Düsseldorf: Kalitenin ve Modanın Başkenti...

Cumhuriyet Bayramını Düsseldorf’ta karşılamak gibi özel bir çabam yoktu. Bizim Dursun 15 günlüğüne ailesini ziyarete Düsseldorf yakınlarındaki Velbert’e gelecekti. Olurdu olmazdı derken 28 Ekim cuma günü başlayan ve 30 Ekim pazar gecesi Lüksemburg’da son bulan program kendiliğinden oluştu zaten. Her ne kadar şehri çok çok iyi bilen Dursun’la gezecek olsam da yine de Dursun’un gezialeminde yazmış olduğu Düsseldorf: İşinize Yarayacak Önemli Bilgiler yazısının çıktısını alıp bir güzel okumayı ihmal etmedim.


Lüksemburg’da çalıştığım kurumun bulunduğu Kirchberg bölgesi, Almanya’nın Lüksemburg’a en yakın şehri olan Trier otobüslerinin de geçtiği yerde bulunuyor. Bu yüzden Lüksemburg garından trenle Düsseldorf’a gitmek yerine bir değişiklik yapayım dedim ve önce Trier otobüsüne bindim. Otobüs, bizim normal olarak kullandığımız şehir içi duraklardan yolcularını toplayarak gidiyor. Hafta içi yoğun saatlerde neredeyse her 15-20 dakikada bir karşılıklı otobüs bulmak mümkün. Zira önemli sayıda insan Trier ve civardaki Alman şehir ve kasabalarında yaşıyor ve gün içinde çalışmak için Lüksemburg’a geliyor. Aynı şey Fransa ve Belçika için de söz konusu olduğundan yerleşik nüfusu yaklaşık 90.000 olan Lüksemburg şehri hafta içinde 250.000 kişiyi ağırlıyor. Ne büyük fark ama değil mi?



Lüksemburg-Trier arası tek yön, iki saat geçerli otobüs bileti fiyatı 4 €. Eğer bu bileti tüm gün için geçerli alırsanız 7 € ödüyorsunuz. 17.10’da bindiğim otobüs saat tam 18.00’de Trier merkez tren istasyonuna birkaç dakikalık mesafede bulunan son durağına beni bıraktı. Daha önceden biletini aldığım (%25 kart indirimi ile yaklaşık bir ay önce alınmış Trier-Düsseldorf bileti 19,50 €) Koblenz treni tam saati olan 18.13’te hareket etti. Almanların bu dakikliği ve disiplini beni her zaman hayretler içinde bırakmıştır zaten. 19.40’ta vardığımız Koblenz tren istasyonunda kendime bir kahve alarak (1 €) 20.12 trenine bindim. Önümüzdeki dönemde Mousel ve Ren nehirlerinin buluştuğu “Almanya’nın Köşesi” Koblenz’e de bir gün ayırmak farz olmuştu.

Bonn ve Köln istasyonlarında indi-bindiler yapıldıktan sonra saat 21.32’de Düsseldorf merkez tren istasyonunda beni bekleyen Dursun’la sarılıp sarmalandık. Yaklaşık bir ay sonra O’nu görmek içimi kıpır kıpır etmişti. Ne de olsa en son İzmir’de görüşmüştük. Sanki bende İzmir’e gelmişim de O’da beni karşılamış gibi hissettim. Sıla özlemimi başladı nedir…



Arabaya atlayıp Düsseldorf’a yaklaşık 20 km. uzaklıkta bulunan Velbert kasabasına geldik. Velbert, yaklaşık 90.000 nüfuslu, Türklerin oldukça fazla bulunduğu bir kasaba. Fatma teyze ile Mehmet amca beni muhabbetle karşıladılar. Birkaç gün sonra Türkiye’ye gidecek olmalarına rağmen o telaş arasında ben geliyorum diye hazırlanmış olan kuru fasulye ve bilumum diğer şey son bir aydır yediğim en güzel yemekti. Almanların disiplinine hayret ediyorum ama bizim de bu insanlığımız yok mu bitiriyor işte beni…Biraz sohbet, çay faslı derken gece yarısı yattığım yeri çok beğenmişim…
----------------------
Sabah kahvaltısını Dursun’un kız kardeşinin evinde mükellef bir masada yaptıktan sonra artık Düsseldorf’u keşfetmenin zamanı gelmişti. Saat 11.00 gibi arabayla yola çıktık ve havaalanına yakın bir ilçe olan Rath’da arabayı ücretsiz yere park ederek S-Bahn denen banliyö trenine bindik. Düsseldorf’ta tek yön bilet 1,80 €. Günlük bilet ise 5,50 €. Üç ila beş kişiyseniz 12,20 €’luk günlük biletle herkes seyahat edebiliyor. Benelüks ülkelerindeki tren biletleri gibi: Ne kadar kalabalık o kadar ucuz…Hani “nerde çokluk orda….” diyorlardı? Yalan işte görüyorsunuz…



Yaklaşık on dakikalık kısa bir yolculuktan sonra saat 12.30’da Düsseldorf merkez tren istasyonuna (Hauptbahnhof) ulaştık. Bir önceki akşam günün yorgunluğundan olsa gerek dikkat edememişim ama şehrin zenginliği ve güzelliği daha tren istasyonundan belli oluyor. Aç olmamamıza rağmen Dursun’un teklifiyle tren istasyonundaki Brezel Bub’dan birer adet küçük brezel aldık (tanesi 50 cent). Brezel dedikleri şey bir tür tuzlu simit. O kadar kalabalık bir sıra var ki anlatamam. Öyle ahım şahım bir şey de değil bence. Hatta sıcak aldığımız için içi hamur bile diyebilirim.

Tren istasyonunun önündeki Konrad Adenauer Meydanına çıkar çıkmaz komik görünüşlü fotoğraf çeken adam heykeliyle şehre merhaba dedik. Meydanın civarında o kadar çok Türk restoranı ve dükkanı var ki anlatamam. Anadolu Kebap, Restaurantalya hemen ilk gözüme çarpanlar. Bir süre civardaki Türk telefoncuları dolaştık. Zira Lüksemburg’a geldiğim ilk hafta sonu yere düşen telefonumun ekranı açılmıyordu. Ekran değişimi için en az 90 € fiyat verdiler ama daha da kötüsü parçanın tedarik edilip takılması bir haftayı bulurmuş. Artık bu işi Türkiye’ye bırakmaktan başka çare kalmayınca Düsseldorf’un keyfini çıkarmaya başladık.,

Ren Nehri kıyısına kurulmuş olan Düsseldorf, Kuzey Ren-Vestfalya eyaletinin başkenti. Yaklaşık 600.000 nüfusa sahip. Temel olarak aynı Milano gibi bir moda ve fuar şehri, bu yüzden de zengin ve Almanya şartlarında pahalı denebilecek bir şehir. Avrupa’nın en önemli alışveriş caddelerinden birisi olarak kabul edilen Königsallee Düsseldorf’un en popüler yerlerinden bir tanesi. Çok fazla zamanımız olmadığı için mümkün olduğu kadar kapalı alanlara girmemeye karar vermiştik.



Graf-Adolf Caddesi boyunca ilerledikten sonra meşhur Königsallee tabelasını görünce sağa dönüş yaptık. Almanların kısaca “KÖ” diye adlandırdıkları caddenin bir tarafında dünyanın en ünlü markalarına ait dükkanlar sıralanıyor. Diğer tarafı ise daha çok finans kurumlarına ayrılmış. Bana göre caddeyi güzelleştiren ise ortasında uzanan kanal ve kanalın her iki tarafındaki yüksek ağaçlar. Cadde şimdiki görüntüsüne 1804 yılında kavuşmuş. Cadde boyunca iki farklı köprü var. En popüler köprü meşhur Triton Çeşmesinin hemen yanında yer alan minik Girardet Köprüsü.

Lüks dükkanlardan ilerleyerek sağa doğru Königstrasse’ye döndük ve Johannes Kilisesinin bulunduğu Martin-Luther Meydanına çıktık. 19. yüzyılın sonlarında tamamlanan kilise şehirdeki ilk Protestan kilisesiymiş. Erken İtalyan rönesans mimarisine sahip kilise çok sade ve hoş görünüyor. Zaten bu Protestan kiliselerinin sadeliği ve şatafattan uzaklığı beni her zaman etkilemiştir. Meydanın ortasında Almanya’nın ilk şansölyesi (Başbakan) Otto von Bismarck’ın 1899 yılına tarihlenen heybetli bronz bir heykeli de bulunuyor.



Tekrar meşhur caddeye çıktık ve köprünün hemen yanı başında bulunan Triton Çeşmesinin dibinden arka planın ve kanalın fotoğrafını çektim. Kanala doğru ilerleyerek bu sefer de çeşmenin fotosunu aldım. Artık istikamet Düsseldorf’un en popüler yeri olan Altstadt, yani eski şehirdi. Heinrich-Heine Alle’yi geçip Flingerstrasse’den eski şehre adımımızı attık. Dar sokaklar, eski kiliseler, Ren Nehrinin güzelliği, sıra sıra barlar ve eğlence mekanları ile Avrupa’nın en meşhur yerlerinden birisi olan Altstadt cumartesi öğlen saatlerinde oldukça kalabalık. Altstadt, sıra sıra uzayıp giden barlarıyla kimine göre “dünyanın en uzun ve büyük birahanesi”. Diğer Avrupa şehirleri gibi saat 19.00’dan sonra hayatın bitmediği yerlerden birisi.



Caddeyi tamamladığımızda eski şehir bölgesinin en ilginç yerlerinden birisine ulaştık: Rheinstrasse. Zaten daha yaklaşırken Dursun’a ileride ne olduğunu sordum. Festival ve özel günler hariç dünyanın en büyük sokak birahanelerinden birisinin içine düşüverdik. Düsseldorf’un meşhur Alt birasının birkaç önemli markası var. Bunlardan bir tanesi de Uerige. İşte bulunduğumuz yerin dört bir tarafı Uerige biralarının üretildiği ve sokakta da satıldığı birahane. Yüzlerce insan sokakta bira içiyor. Kimi masalarda, kimi ayakta, garsonlar sürekli küçük bardaklarda daha çok siyah renkli biraları servis ediyorlar. Özellikle bizim gibi turistler de bu ortamın fotoğrafını çekiyorlar. Bunun yanında hazır kalabalığı bulmuşken biz de kendi yeteneklerimizi sergileyip bahşişlerimizi kapalım diyen sokak performansçıları da eksik değil. Alt birasını denemeyi daha sonraya bırakarak gezimize devam ettik.



Markstrasse’den devam ettiğimizde aynı isimli görkemli meydana çıktık. Meydanı güzelleştiren en önemli şey 1570’lere tarihlenen belediye binası (Rathaus). Rathaus, farklı dönemlere ait üç değişik binadan oluşuyor. Meydanın ortasında, Rathaus’un önünde ise elektör Jan Wellem’in atlı heykeli bulunuyor. Wellem, bölgenin önemli prenslerinden birisiymiş. Aynı zamanda Bavyera Dükü. Bazı kaynaklara göre Kuzey Alp’lerin en güzel atlı heykellerinden birisi olarak gösteriliyor.

Meydana çıkan Kurzestrasse’den devam ettik. Yaklaşık 150-200 metrelik bu caddenin tamamı sağlı sollu birahane, restoran ve barlarla dolu. İşte bu tarz sokaklardan dolayı Altstadt’a “dünyanın en uzun birahanesi” sıfatını verdiklerini söyledi Dursun. İlginç bir ortam, yüzlerce insan ya bira içiyor ya da yemek yiyor. Hani bizim Nevizade tarzı bir yer. Ama bizim Nevizade ve benzeri sokaklar bence daha samimi ve daha güzel. Bu arada bizim Doy Doy Dönercisi de caddedeki yerini almış.



Caddenin sonundan sola dönerek yine popüler bir yerel pizzacının (Lupo) yanındaki sokaktan devam ettik. İlerlerken rastladığımız St.Andreas Kilisesini de şöyle bir fotoğrafladıktan sonra bu sefer diğer meşhur Alt biralardan birisini üreten Im Fücshchen’in yerini gördük. Biraz daha ilerlediğimiz de ise eski şehrin önemli kiliselerinden birisi olarak kabul edilen Kreuzherren Kilisesini gezdik. Kilise 15. yüzyılda yapıldıktan sonra başına gelmeyen kalmamış: Önce bir ahır olarak, daha sonra bir depo ve en ilginci de vergi toplama bürosu olarak kullanılmış. Gotik kilisenin yapıldığı döneme ait resimler çok etkileyici.

Yavaş yavaş bir süredir ara sokaklardan gözleyebildiğim Ren Nehri’nin kenarına geldiğimizde manzara gerçekten çok etkileyiciydi. İçinden su geçen şehirlerle ilgili düşüncelerimi yazılarımı takip edenler bilirler. Ren Nehri, Düsseldorf’ta da ağır ağır salınıyor. Sanki yetişeceği onlarca şehir yokmuş gibi. Hiç de öyle küçük değil, eni de oldukça geniş. Ren’in güzelliklerine dalmadan önce hemen yanı başında yer alan St. Lambertus kilisesini gezdik.



Tuğla duvarları, görkemli ve ilginç kulesiyle 14. yüzyılın tüm güzelliğini yansıtan kilise Düsseldorf’un önemli simgelerinden birisi olarak kabul ediliyormuş. İlginç diyorum zira kulenin üstündeki ahşap bölme Pisa kulesi gibi yamuk duruyor. Çok farklı söylemler olmakla birlikte en mantıklı olanı kulenin ahşap tarafı inşa edilirken kullanılan tahtaların nemli olması ve kuruduktan sonra böyle yamuk bir görüntü vermesi. Kilisede Düsseldorf’un koruyucu azizi olarak olarak kabul edilen St. Apollinaris’in kemikleri de muhafaza ediliyormuş. Ayrıca dışarıdaki Hz. İsa heykeli de ilginç bir görüntü veriyor.

Bulunduğumuz yerden Ren ve karşı kıyıların, tv kulesinin manzarasını seyretmek çok büyük keyif. Yaklaşık 16 dereceyi bulan güneşli havada da bu keyif artıyor tabi. Nehir kenarına yürüme ve bisiklet yolu yapmışlar. Dursun’un anlattığına göre 1990’ların ortalarına kadar şu anda yürüdüğümüz yerde araç yolu varmış. Kapatmışlar, son teknolojiyi kullanarak yolu aşağıya tünele almışlar ve burayı upuzun bir yürüme yolu yapmışlar. Ekonomik boyutu hayli yüksek olan bu tercihte bulundukları için helal olsun adamlara. Bu yürüyüş ve bisiklet yolu Düsseldorf’luların en büyük hayallerinden birisiymiş. Bir tür “Ren Nehrine Dönüş” de diyebiliriz yani. Bu yüzden açılışında bir milyondan fazla insan toplanmış.



Biraz daha ilerleyince eski şehrin bir diğer önemli meydanı kabul edilen Burgplatz’a ulaştık. Meydanın ortasında bir kule var. Dursun’un söylediğine göre Denizcilik Müzesi imiş (SchifffahrtMuseum). Yangın geçiren tarihi Düsseldorf Kalesinin ayakta kalan son parçası bu kuleymiş. En üst katında bulunan kafeden de çok güzel manzarası varmış. Vaktimiz olmadığı için gezemedik ama öğleden sonraları açık olan müzenin giriş ücreti 3 €.

Burgplatz, Ren Nehrinin keyfini çıkarabileceğiniz pek çok alternatifi bir arada sunuyor. Nehre doğru giden uzun merdivende ya da sıra sıra kafelerde veya kıyıya demirlemiş teknelere oturup akıp giden Ren’i seyredebilirsiniz. Seyretmek size yetmezse hemen oradan hareket eden gezi teknelerine binerek 45-120 dakikalık bir yolculukla Düsseldorf’un ve Ren’in güzelliklerine dalıp gidebilirsiniz. Tekne turu fiyatları süreye ve teknedeki hizmete göre 6-12 € arasında değişiyor. Bu arada kafelerde fiyatların hiç de ucuz olmadığını söylemem lazım.



Altstadt’ı terk etmeden yapmamız gereken son bir şey daha kalmıştı: Meşhur Alt birasını denemek. Yeniden daha önceden bahsettiğim Uerige’in bulunduğu sokaklara taşan birahaneye geldik. Dursun bana hemen bir tane siyah olanından aldı. Küçük bardakta gelen siyah bira açıkçası çok hoşuma gitmedi. Değişik bir acılık var. Bu arada bu biranın bulunduğumuz mekandaki mahzenlerde üretildiğini anlattı Dursun. Yani bir tür taze bira içiyoruz. İnternetten yaptığım araştırmaya göre Alt birası, koyu renkli buğday ve arpa maltının birlikte kullanıldığı, acılığı yüksek ve sert içimli bir bira tipiymiş. Mayası Pilsener ve Lager türü biralardan farklı olarak yüzeye yakın bir yerde, oda sıcaklığına yakın derecelerde fermente olurmuş. Adının “eski” olmasının sebebi de bira çözütünün fermantasyon yönteminin eski olmasındanmış. Sonuç olarak damak zevkime pek uyduğunu söyleyemem ama kişiye göre değişir elbette. Bu arada küçük bardak (25 cl) alt birası 1,80 €, bir büyüğü ise 2,70 €.



Kahvaltıyı geç yaptığımız için saat 15.00 olmasına rağmen çok da acıkmamıştık. Ama Dursun meşhur Hollanda patatesçisi Frietjes and More’a uğrayalım deyince azılı patatesçi ben hayır diyemedim tabi. Bol soğanlı, curry ketçaplı orta boy patatesleri (tanesi 3,50 €) afiyetle mideye indirirken böyle bir patates dükkanını Türkiye’de beş dakikada kurduk ve bir sene içinde de köşeyi dönüverdik.

Carlsplatz’daki yarı kapalı Pazar yerini de gezdikten sonra Altstadt’ın şirin ve kalabalık dar sokaklarında amaçsızca dolaştık. Daha sonra Heine Platz’daki metro durağından U 74’e binerek programımızdaki bir diğer yer olan Schloss Benrath’a ulaştık. Giriş bölümünde ön tarafta bulunan büyük havuzla başlayan Benrath Sarayı ve arkasındaki park 1756-1773 yılları arasında Elektor Carl Theodor tarafından yaptırılmış. Avrupa’nın pek çok şehrindeki popüler saraylarda olduğu gibi bunun da çıkış noktası bir av sarayı. Zaten bu Avrupalılar yıllarca hayvanları hallettikten sonra akıllanmışlar da şimdi sürekli hayvan haklarından bahsediyorlar. Bir tür vicdan azabı olsa gerek :)



Pembe rengin hakim olduğu Saray üç ana parçadan oluşuyor: ortadaki ana bina asıl yaşam alanı olan saray, yani orijinal adıyla “Corps de Logis”. Burası yılın belirli dönemlerinde rehberli gezilen ve Elektor’un yaşamından kesitler sunan bir tür müze. Havuzu arkanıza ana binayı da tam karşınıza aldığınızda solunuzda kalan bina Avrupa Bahçecilik Tarihi Müzesi (Museum of European Farden History) ve sağınızda kalan bina ise Doğal Bilimler Müzesi (Natural Science Museum). Son iki müzeye tek giriş ücreti 5 €, ana binaya ise 7 €. Tüm müzeleri kapsayan kombine bilet ise 10,50 €.



Saray ana binasının arkasında yer alan park sanki uçsuz bucaksız. Estetik ve eminim her birisi farklı anlamlar taşıyan heykeller, alabildiğine yeşil, simetrik ve düzenli dikilmiş bakımlı ağaçlar, yaklaşık 400-500 metrelik ince uzun bir havuz ve etrafında güneşli sonbahar gününün son demlerinin keyfini çıkaran insanlar. Parkta gezerken Dursun, çok yıllar önce bir kez buraya gezmeye geldiğini, neredeyse unuttuğunu anlattı bana. Hepimiz öyle değil miyiz zaten? Ankara’nın yarısını bilme kalk gel Düsseldorf’da ahkam kes…İnsanoğlu, kuş misali…



Park keyfimizle beraber saat 17.00’yi geçmişti. Son olarak Media Harbour denilen liman bölgesine gitmek, Ren Kulesine çıkarak şehre şöyle kuşbakışı bakmak kalmıştı. Parktan çıkar çıkmaz merkeze giden 701 no’lu tramvayın geldiğini görünce sevinçle bindik hiç zaman kaybetmediğimizi düşünerek. Keşke binmeseydik. Tramvay gitti, üç durak sonra yolda çalışma var diye durdu. Bizi otobüse aldılar. Neyse artık otobüsle merkeze gideriz dedik, olmadı. Otobüs de gitti üç durak sonra durdu ve şoför karşıdan tramvaya binin dedi. İyi de nerdeyiz bilmiyoruz ki? Öyle böyle derken 20 dakikalık yolu bir saatten fazla zamanda aldık ve televizyon kulesine geldiğimizde artık hava kararmaya başlamıştı.



1979-81 yılları arasında inşa edilen 240,5 metre yüksekliğindeki Ren Kulesi Düsseldorf’un en yüksek yapısı. Şehri kuş bakışı seyredebildiğiniz kafeteryalı kapalı platform 168 metre yüksekliğinde. Onun bir üstündeki katta 172 metrede ise bir restoran bulunuyor. Asansörle çıkıp manzarayı seyretmek isterseniz adam başı 3,80 € ödüyorsunuz. Gerçekten hoş bir manzara karşılıyor bizi. Hatta eğimli camlardan yaptıkları için düşecekmiş zannedip çok fazla da yaklaşamıyorsunuz. Dursun, elinden geldiğince şehri yukarıdan tanıtmaya çalıştı. Gün içinde gezdiğimiz bazı yerleri ben de çok net biçimde ayırt edebildim. Elbette buradan çok farklı görünüyor. Camlı alan elverdiği ölçüde fotoğraf çektik. Bu arada kulenin hemen yanı başındaki heybetli Kuzey Ren-Westphalia Parlemento binasının çatı bölümü de çok küçük kalıyor.

Artık akşam olmuştu. Bir günde Düsseldorf gibi bir şey ne kadar gezilebilirse biz de o kadar gezmiştik. Belki gezimize akşam da devam edebilirdik ama Velbert’e giderek Fatma teyzemin güzel yemeklerinden yeme zamanı gelmişti…

Seyahatle kalın…





 Yazılan Yorumlar...
Erdin İVGİN
(02 Ocak 2012)
Gezialemini ziyaret eden tüm arkadaşlarımızın yeni yılını kutlarım. Hakan yine yapmış yapacağını... Bize Düsseldorfu keyifli ve ayrıntılı bir şekilde tanıtmış. Teşekkürler Hakan Kalemine sağlık...
hakangeziyor
(31  Aralık 2011)
Herkesin Yeni Yılını kutluyorum...
NEŞE
(30  Aralık 2011)
Önce Tüm Gezialemi dostlarıma güzel bir yeni yıl,sağlıklar ve mutluluklar diliyorum...Sonra da Hakan ın güzel gezisini içime sindiriyorum..Yıllar önce (cep telefonu öncesi)gece saatlerinde Düsseldorf sokaklarında dolaşırken,ünlü moda tasarım vitrinlerinin önünde uzak doğulu kopyacıların ürünlerin fotografını gizlice çektiklerini görmüş ve çok şaşırmıştım,Königsallee çevresindeki şık dükkanlar gerçekten göz kamaştırıyor..Şehrin bierhaus ları tarafınızdan keşfedilmiş görünüyor,bu konuda daha fazla tavsiye alabiliriz...Bilmediğim yöreleri de sizden öğrendik,teşekkürler Hakan...