme.
Göstere göstere bir tane Rus uçağı, düşürülmüş.
Ne demişler,
Düşenin dostu olmaz.

Maalesef bazı amirler,
Maiyetine şunu demiş;
Türklerle görüşmeyin.
Oralara gitmeyin.
Bunu diyenler, muhtemelen bize tarihten biraz gıcıklıkları olanlar…
Bu şekilde kendisine söylenen ile hala görüşüyorum, internet üzerinden.
Ama
Şöyle demişti;
Elbette Onu dinleyecek değilim ama
Para için bu kurala uymak zorundayım.
Yoksa sözleşmemi iptal edebilirler.
Ve o elektronik postasında parayı büyük harflerle yazmıştı;
MONEY!





Şimdi efendim,
Akla şu gelebilir;
Bu yazının gezi âlemi açısından alakası ne?
Haklısınız, bir açıdan yok,
Bir açıdan var.
Zaten o şartlarda dışarı çıkmak çok zor ve riskli idi.
Bir de
Bu yazı, yaşadıklarıma dayalı gözlemler, insan ilişkileri, kültür farkları gibi



Nordpol diye bir Tugay vardı.
Polonya,
Norveç,
İsveç,
Finlandiya.
Açıkça söylemek gerekirse,
En iyi giyim kuşam bu milletlerde idi.
Bizim de yağmurluk türü parkamız çok dikkat çekiyordu.
Bu sizin mi?
Bana satar mısın?
Satsana gibi istekler olabiliyordu.



En ilginci de İskoç üniforması idi.
Etekli.
Valla o subay o kadar rahattı ki
Bacak üstüne bacak atıyor,
Sanki
Farklı olmanın tadını çıkarıyordu.
Hani bizde derler ya
Dediğin çıkmazsa etek giyecek misin?
Valla
İskoçların böyle bir derdi yok zaten.

Arjantinliler ile karşılaşınca,
Maradona diyor, gülüşüyorduk.
Bu arada,
Allah rahmet eylesin,
Trafik kazasında iki İtalyan askeri rahmetli oldu,
Trafik kazasında.

Bizim Türk Bando Birliği de geldi,
Marşlar dâhilinde,
Uğurlandılar, İtalya’ya…
Flores’in gözyaşlarını unutamam.

ABD’lilerde olmayan,
Ama keşke bizde de olsa,
Dedikleri iki sistem vardı;
Biri ‘’gönüllülük esasına dayalı ama zorunlu’’ kesilen aidatlar,
Ki bunlarla Müslüman Boşnaklara yardımlar yapılıyordu.
Diğeri de
Sağlık timlerinin köy köy dolaşarak, yaptığı sağlık taramaları
Ve katkıları.
Amerikan mevzuatı buna müsaade vermiyordu.

Biz Tuzla’dayız,
Arada bir Zenitsa’ya gitmemiz gerekiyor,
İnternetten bir form dolduruyoruz,
Kim, hangi maksatla, ne zaman, nereden, nereye gidip nasıl gelecek?
Elektronik posta ile gönder,
Ertesi günü helikopter pistine git,
İki pilot,
Bir Skorski,



Bir de bayan asker, elinde kulağa takılması gereken gürültü azaltıcı kulaklıklar…
Senden başka da kimse yok.
Üç saatlik yol, karadan,
Havadan yirmi dakika.
Akşam ise
Belirttiğin saate seni almaya gelmez mi?
Saati on bin dolar, diyorlar.

Mehmetçik gece düzenlemiş.
Türk Askeri nasıl eğlenir?
Tam bitiminde bir alarm,
On saniyede hazırlar.
Adamların ağzı açık kapılıyor.
Allah’tan sinek yok!

‘’Coin’’ yani madalya vermek moda.
Böyle bir geleneği var, ABD’lilerin.
Bizim de koyunla aramız çok iyidir, malum.
Koyun çevirir,
Koyun gibi milletiz, sessiz ve sakin.
Sesimiz hiç çıkmaz.
ABD’li Tümen Komutanı tek tek askerlere madalya dağıtıyor,
Bizim gibi yanaktan öpüyor.

Gelelim Nizo’ya,
Valla bir övdüler bir övdüler,
Diğer ülke subayları hepsi kıskandı.
Hediyeler,
Koyunlar,
Kuzular…
Daha neler, neler…

Hiç unutmuyorum;
John Baez gelmişti,



ABD’lilerin dünyaca ünlü folk müzik sanatçısı.
Moral önemli.
Askerleri eğlendirmek için ne lazımsa,
Hepsi var, yüzme havuzu hariç.
Bir spor salonu var,
Akla gelen her türlü alet.
Amerikalılar kasa çok meraklı.
Bayan erkek ha bire kas yapıp
Kolları kıvırıp pazılarıma bakın diye hava atmayı çok seviyorlar.

Kulaklarında müzik aleti,
Koşu bandında,
Aynaya baka baka,
Şurası ilginç;
Toplu sporlardan pek hoşlanmıyorlar.
Ama aynı Amerikalı,
‘’Grease’’ film müziklerindeki müzikler ile
İnanılmaz bir uyum içinde dans ediyorlar.
Ulan nerde çalıştınız, bunları diyesi geliyor, insanın.

Dım tıs, dım tıs türü müzikleri çok seviyorlar.
Farkında olmadan ha bire kafa sallıyorlar.

Soyadı Bow olan ünlü bir mezo soprano sanatçı ise



Orgazinatör görevini üstlenmiş.
Sanatçıları beraber ayarlıyorlar.
Bow’ a bizim Tatlıses’in bir CD’sini armağan etmiştim.
El mi yaman,
Bel mi yaman?

Bir gün tutturdular;
Yıldız Savaşları geliyor, aman Allah’ım,
ABD ile aynı anda vizyona giriyormuş,
Gittik ama sarmadı bizi.
Zaten Rus klasikleri hayatı anlatır, tüm çıplaklığı ile
ABD’liler ise ya yeşil bir ışık vardır ya da uzay çağı.
Biraz uçma vaziyetleri yani.

Paralı askerlik,
Parasız askerlik arasındaki farkı hissediyorsun, orada.
İliklerine kadar.
Başarı için maddiyat ile maneviyat şart.
Bana göre;
Bizim sistem çok güzeldi ama
Taviz verile verile,
Kısa dönem,
Uzun dönem,
Orta dönem diye diye bu günlere geldik.
Şahsi kanaatim;
Standart bir zaman ile herkesin aldığı eğitime göre yerleştirme.
Paralı askerliğin artıları, eksileri,
Parasız askerliğin artıları eksileri var…
İkisinin artılarından oluşan bir sistem en iyisi gibi görünüyor.
Hani manavlar en iyi elmaları en öne koyarlar,
Arkaya Allah ne verdi ise arkaya.
ABD sistemi biraz buna benziyor.
Lider kadro iyi eğitimli,
Alt kademe sadece yaptığı işi biliyor, genel kültür de biraz zayıf.

Bir başka dil öğretilmemesini eğitim sisteminde zayıf halka diyorlar.
Bak diyorlar siz ne güzel bizim dilimizi konuşuyorsunuz,
Ama biz bir kelime edemiyoruz.

Okullarda öğretilen İngilizce ile
Konuşma dili çok farklı.
Bize öğretilen;
How are you?
Konuşulan;
Hi.
Bunun gibi çok örnek var.

Askerler karşılaşınca şöyle diyorlar;
‘’Climb to Glory’’



Zafere tırman demek.
10ncu Dağ Tugayı’nın sloganı.

Her yere, ya bu Tümeni,
Ya da
First Division,



Yani Birinci Tümen’i gönderirlermiş.
Birinin sembolü; taş
Diğerinin ise at.
Bunlar da First Team diyorlar,
Yani Birinci Tim!


Fourth of July,
Yani 4 Temmuz.
ABD’nin Bağımsızlık Günü.
Yani bizim 29 Ekim.
Önce internetten araştırdım, sonra sormaya başladım;
Nedir, derin manası, bu günün?



Subaylar biliyor ama alt kademelere gittikçe;
Mağazalarda indirim var,
Alışveriş yapıcaz,
Spor kıyafetlerini giyip pikniğe gidicez.
Bir de akşam ‘’firework’’
Yani havai fişek gösterisi.
Özetlersek;
Alışveriş,
Spor,
Piknik,
Havai fişek gösterisi.
Ulan bizde okuma yazma bilmeyen çocuğa sorsan anında cevap!


Üç boyutlu sayısal harita varmış ellerinde.
İstemeyen zenci dedik,
Gele gele,
Komşular çıkmış, kuşa dönmüş bir halde geldi.
İş başka,
Aşk başka.

Ulan akşamları kafede oturmak işkence idi valla.
Ne ulan o ses öyle.
Kulaklarımızı sağır eden bir gürültü.
Türkçe anlamıyorsun,
İngilizce nasıl anlayacaksın?

Gele gele kim gelsin?
Rauf Denktaş’ın akrabalarından, bayan, komedyen.
Amerika’da yaşıyor.
Bayrağı görünce,
Doğru bize geldi.
Ne de olsa
Kan kanı çekiyor.

Koşu parkuru var,
Koşarken su ihtiyacı oldu,
Beleş sular var, koşu parkurunda.

Tahta yola yazmışlar;
Kış şartlarında kaygan olur.
Ulan ne olacaktı?

Gelenler gidenler eposta adresi veriyor,
Büyük çoğunluğu hemen geri geliyor,
Yani geçersiz.
Amerikalılar biraz böyle ilginç millet.

Gelelim cep telefonlarına.
Yeni teknoloji.
Bizde nerdeyse herkeste var.
ABD’lilerin birinde yok.
Onlar bu işi internetten hallediyorlar.
Bizler çok zengin milletiz, valla.

Voleybol maçları var,
İddialı.
Biz de katıldık ama dört kişi.
Bir Rus, bir Türk, iki de Baltıklı.
Sen altı kişilik Amerikan takımını yen?
‘’Bin atlı çocuklar gibi şendik,
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik’’

Bir insanı eğlendirecek, her şey var.
Hamburger hariç her şey beleş.
Çamaşırlar bedava yıkanıyor.
Sıcak su 24 saat.
Yatma yerleri fena değil.

Bir tane Amerikalı güzel bir bayan asker vardı,
Sadece zencilerle geziyordu,
Çikolata sever olmalı.

ABD’li Tümen Komutanı ile en sık karşılaştığımız yer;
Tuvaletti.
Tuvaletler de hiç öyle lüks değil,
Hatta oldukça dar.
Ama her zaman tuvalet kâğıdı vardı.
Hem de en az dörder dörder.
Çünkü taret musluğu yok!
Çıkışta sıvı sabun.
Ulan bir gün aksasa?



Silah kazası olmasın diye,
Doldur boşalt istasyonları var.
Binaya girişte, kim olursa olsun tetik düşürüyor.
En başta ABD’li Tümen Komutanı.
Yemek sırasına giriyor,
Rasgele bir masaya oturuyor.

Her hafta,
Köpekler karargâhta arama yapıyorlar.
Bomba var mı?

Askeri Polisler çok ciddi.
En küçük bir olayı hiç aksatmadan anında bildiriyorlar.
En ilginç gelen şey;
Nöbet süreleri uzun.
Yorgun dahi olsalar,
Nasılsın deyince,
Bitkin de olsalar, şöyle birden canlanarak,
Perfect, Excellent gibi çok iyiyim demeleri var ya!

Arada bir bizim Komutan geliyor.
ABD’li askeri polisler, ben bilmez merkez bilir diyorlar.
Yani
Herkese eşit muamele.
Kardeşim o bizi sıkar.
Gelemeyiz biz o kurallara.

Bir gün,
En uzun boylu,
Genel Kurmay Başkanları geldi.
Alaka normal.
Biri geldi, sivil.
Aman Allah’ım, o ne alaka?
Meğerse bu kişi Senato’dan gelip Kongre’ye;
Paralar şuralara harcandı,
Şu kadar daha paraya ihtiyaç var?
Yani
Parayı veren düdüğü çalıyor!

O sıralar,
Ham çökelek diye bir şarkıcı çıktı.
Flores bunu verip tercüme et demesin mi?
Ne tercüme idi be?
Tercümede en önemli şey;
Çevir yanmasın!

Yabancılarda hediye vermek kültürü pek yok.
Bizde ise maşallah.
O kadar mutlu oluyorlardı ki
Bir küçük hediye ile.

Spor kıyafetleri standart,
Çok basit.
Kurşuni atlet ve şort.
Ayakkabılar farklı.

Bizim Kahraman Mehmetçik iki saat nöbet tutuyor ama
Tam tutuyor…
Yemez,
İçmez,
Oturmaz,
Yaslanmaz,
Uyumaz,
Tüfek çapraz tutuşta, gözetler.
Onlar da ise on iki saat.
Arkalarında sırt çantaları.
İçinde çikolata,
Süt.
Meyveler…

Kafamızda çelik başlık,
Tuvalete bile onunla gidiyoruz.
Bize kalsa,
Ama misafir olunca uymak lazım, kurallara.

Bir gün günü birlik çıktık, Tuzla’ya.
Boşnak Böreği yedik.



Nasılda özlemişiz.
Bize nasıl sempatik,
Nasıl misafir sever davranıyorlar.
Ne biz yabancı gibiyiz,
Ne de Onlar bizi yabancı görüyor.
Bunda Osmanlı izleri.
Müslümanlık,
Aynı tarih,
Benzer kültür,
Ortak bağlar çok etkili.

Biz de
Fatih Sultan Mehmet’in yayınladığı fermanı çerçevelettik.



‘’Kimsenin malına mülküne dokunmayacaksınız,
Herkes ibadetinde serbest’’
Gelene gidene gösteriyor,
İsteyene de veriyoruz.
İşte bizler böyle bir milletin evlatlarıyız, diyoruz.

Eser olarak,
Osmanlı izleri her yerde.
Camiiler ile mezar başları çok dikkat çekici.


Bir tane DVD alıcam.
O zaman yeni teknoloji.
Çok pahalı.
Yaklaşık 300 dolar.
Girip çıktıkça soruyorum Boşnak Kıza.
Gelmeye yakın almaya karar verdim.
Boşnak kızı dedi ki
Dur bir dakika.
Gitti birisi ile konuştu.
Ne yaptılarsa yaptılar,
Bizim DVD düştü, birden, 50 dolara.
Bana bir jest yaptı,
Belki de tarihten gelen, bir içgüdü olmasın?

Amerikalar PX diyorlar.
Verişalış Merkezine.
Ne alıyorlarsa,
Sanki teknolojik cihazlarla o parayı bir sünger gibi geri alıyorlar.
En vasıfsız asker,
Ayda 1200 dolar gibi bir para alıyor.
Buradan kazandıkları para ile üniversiteye devam ediyorlar.

Gelelim,
ABD’ye.
Zengin bir işadamı düşünelim.
İş alanları açan,
Ve hayırsever bir iş adamını kim sevmez?
Bu iş adamı her eve burnunu sokarsa?
Diyeceksiniz ki
Ama bazı yerler öyle karışıyor ki
O zaman birilerinin bir şeyler yapması lazım.
Doğru buna ihtiyaç var.
Birleşmiş Milletler bu konuda karar almalı,
Ve uygulamalı.

Daha anlatacak çok şeyler olabilir ama
Bir anda aklıma gelenler bunlar,
Bir dahaki yazıda;
Hırvatistan’a.





Hoşgörü mizah ile başlar.


 Yazılan Yorumlar...
NEŞE
(08  Aralık 2011)
Ferudun bey,hoşgeldiniz,gözlerimiz sizi çok aradı..Negüzel bir yazı,hem etrafı tanıdık hem de o yılların askeri yaşantısından anılar,yorumlarla geçmişe gittik..Son yıllarda bu bölgenin çok geliştiğini biliyoruz,fark çok büyük...Sevgiler..
hakangeziyor
(08  Aralık 2011)
Ferudun beyin yazılarını özlemişiz. Her zamanki mizahi uslup ve keyifli bir yazı. Kaleminize sağlık...
Erdin İVGİN
(08  Aralık 2011)
Ferudun Bey, görevli olarak gittiği Bosna Hersek’in özel bir dönemini bize yansıtıyor. Yaşadıklarına dayalı gözlemlerini, insan ilişkilerini, kültür farklarını yine mizahi bir bakış açısıyla aktarıyor. Teşekkür ederiz.
Kaleminize sağlık.