Arabamla Afrika - Suriye : 2 (Lazkiye-Hama-Palmyra) | |
Öğlen saatlerinde Halep’ten Lattakia’ya (ya da Suriyeli'nin dediğiyle al-Lathiqiya, bizim bildiğimizle, Lazkiye) doğru yola çıktım. Bu taraflarda halâ ağustos böcekleri ötüyor. Akdeniz kıyısına, Ansarriya (ya da an-Nusarriya) dağlarını aşıp da indiğinizde sesleri biraz kısılıyorsa da, Ekim sonlarında bile hala ötüyor olduklarına göre, Suriye'de onlara "ağustos böceği" demiyorlardır herhalde. Dağları aşıp da Lattakia'ya doğru sallandığınızda, Akdeniz'den doğru hafiften ürpertici bir esinti başladı. Anlaşılan, Akdenizliler bu sıralarda biraz ıslanıyorlar. Benim de "Akdeniz kıyılarında kamping" hayallerim suya düştü. Halep'ten, St. Simeon manastırını/kalesini görmek için kuzeye doğru hareket etmek üzere Perşembe günü saat 12:00 sıralarında ayrıldığımda, Azaz-Kilis çıkışını bulabilmek için şehrin varoşlarında yaklaşık yarım saat tepinmek zorunda kaldım. Halbuki, sonradan farkettim ki, GPS haritamda, Kilis çıkışı kabak gibi meydanda ve zavallı alet onu gözüme sokabilmek için çırpınıp duruyor. Her neyse. Yola koyulduktan sonra tabelaları pür dikkat takip ediyorum ki, St. Simeon'a dönüşü kaçırmayayım. Ancak odometrem neredeyse Kilis'e varacağımı söylüyor olmasına rağmen yolda Latin alfabesiyle yazılmış tabelaların hiç birisinde St. Simeon diye bir ibare göremedim ve sonunda anladım ki (Kilis'e varmadan), yol ayrımını geçmiş bulunuyorum. Yapacak en doğru iş, yukarıdan dolaşıp, diğer yoldan, diğer St. Simeon yol ayrımını aramak. Ben de öyle yaptım. Yaptım ama, bu sefer keskin virajlı dağ yollarında, ustalığını kanıtlamak isteyen Suriyeli pilot..., pardon, şöförler, olması kaçınılmaz bir kazayı nihayet gözlerimin önünde gerçekleştirdiler ve yol yaklaşık 1.5 saat trafiğe kapandı. Heyecanlanmayın canım, fazla birşey yok. Yalnızca, 180 derecelik virajların ve %20-30 civarında eğimin olduğu daracık bir yolda, karşıdan bize doğru "ilerlemeye" çalışan bir biçerdöğere, önce beni ve arkasından iki kamyonu sollayan (sollamaya çalışan) bir midibüs çarptı. Hasar, böyle bir "görünür", hatta o da yetmez "gözünün içine sokulur" bir kaza için bedavadan da ucuza atlatıldı. Ölü ve yaralı da yok... Bu yetmezmiş gibi, arkadan gelenler (ve karşı yönde arkadan gelenler de tabii) çam ağaçları ve kayalarla dolu yolun her iki tarafında, kendilerine, gözlerine kestirdikleri "oyuklar"dan yol bulmaya çalışınca ortalık bir savaş alanına döndü. Yol zaten kilitli, etrafta kayalara takılıp kalan araçlar, patinaj yaptıkça daha fazla toprağa gömülenler, sürekli korna sesleri... Arabayı stop ettim, müziğin sesini sonuna kadar açtım, buzdolabından kendime soğuk bir içecek çıkardım ve canlı filmi seyretmeye başladım. Bir saat sonra kan-ter içinde bir polis memuru yaya olarak olay mahalline intikal etti. Yaklaşık yarım saat de onun yolu açma çalışmalarını izledikten sonra film sona erdi, yola koyulduk. Çevreye saplanıp kalan çeşitli maceracıları kurtarmak da herhalde birkaç saat sürmüştür. St. Simeon Manastırı/Kalesi Diyeceksiniz ki; "Hani daha once hem tarihi kalıntıları ziyaretten pek hazzetmem, diyorsun, hem de St. Simeon'a gidiyorsun. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?". Haklısınız da, "özellikle görülmesi tavsiye edilmedikçe..." diye bir şerh olduğunu da unutmayın. Suriye'de de özellikle tavsiye edilen ve bu kategoriye giren üç yer var: St. Simeon Manastırı/Kalesi, Krak de Chevalier ve Palmyra kalıntıları. Bu üçünü liste dışına çıkaranlara pek iyi gözle bakmıyorlar. Ben de iyi çocuk olup, bunları listeme dahil ettim. St. Simeon'u dahil etmemin asıl nedeni, hikayesinin ilginçliği, size de anlatayım: St. Simeon M.S.392 yılında bir çobanın oğlu olarak dünyaya gelmiş. Küçük yaşta kendi iradesiyle manastır yaşamını tercih etmiş ama, bir süre sonra manastır da onu tatmin etmez olmuş. Kendini dünyevi hertürlü temastan uzaklaştırmak için ıssız bir dağda, bir mağaraya inzivaya çekilmiş. Onun bu aşırı dindarlığı bir süre sonra çevrede duyulmaya başlamış. Hazır ayaklarına kadar gelmiş böyle bir fırsatı kaçırmak istemeyen çevre sakinleri de, onun gibi bir hazret tarafından kutsanırız ümidiyle, mağarasını ziyaret eder olmuşlar. İnsanların, onun münzevi hayatını bozmasından rahatsız olan Simeon da, kendisini onların dokunuşlarından kurtarabilmek için önce 3m yüksekliğinde bir sütun yaptırıp, onun üzerinde yaşamaya başlamış. Fakat insanların içindeki bastırılamaz "St. Simeon Hazretleri tarafından kutsanmak" hırsına bu 3m'lik yükseklik bana mısın dememiş tabii. Simeon da, daha yüksek sütunlar yaptırarak bu işi çözmeye çalışmış. Her seferinde, hayranları daha yükseğe ulaşmanın yöntemlerini keşfettikçe, o daha da yükseğini yaptırıp onun üzerine sıçramış. Yaklaşık 40 yıl boyunca tünediği bu sütunlardan sonuncusunun 18m yüksekliğinde olduğu söyleniyor. "söyleniyor" diyorum, çünkü, şimdiye ayakta kalamayan en önemli "yapı" o. Sebebi de, yüzyıllar boyunca, buraya hac için gelenler tarafından anı olarak koparılanlardan geriye sadece bir kaya parçası kalmış(mış). St. Simeon 459 yılında öldüğünde, belki de 5. yüzyılın en meşhur kişisiydi, diyor kitaplar. Naaşı, o zamanın en büyük Hristiyan merkezlerinden birisi olan Antioch'a (bugünkü Antakya) götürülmüş ve gömülmüş. Daha sonra, tüneğinin etrafına görkemli bir kilise yapılmış. Çağının en büyük kilisesi olduğu söyleniyor. Günümüze kadar oldukça temiz olarak korunabilmiş. Hacılar, Simeon'un tüneğini didiklemekten, kiliseye fazla dokunmamışlar, anlaşılan. Şimdii, anlattıklarımdan bütün bunları gördüğümü zannedeceksiniz, değil mi? Maalesef yanıldınız. Bunlardan sadece, manastıra giden eski yolun başındaki tâkın kalıntısını görebildim. Niye derseniz, e Ramazan ya! Meğer Ramazan'da kapıları saat 15:00'te kapatıyorlarmış, 16:00 yerine... Ben de saat 15:20'de orada olduğum için, ancak "dış kapıyı" görebildim. Neyse, tünekten de eser kalmamış zaten. Haa, az kalsın unutuyordum. Sonuncu 18m'lik tünekte yaşarken hazret, gece aşağıya yuvarlanıp düşmemek için sütunun üstüne bir demir ray yaptırmış. Boynundaki demir çemberden, kendisini zincirle o demir raya bağlıyormuş... Lattakia (Lazkiye) St. Simeon hezimetinin ardından, yol ayrımı olan Edlib'e (ya da Idlib) tam iftar saatinde girmem, şehrin girişine kadar Latin alfabeleriyle desteklenmiş yol tabelalarının şehir içinde bir anda tümüyle Arapça'ya dönmesi ve iftar saati olması nedeniyle yolu soracak bir Allah'ın kulu bulamamam sonucu, Halep'tekine benzer bir debelenme de burada yaşadım. Sonunda bulabildiğim bir "Allah'ın kulu" taksiciye taksi parasını verip, önüme düşüp bana yol göstermesini istedim de, Edlib hezimetini de "hezimetler dosyası"na gömebildik. Kıvrıla kıvrıla çıkıp, yine kıvrıla kıvrıla inerek aştığım Ansarriye Dağları'ndan sonra Lattakia'ya girdim. Girdim ve çarpıldım. Karanlık bir liman şehri beklerken, neredeyse Beyrut'a bile taş çıkartacak canlılık ve hareketlilikte bir Doğu Akdeniz kenti çıktı karşıma. Her taraf modern binalarla dolu, ışıl ışıl, sokaklarda kızlı-erkekli gençler, caféler, barlar... Virajlı dağ yollarını karanlıkta geçmiş olmanın verdiği yorgunluk olmasa birkac saat takılınabilirdi ama, göz kapaklarıma oturan şişman uyku melekleri bana bu şansı pek verecek gibi gözükmüyorlardı. Kendime, "tavsiye edilenler" listesinden birkaç otel peyleyip sırayla dolaştım ve sonuncusunun sürünerek çıkabildiğim merdivenlerinde artık en iyisinin o olduğuna kendimi inandırmaya çalışıyordum. Lattakia, Suriye'nin en büyük liman kenti. Bu özelliği ona, zamanında dış dünyaya açık olabilmeyi ve paranın aktığı bir kapı olmanın verdiği ayrıcalıkları sağlamış. Dolayısıyla, her zaman Suriye'nin farklı bir yüzü olma özelliğini korumuş. Şehrin denizle olan bağını kopartan liman tesisleri, turistik yapılaşmanın tümüyle şehir dışına kaymasına neden olmuş. Milattan önce en az 1,000 yıllık bir geçmişi olan Lattakia, tarih boyunca birçok kez el değiştirmiş, Haçlı seferleri sırasında ağır hasara uğramış, depremler yaşamış. Ama hep canlı bir liman kenti olarak kalmış. Her nekadar Osmanlılar zamanında -diğer Osmanlı Akdeniz limanlarının gölgesinde kalmış olması nedeniyle- bir duraklama devri yaşamışsa da, Suriye'nin, özellikle Antakya'nın Türkiye'ye iade kararından sonra burasını en büyük limanı yapma kararı alması, eski canlılığına yeniden kavuşmasını sağlamış. Ertesi günün tatil (Cuma) olmasından da istifade biraz fazla (08:30'a kadar) uyudum. Şehirde ve şehir çevresinde (sahil şeridi boyunca) kısa bir tur atıp Lattakia'dan ayrıldım. Tatil günü, bir önceki gecenin canlılığından eser yoktu. Herkes gecenin yorgunluğunu atıyor olmalı. Hedefim, sahilden Tartus. Yolda Qala'at Marqap'a da (Marqap Kalesi) uğrayacağım. Tartus/Tartaus/Tortosa Tartus, Suriye'nin ikinci büyük liman kenti. Sakin bir kent. Liman olma avantajlarının büyük bir kısmını Lazkiye kullandığı için, Tartus'a çok fazla birşey kalmamış. Sahilde birkaç balık lokantası ve kahvehane dışında oturacak bir yer yok, örneğin. Balıkçılık yapıldığı için, balık lokantaları var ama, iyi balıkların hepsi Lübnan'a -daha çok para ettiği için- gönderildiğinden, burada kalan balıklar genellikle "gönderilemeyenler"den... Yine de ilk akşamı balık ve salata ile açtım. Kentin en ilginç yeri Eski Şehir. Etrafı, bir kısmı yıkılmış ya da Tartus'un son sakinleri tarafından "ufak" değişikliklere uğratılmış, Haçlılar tarafından yapılmış surlarla çevrili olan bu kısım, küçük bir meydan ve etrafına sıkışmış yapılardan oluşuyor. Tartus adı, şimdiki ismi Arwad olan ve kıyıdan yaklaşık 3.5km uzakta bulunan eski Arados adasına karşı olması nedeniyle Antarados'tan (Anti-Arados) geliyormuş. Tartus (eski adıyla Antaradus) Finikeliler tarafından kullanılagelmiş Arados Adası'na hizmet sağlamak için kurulmuş, ilk başta. Ancak Bizanslılar'ın eline geçmesiyle, kentte yaşayan Hristiyan halk Arados'lu dinsizlere karşı daha çok benimsenmiş ve kentin adı bir süre Constantina olarak değişmiş. Bizans imparatorluğundan sonra Araplar'ın ve daha sonra da Haçlılar'ın eline geçen şehrin ismi Tortosa olmuş. Memlûklular'ın 2 saldırısına dayanabilen Haçlılar daha fazlasına canlarının yetmeyeceğini anlayınca Arados Adası'na çekilmişler. Burada, 12 yıl boyunca bir garnizon olarak kaldıktan sonra da Kıbrıs'a doğru yola çıkarak adayı ve dolayısıyla Tartus'u terketmişler. Tartus'taki ikinci günümü Krak de Chevalier'yi gezmek üzere ayırdım. Daha önce de bahsettiğim gibi, Suriye'ye gidip de Krak de Chevalier'ye gezmemek, Hacca gidip de Kabe'yi görmemekle eşdeğer, "seyyah" gözünde. Bu nedenle, görevimizi yerine getirmek için bir günümüzü bu amaçla ayırdık. Krak de Chevalier (Qala'at al-Hosn) Krak de Chevalier, Tartus-Homs (bizdeki adıyla Humus) karayolunun ortalarında bir noktadan kuzeye sapıldıktan sonra yaklaşık 10km tırmanan bir dağ yolu (asfalt) ile gidilen, çevredeki en hakim tepe üzerine kurulmuş ve kimilerinin iddiasına göre de (bu "kimileri"nden birisi de Arap Lawrence) "dünyanın en güzel kalesi". Yine, bu bölgede -neredeyse- gördükleri her tepenin üzerine ve ele geçirdikleri her şehre bir kale oturtmayı ihmal etmeyen Haçlılar (o dönemde bu bölge garnizonunda 2000 civarında kale inşa ettikleri söyleniyor) tarafından yapılmış ve bölgede bilinen en büyük Haçlı kalesi. Neredeyse tümüyle ayakta duran bu kale, Ansariyya Dağları'nın (ki Suriye'nin Akdeniz kıyılarını iç kesimlerden ayırır) güney ucu ile Anti-Lübnan Sıradağları'nın kuzey başlangıcı arasında kalan geçişi tümüyle kontrol eden son derece stratejik bir noktaya kurulmuş. Aslen 11. yüzyılda Humus Emiri tarafından yapılan ilk kale, birinci Haçlı Seferi'nin başıbozuk takımı tarafından ele geçirildikten ancak 11 yıl sonra, soylu Haçlılar'ın görevi devralması ile bugünkü görkemli kale halini almış. Haçlılardan alınması ise... Hayır alınmamış. Haçlılar, 5 yıllık yiyecek stokları olmasına karşın, artık Kudüs'ü de kaybetmiş ve diğer kalelerinin hemen hemen hepsi düşmüş olduğundan, durumun umutsuzluğunun farkına varıp "güvenliklerinin temini" sözü karşılığında kaleyi Memlûklu Baybars'a teslim etmişler. Tartus için 2 günün fazlasıyla yeteceğine karar verip 23 Ekim sabahı saat 10:00'da "su değirmenleri şehri" Hama'ya doğru yola çıkıyorum. Hama "Su değirmenleri şehri" demek pek yanlış olmaz Hama'ya. Bu aslen, sayıları günümüzde iyice azalmış tarihi su değirmenlerinin var olmasından çok, 1982 öncesine kadar var olan başka tarihi güzelliklerin artık "yok" olmasından dolayıdır da. Yapılan kazılarda Neolitik çağdan yerleşim izleri bulunan Hama, ismini M.Ö.1000 yıllarındaki Hamah Krallığı'ndan alıyor. Tarihinde defalarca el değiştirmiş olan şehir, Osmanlılar zamanından da önemli yapılara mekan olmuş. Ancak, 1982 yılı Şubatı'nda şehirde Enver el-Sedad rejimine karşı başlayan ve daha sonra yasa dışı ilan edilecek olan Müslüman Kardeşler örgütü tarafından kışkırtılan silahlı ayaklanmanın üç hafta süren ve 8,000 askerin katıldığı kanlı bastırma operasyonu, şehirde onarılamayacak bir yıkıma sebep olduğundan, eski kayıtlarda bahsi geçen bu güzel yapılardan çoğu, görülebilecek halde ayakta kalamamış, birkaçı dışında. Yıkım o kadar büyük olmuş ki, ufak bir kısmının onarılmasına karar verilirken, bazıları tamamen gözden çıkarılmış. Zarar görmemiş tarihi yapılardan bazıları Rüstem Paşa Hanı (ki yakın zamana kadar yetimler yurdu olarak kullanılmış), Esat Paşa Hanı (şu anda ülkenin tek partisi olan Ba'as Partisi şube binası olarak kullanılıyor), Nureddin Camii ve Esat Paşa (Esat Paşa al-Azem) Sarayı. Ağır hasar gören Büyük Cami (8.yy) aslına sadık kalınarak yeniden yapılmış. Bunlardan, Esat Paşa Sarayı (ki kendisi Suriye'nin köklü ailelerinden el-Azemler'denmiş ve 1742 yılından itibaren Osmanlı valisi olarak atanmış), özellikle harem bölümünün güzelliği ile tanınıyor. Gelelim su değirmenlerine (noria): Hama, Orontes (bizdeki adıyla Asi) Nehri üzerinde kurulmuş bir şehir. Nehrin su seviyesi, kentin nehir kıyısındaki seviyesinin oldukça altında olduğundan, su ihtiyacını karşılayabilmek için bu "su asansörleri" inşa edilmiş. Hem de öyle yakın çağlarda falan değil. Hama Müzesi'ndeki mozaiklere bakılırsa M.S. 5. yüzyılda bile varmış bu koca çarklar. Ancak bugün de var olanları, 13. yüzyılda Eyyubiler tarafından yapılmış. Şu anda 17 tanesi kalan ve şehrin içinden geçen nehirin her iki yakası boyunca yer alan bu çarklar, Memlûklular ve Osmanlılar zamanında ya tamir görmüş, ya da yeniden yapılmışlar. Birkaç tanesi hala çalışıyor, büyük bir gürültüyle gıcırdayarak ve taşıdığı suyu etrafa saçarak. En büyüklerinden biri olan Noria al-Mamuriyya, şehrin en merkezi yerinde kurulu bir parkın içerisinde; yaklaşık 20m çapında. Ahşaptan yapılmış olan çarkların ortasındaki ahşap miller, taş kaideler üzerinde bulunan -yine- ahşap yataklar üzerinde dönüyorlar. Yıllardır hiç durmadan dönmekten yorulmuşa benziyorlar, çıkardıkları homurtulara bakılırsa... Yukarıya taşıdıkları su, kemerler üzerine kurulmuş su kanalları yardımı ile ihtiyaç duyulan yerlere taşınıyor. Hama için ayırdığım süre de doldu. 24 Ekim öğle saatlerinde, bir gece kaldığım sevimli ve ucuz (S£450.-=USD8.50) Hotel Cairo'dakilerle vedalaşıp şehirden ayrılıyorum. Yolum doğru Palmyra. Yol dümdüz, cetvelle çizilmişçesine... Ufuk çizgisi de öyle. Suriye'nin çölünün başladığını böylece anlayabiliyor insan. Arada tek tük yerleşimler görülüyor; birkaç evden oluşan köyler, daha doğrusu mezralar. Elimdeki kaynaklar yolda benzin istasyonu olduğunu gösterdiği için Hama'dan çıkışta yakıt ikmali yapma ihtiyacı duymamıştım. Aslında depodaki beni Palmyra'ya kadar -yaklaşık 160km- rahatlıkla götürürdü ama, her ihtimale karşı rastladığım ilk benzinciden motorin almaya karar verdim. Verdiğim anda da uzakta benzinci belirdi. Depo dolarken orada çalışanlardan birisi yanıma yaklaştı, onun birkaç kelime "konuşabildiği" İngilizcesi ve benim birkaç kelime "konuşabildiğim" Arapçam'la muhabbete başladık. Türk olduğumu duyunca bir anda gözlerinin içi parladı, inanamadı bir daha sordu. "Türk!" dedim. Heyecanını gizlemeye çalışarak "Ben Türkmen!" dedi. Meğer benzincinin hemen arkasındaki köy bir Türkmen köyüymüş. Bir süre de Türkçe muhabbetimiz sürdü. Beni israrla köyüne davet etti, iftarı birlikte açmamız için ikna etmeye çalışarak... "Namazdan sonra gidersin" dedi. Karanlığa kalmak istemediğimi söyledim ve vedalaştık. Hüzünlendiğini farkettim. Palmyra Suriye'nin "olmazsa olmazları"nın sonuncusu olan Palmira'ya saat 15:30 cıvarında vardım. Listemde var olan otellerden ikisine hızlı birer ziyaretten sonra ikincisi olan Hotel Ishtar'da karar kılıp, fotoğraf makinelerimi kaptığım gibi harabelerin olduğu yere, güneşin batışına koştum. Harabeleri gezmeye gelenleri genellikle deveciler karşılıyor. Beni de karşılayan Muhammed oldu. Palmyra (şimdiki yerel ve tarihteki adıyla Tadmor), Suriye'nin en önemli tarihi ören yeri olmasının yanı sıra dünyada da en tanınmış kültürel miraslardan sayılıyor. Asurlular ve Perslerden itibaren Tadmor, Mezopotamya ile Akdeniz arasında kervanların vazgeçilmez uğrak yeri imiş. Bu kervanlardan alınan yüksek geçiş ücretleri ile kalkınan Tadmor, Romalılar'ın 1. yüzyılın sonlarından itibaren sınırlarını doğu Akdeniz'de genişletmeye başlamaları ve şehir üzerinde kontrolu ellerine geçirmeleri sonrasında bile sahip oldukları avantajlardan yoksun kalmamış. Şehri 130 yılında ziyaret eden İmparator Adriyanus, Romalılar tarafından ismi Palmyra (Palmiye Şehri) olarak değiştirilen kente "serbest bölge" statüsü ve kendi vergisini toplama yetkisi vermiş. Daha sonra da, annesi Suriyeli olan İmparator Caracalla zamanında Roma İmparatorluğu kolonisine katılan Palmyra, Roma halkı ile aynı haklara sahip olmakla birlikte, imparatorluk vergilerini ödemekten de muaf tutulmuşlar. Palmyra soylularından Odainat'ın, Roma'nın başına dert olan Sassanian'ları bozguna uğratması ardından kendini "kral" ilan etmesinden sonra, İmparator Valerian 276 yılında onu imparatorluğun doğusunu "düzeltmek" görevi ile taltif etmiş. Hikayenin esas ilginç kısmı bundan sonra başlıyor. 267'de bir suikaste kurban giden Odainat hazretlerinin yerine, ikinci karısı Zenobia'nın, oğlu Vabalathus adına yönetime el koyması, işin içinde bir bit yeniği olduğunu düşünen Roma'nın hoşuna gitmemiş ve duruma müdahale için bir ordu göndermiş. Zenobia, gelen orduyu karşılayıp bozguna uğratmış. Daha sonra ordularının başında önce Bosra Garnizonu (Suriye'nin güneyinde), daha sonra Arabistan İli'ne girmiş ve arkasından Mısır'ın bir kısmını istila etmiş. Kendi adına para bastırıp, Roma İmparatorluğu'ndan da bağımsızlık isteyince, bardağı taşırmış. Roma duruma müdahale edip Zenobia'nın ordularını önce Antakya ve Humus'ta bozguna uğratmışlar, arkasından da Palmyra'yı kuşatmışlar. İnatçı Zenobia, teslim olmak yerine Pers İmparatorluğu'ndan askeri yardım alabilmek için tek başına bir deveye atlayıp kuşatmayı yarmış. Ancak Euprathes Irmağı'nı (Fırat) geçerken Roma'lı bir süvari tarafından yakalanmış. Daha sonra Roma'ya götürülen Zenobia, altın zincirlere vurulu olarak Roma sokaklarında dolaştırılmış. Ömrünün kalan günlerini İmparator tarafından tahsis edilen bir villada geçirdiği söylenirmiş. Ancak bazı kaynaklara göre ise, tutsak yaşamaktansa, kendisini açlığa mahkum ederek intihar etmeyi tercih etmiş. Yaa! Palmyra Kraliçesi Zenobia'nın küstah ve dikbaşlı inatçılığı işte böyle tarihe yazılmış. Kraliçenin sonu bir bakıma şehrin de sonu olmuş. Roma birlikleri, eskinin öcünü almak için şehirde büyük bir katliam yapıp ateşe vermişler. Daha sonra çeşitli dönemlerde uç karakolu olarak güçlendirildiyse de, eski havasını bulamamış ve 634 yılında Müslümanlar tarafından işgalinden sonra da tümüyle tarihe gömülmüş. Palmyra'nın varlığının yeniden keşfedilmesi, Halep'te yaşayan İngiliz tüccarlar tarafından ve 1678'de gerçekleşmiş. Daha sonra birçok kez "macera gezginleri"ni ağırlayan Palmyra'nın, rüzgarla biriken çöl kumu altından çıkarılma çalışması bilimsel olarak 1920 yılında başlamış ve günümüze kadar sürmüş. Hala çeşitli ülke arkeologları tarafından yapılan kazılarda yeni kalıntılar ortaya çıkarılmakta. Palmira'da 2 gece sürecek konaklamam sırasında, bir kez de sabah güneş doğuşunu -tavsiye üerine- şehrin sırtını dayadığı tepede bulunan Arap Kalesi'nden (Qala'at Ibn Maan) izleyeceğim. Bu demektir ki, sabahın köründe dağın tepesine çıkacağım. Yani işimiz zor. .... Palmyra'da ikinci gecem biraz gereksiz oldu. Eski Palmyra'nın kalıntılarını görmek dışında zamanı geçirmek zor olduğu için gereksiz işlerle uğraşıyor insan; saçını traş etmek gibi... Ben de öyle yaptım ve saçımı traş ettim. Türkiye'deyken, gittiğim yerlerde kendi kendime traş olurum, diye almış olduğum traş makinesini böylece denemiş oldum. Aslında, ikinci geceyi geçirmenin amacı sabah güneş doğuşunu Qala'at ibn-Saam'dan izlemekti. Ancak -sanırım- Tartus'tan beri hafiften yoklayan bir soğuk algınlığı durumu, ikinci gece öncesi hafif ateş de yapınca, ertesi sabah saat 04:30'da ve çöl gecesi soğuğunda (gündüz 30 derecelerde gezinen "suhunet", gece 10 dereceye kadar iniyor) kaleye çıkmaya cesaret edemedim. Onun yerine, akşam üstü güneş batışında resimlemeyi tercih ettim. Sabah erken kalkıp, kahvaltıdan sonra yola çıktım. Son kez Palmyra vahası ile birlikte kalıntıları görüntülemek gibi dayanılmaz bir dürtüyle, şehrin arkasındaki çöle arabayla birkaç kilometre girdim. Evet, Palmyra çölün ortasında bir vaha. Zaten bir vaha dışında çölde şehir kurmak da pek akıllıca olmazdı herhalde. Yaklaşık 2km'ye 1km boyutlarında oval bir yeşillik alan. Yeşilliği oluşturanlar büyük ölçüde hurma ağaçları. Suriye'de, hurmayı daha ham halinden başlayıp, artık bal kıvamına gelmiş haline kadar çeşitli aşamalarında tüketiyorlar. Rengi sarıdan (ve şekli de iri bir yeşil zeytin şekli ve düzgünlüğünden) başlıyor, bildiğimiz olmuş hurma rengine kadar koyulaşıyor. Hepsinden denedim, farklı güzellikleri var. Ancak hurma hevenklerini fotoğraflamam mümkün olamadı. Fotoğrafını çekmek isterken, hevengini kapan hurma satıcısı üstüme hücum ediyordu. Onlardan kurtulmak, deveci Muhammed'le sohbet etmek kadar keyifli olmadığından, sonunda vazgeçtim. Palmyra böyle de "turistik" biryer işte... Şam’da görüşmek üzere... Not: Ali Eriç'in 186 günlük Afrika gezisinin başlangıcı ile ilgili detaylar için Arabamla Afrika - Suriye : 1 (Başlangıç ve Halep) gezi yazısını okuyabilirsiniz. |
Yazılan Yorumlar... | |
Sibel Sönmez (09 Ocak 2012) |
Bie arkadaşım Lazkiyeyi anlata anlata bitirememişti. Dört günü dört ay dinlemiştik neredeyse. Şam yazınızı ilgiyle bekliyorum. |
NEŞE (07 Ocak 2012) |
Böyle sütun üzerinde oturup çile çeken keşişler Bizans da çok meşhurdu ve Konstantinopolis de bile bugünkü Bayezit meydanının ortasında böyle bir keşişin sütun üzerinde yaşadığı biliniyor...Gezinizi çok büyük bir zevkle takip ediyorum,Palmyra yı görmeyi ne kadar isterdim...Çok teşekkürler |
hakangeziyor (06 Ocak 2012) |
Ali abi, St. Simeon Manastırını ziyaret edememene üzüldüm. Ancak hikayesi gerçekten çok ilginçmiş. Cape Town tabelasının Suriye topraklarında yer alması da çok çarpıcı geldi bana. Demek ki sürekli kullanılan bir rotanın güzergahı burası. Kalemine sağlık abi... |