Prag: Avrupa'nın Gözbebeği...

Prag seyahatimiz Berlin’in Funktrum bölgesinde yer alan otobüs terminalinde başladı. 21.08.2009 Cuma günü sabahı saat 07.15’te otobüsümüz Funktrum Otobüs terminalinden kalktı. Yol boyunca 20 dakikalık tek bir mola verdik. Almanya’nın Dresden şehrinden ve Çek Cumhuriyeti’nin Usti nad Labem şehrinden geçtik ve tam belirtildiği saat 12.15’te Prag Florenc otobüs terminalinde indik. Berlin-Prag arası iki kişilik gidiş-dönüş otobüs ücretimiz 2600 Çek Kronu (KC) (yaklaşık 103 €) tuttu. Bu arada 1 €’nun bu tarihte ortalama 25 KC’den işlem gördüğünü hatırlatmak zorundayım.

5 saatlik yolculuktan sonra Florenc otobüs terminalinde indik. Hava günlük güneşlikti. En önemli sıkıntımız cebimizde hiç Çek parası olmamasıydı. Kayınbiraderim en az zararlı para bozdurma yönteminin Türkiye’de kullanılan bankamatik kartları olduğunu söylediğinden hemen orada bulunan automattan 1000 KC çektim. Sorunsuz bir şekilde parayı verdi. Sonra otele gitmek için bize lazım olan kırmızı metro hattı (Hat C) Florenc durağını aramaya başladık ve çok geçmeden bulduk. Metroya merdivenlerle indikten sonra birer adet metro bileti aldık (Tanesi 18 KC). Metroya bindikten iki durak sonra I.P. Pavlova durağında indik. Caddeye çıktığımızda yaşadığımız bir iki saniyelik şaşkınlıktan sonra metro durağına yaklaşık 200 metre uzaklıktaki oteli bulduk.

Prag 2 bölgesinde, Sokolska caddesi 48 numarada yer alan üç yıldızlı Tivoli Otelin rezervasyonunu Hotel Reservation Service (www.hrs.com) den yaptırmıştık. Normalde gecelik oda fiyatı 57 € olan otelde özel bir kampanya ile üç gece kalıp iki gece öde fırsatından yararlandığımız için üç gecelik konaklama fiyatı (açık büfe kahvaltı dahil) bize 114 €’ya geldi. Yani günlüğü 38 €. Burada ilginç olan ve ilk defa karşılaştığım şey rezervasyon sırasında benden herhangi bir ödeme ya da kredi kartı numarası istenmemesiydi. Açıkçası mail gelmesine rağmen tereddüde düşmüş ve otele bir mail atmıştım. Onlar da bana rezervasyonun kendilerine ulaştığını, herhangi bir sorun olmadığını ve bizi beklediklerini belirten bir mesaj atmıştı. Ama yine de ufak da olsa içimde olan tereddüt otele geldiğimde kayboldu. 302 no’lu oda bizim için ayrılmıştı. Resepsiyonda bize üç gün boyunca istediğimiz zaman kullanabileceğimiz birer adet hoş geldin içeceği kartı ve Prag haritası verildi. Odamız ana caddeye bakıyordu ve oldukça güzeldi. Ödediğimiz rakamla kıyaslandığında açıkçası beklentilerimizin de üzerindeydi. Acele ile yerleşip kendimizi Prag sokaklarına bıraktığımızda saat 13.30 olmuştu.

   

Haritayı takip ederek Skolska caddesinden ilerledik ve Mezibranska caddesinin sonuna geldiğimizde yaklaşık 10 dakika geçmişti ve biz kendimizi meşhur Wenceslas Meydanının (Vacklavske Namesti) en üst bölümünde yer alan Ulusal Müzenin (Narodni Muzeum) önünde bulduk. Çek cumhuriyetinin en büyük ve en eski müzesi olan bu müze 1818 yılında yapılmış. İçerde depolarda sergilenmeyen eşyalarla birlikte yaklaşık 18 milyon parçanın bulunduğu yazıyor. Giriş ücreti büyükler için 150 KC, öğrenciler içinse 100 KC. Yeterli zamanımız olmadığını düşünerek müzeyi sonra ziyaret etmeye karar verdik.

Müzenin önündeki yerden aşağıya baktığımızda ise müthiş kalabalık, büyük ve hareketli Wenceslas Meydanını gördük. Aslında meydandan daha çok uzun ve geniş bir cadde görüntüsü vardı. Hemen meydanın başında dünyanın en büyük ve yüksek atlı heykeli olan ve 1912 yılında yapılan St. Wenceslas Memorial vardı. Gerçekten muhteşem görünen bronz heykelin her tarafında fotoğraf çeken turistler bulunuyordu. Bizde Arzu ile hemen onlara katıldık ve birkaç yönden anıtı ve hemen arkasında yer alan ulusal müzeyi fotoğrafladık ve meydandan aşağıya doğru yolumuza devam ettik.

Meydanda ilerlerken sırf meraktan bir döviz bozdurma büfesine uğrayarak 100 € karşılığında kaç KC alabileceğimi sordum. Bankonun arkasındaki genç kız bana 1820 KC alabileceğimi söyledi. Teşekkür edip tam ayrılacakken bana seslendi ve “bana özel” bir uygulama ile 2400 KC verebileceğini söyledi O anda anladım ki Prag’da bir turist olarak alışveriş yaparken çok dikkatli olmak lazım…

Meydanın sonuna geldiğimizde Havelska, Michalska ve Karlova caddelerini takip ederek meşhur Charles Köprüsüne (Karluv Most) ulaştık. Zaten siz ilerledikçe kalabalık artıyor ve önemli bir yere doğru gittiğinizi hemen anlıyorsunuz. Tam köprünün önüne geldiğimizde artık birisine çarpmadan yürümek imkânsız hale gelmişti. Köprü 1357 yılında inşa edilmiş ve 1870 yılına kadar Taş Köprü ya da Prag Köprüsü olarak anılmış. Uzunluğu yaklaşık 500 metre olan köprünün her iki tarafında da kuleler mevcut. Bu kulelerden Eski Şehir (Old Town) olarak adlandırılan tarafta olanın önünde geleneksel kıyafetleri ile bir Çek askeri bekliyor. Onun bulunduğu yerdeki kapıdan kuleye çıkabiliyorsunuz. Kuleye çıkış ücreti 100 KC. Bölgenin yaklaşık 50 metre yükseklikten fotoğraflarını almak için ideal bir yer diyebiliriz…

Köprü yıllar içinde çok hasar gördüğünden hemen hemen her zaman tamirat varmış. Biz oradayken de 2007 yılında başlayan ve 2010’da tamamlanması beklenen bir tamirat vardı. Açıkçası bu tamiratlar dolayısıyla köprünün havası biraz kaçmış gibi geldi bana. Köprüde her birkaç metrede bir heykeller var. Bir de adım başı ressamlar, hediyelik eşya satanlar ve kişisel hünerlerini göstererek turistlerden para koparmaya çalışan becerikli insanlar bulunuyor. Özellikle mandolin çalan kukla figürü gerçekten güzeldi…

Köprüde bol bol fotoğraf çektikten sonra karşı tarafa geçtik. Köprüden yeni ayrılmıştık ki mavi giysili bir bayanın gösterisi dikkatimizi çekti. Onu seyrederken iki polis geldi ve bu bayana pasaport ya da ona benzer bir şey sordu. Anladığımız kadarı ile bir problem vardı ve onlarca insanın bakışları arasında polisler bu mavili bayanı alıp götürdüler.

   

Buradan haritada bir üst köprü olan Manesuv Köprüsüne doğru nehir kenarındaki dar sokaklarda (Misenska, Cihelna) yürüdük. Bu arada belki de dünyanın en dar sokaklarından biriyle karşılaştık. İki kişinin aynı anda yürüyerek geçemeyeceği bu sokakta en ilginç olan husus ise sokağın her iki tarafında trafik lambalarının bulunmasıydı. Karşıdan birisi sokağa girdiğinde bu taraftaki ışık kırmızı oluyordu. İnanın buna gerçekten çok güldüm.

Köprüden karşıya geçtiğimizde ciddi anlamda acıkmış olduğumuz aklımıza geldi ve yiyecek bir şeyler aramaya başladık. Kaprova caddesine geldiğimizde burada bulunan KFC’ye girdik ve iki Longer Menü (İkişer tavuklu sandviç, kola ve patates) ısmarladık. (198 KC) Sigara içilebildiği için kendimizi bahçeye attık.

Yarım saatlikten bu yemek molasından sonra aynı yoldan devam ettik. Öyle bir kalabalık o yöne gidiyor ya da dönüyor ki siz de gitmek zorunda kalıyorsunuz sanki. 200 metre sonra zaten şehrin en meşhur ve kalabalık meydanı olan Eski Şehir Meydanına (Old Town Square – Staromestske Namesti) geldik. 12. Yüzyılda oluşturulan bu meydanda çok sayıda popüler bina, anıt ve kafeler mevcut. Geldiğimiz yönde meydana girerken hemen sağda yer alan St. Nicholas Kilisesini ziyaret ettik. Giriş ücretsiz. Meydanın ortasında 6.’sı düzenlenen Folklor Festivaline denk geldik. İnanılmaz keyifli gösteriler sunuyorlardı. Hele yaşlarının 60’tan fazla olduğunu düşündüğümüz bir çiftin uyumlu dansı görülmeye değerdi. Meydanda turistler için çok sayıda atlı araba, tur firmalarının stantları da bulunmaktaydı. Bu arada saatin 4’e 10 kala olduğunu fark edip hemen kendimizi Astronomik saatin oraya attık.

   

15. Yüzyılda yapılan bu saat hem ayları hem saati gösteriyor. Saatin etrafında dört tane kukla var. Bir gezi kitabından öğrendiğime göre bu kuklalar insanlara neleri yapmamaları gerektiğini anlatıyormuş. Sol baştaki, elindeki aynayla kendine bakıyor ve kendini beğenmişliği; onun yanındaki, elinde altın torbası olan bir Yahudi’yi gösteriyor ve cimriliği; üçüncü kukla ise bir iskelet ve yaşama karşı isteksizliği ve en sağdaki, elinde mandoline benzer bir müzik aleti bulunan ve Türk’e benzetilen adam da gece hayatına ve sefahate düşkünlüğü anlatıyormuş. Yani sizde sakın böyle olmayın mesajı veriyorlarmış…

Bir de her saat başı üstündeki 2 kapak açılarak 12 tane garip yaratık (havariler) oradan gözüküyor. Tüm espri bu ve yüzlerce insan bunu bekliyor. Saat tam 4 olduğunda çanlar çalmaya başladı ve bu 12 garip yaratık göründü. Ben dışarıya çıkacaklarını falan zannediyordum ama öyle bir şey olmadı. Çok fazla bir şey de yoktu ama en azından bizde herkesin yaptığından eksik kalmamış olduk. Ama çanı çalmak için ipi çekme tasviri yüklenen iskelet bence daha hoştu…

Astronomik saatin bulunduğu Old Town Hall 1338 yılında inşa edilmiş. Asansörle yukarı çıkılabiliyor ama bayağı kuyruk var. Bir de asansörle yukarı çıktığınızda kulenin tepesine girebilmek için sizden adam başı 100 KC istiyorlar. Asansörün bulunduğu yerdeki Turizm Merkezinden şehirle ilgili oldukça fazla harita ve broşür aldım. Bunlar bana ilerleyen zamanda çok faydalı oldular.

Bu arada son 2 saattir Arzu sürekli ayakkabılarının ayaklarını vurduğunu ve acilen bir sandalet ya da terlik almamız gerektiğini söylüyordu. Yoldan geçenlerden alışveriş merkezi tarifi alarak önce yeşil hat (Hat A) metroya bindik ve Müze durağında kırmızı hata aktarma yaparak Chodov durağına kadar gittik. Burada dev bir alışveriş merkezi karşımıza çıktı. Alışveriş merkezi içindeki Albert Hipermarketten hem Arzu’nun ayağına uygun bir terlik ve sonradan ihtiyacımız olabilecek yiyecek ve içecek malzemesi aldık. Aynı hattan geri dönerek otele geldiğimizde saat 18.45 olmuştu.

Yaklaşık 2 saat dinlendikten sonra saat 9’a doğru tekrar otelden çıktık. Gündüz yürüdüğümüz yoldan Ulusal Müze ve Wenceslas Meydanına gelerek aynı yerlerin gece nasıl bir atmosfere büründüğünü görmek istedik. Gece daha da muhteşem görünüyordu ve gündüz kadar kalabalıktı. Niyetimiz Old Town’a gidip meşhur çek biralarından birisinin tadına bakmaktı. Meydanı bitirdikten sonra bu sefer sağa doğru döndük ve Na Prikope caddesi boyunca yürüdük. Burası da oldukça hareketli ve her türlü mağazanın bulunduğu bir cadde. Hatta bazı binaların altında küçük süpermarketler de mevcut. Cadde bittiğinde kendimizi Cumhuriyet Meydanında (Namesti Republiky) bulduk.

Cumhuriyet meydanında dikkat çeken iki eski yapı mevcut. Bir kere Belediye Binası (Municipal House-Obecni Dum) muhteşem. Sanki bir tiyatro binası havası var. Zaten sonradan içerde konserler ve sergiler düzenlendiğini öğrendik. Onun hemen yan tarafında da Powder Tower (Prasna Brana) yükseliyor. Eski şehir meydanın girişlerinden birisi olan bu kule 1475 yılında inşa edilmiş. Bu arada meydanda şehrin önemli alışveriş merkezlerinden olan Palladium’da mevcut.

Kulenin altından geçerek Celetna caddesinden eski şehre doğru yürümeye devam ettik. Her taraf turistik mağazalar, kuklalar ve Bohemya kristali satan dükkânlarla doluydu. Bu caddenin üzerindeki Bakalare Restoranını çok beğendik ama boş masa olmadığı için oturamadık. Meydana geldiğimizde her taraf yine ana baba günüydü. Bol bol fotoğraf çektikten sonra diğer turistlerin yaptığı gibi menülerden fiyatlara baktım. Ama meydandaki kafelerde bira fiyatları oldukça yüksekti: Bir bardak ortalama 115 KC. Bu arada Arzu az önce gördüğümüz restoranın dışarıdaki masalarından birinin boşalmış olabileceğini söyledi ve geriye döndük. Şansımıza boş bir masa bulduk ve oturduk. Burada 1lt.lik çek birası ısmarladık. İki lt.lik biraya toplam 180 KC ödedik. Daha sonra aynı yoldan otele yönlendik. Sokaklar yavaş yavaş sakinleşmeye başlamıştı. Otele vardığımızda saat neredeyse gece yarısı olmuştu. Resepsiyondaki görevli gence çek yemekleri yiyebileceğimiz restoran ismi sorduk ve o da bize üç tane restoranı haritadan işaretledi.

Bayağı yorulmuştuk ve uykumuz gelmişti. Ertesi günkü rotayı çizmek amacıyla aldığım broşürleri biraz karıştırdıktan ve en uygun yerin Prag Kalesi olacağına kanaat getirdikten sonra yorgunluğumuza yenik düşerek uykuya daldık…

2. Gün
Sabah saat 08.30’da kalktık. Hava önceki güne göre kapalıydı. Zaten hava tahminlerine göre bugün yer yer yağmur yağması bekleniyordu. 15 dakikada seri biçimde hazırlandıktan sonra kahvaltıya indik. Kahvaltı açık büfesine şöyle bir göz attığımızda hiç de fena olmadığını gördük: Peynir, tereyağı, yumurta, yoğurt, meyve, iki çeşit meyve suyu, çay, kahve, milföy hamurundan elmalı ve vişneli börek ve kek. Karnımızı güzel bir şekilde doyurup birer tane de elmalı böreklerden yanımıza aldıktan sonra Prag Kalesini gezmek için 22 no’lu tramvaya bindik. 20 dakikalık yolculuktan sonra tramvaydan indiğimizde yağmur başladı. İndiğimiz durakta birkaç dakika yoğun yağmurun geçmesini bekledikten sonra koşar adımlarla kalenin girişine geldik.

   

Prag kalesinin yapımına 9. Yüzyılda başlanmış. Aslında klasik anlamda surları olan bir kale anlayışı yerine farklı bina ve kiliselerden oluşan bir kompleks demek daha doğru olur. Zamanında Bohemya kral ve prenseslerinin ikametgâhı olarak kullanılan kale 1918 yılından itibaren devlet başkanının da konutu olarak kullanılıyormuş. Kale şehrin genelinden yüksekte olduğu için çok hoş manzarası var.

Kalenin gezisi için iki tür bilet hazırlanmış. Bunları uzun ve kısa tur olarak hazırlamışlar. Uzun turun fiyatı yetişkinler için 350 KC, öğrenciler içinse 175 KC. Kısa turun fiyatı ise yetişkinler için 250 KC, öğrenciler için de 125 KC. Kaledeki tüm bahçeler ve St. Vitus’s Katedrali ise ücretsiz gezilebiliyor. Aldığınız bir bilet 2 gün geçerli. Yani kaleyi gezmeyi tamamlayamazsanız ertesi gün de devam edebilirsiniz. Uzun turun kısa turdan farkı “Prag Kalesinin Hikâyesi sergisi”, “Prag Kalesi Resim Galerisi” ve “Powder Kulesi Girişi”. Kısa bir değerlendirmeden sonra küçük turun bizim için uygun olacağına karar vererek iki bilet aldık. Ayrıca biletlerin yanında bize kalenin planını ve üstten çekilmiş geniş bir fotoğraf bulunan ücretsiz broşürleri de verdiler. Aldığımız biletlerle “Eski Kraliyet Sarayı, St. George Bazilikası, Golden Lane, Daliborka Kulesi ve St. Wenceslas Üzüm Bağı” gezilebiliyordu. Gezilecek tüm yerler için tek bir bilet veriliyor ve biletle geçerli olan yerlerin numaraları görülüyor.

Öncelikle uzun bir kuyruğa girip ücretsiz olarak gezilebilen St. Vitus’s Katedraline girdik. 1344 yılında yapımına başlanan ve neredeyse 600 yıl boyunca devam eden Gotik Katedral gerçekten oldukça büyük ve ihtişamlı bir yer. Yanılmıyorsam 25 ayrı bölmede değişik şeyler sergileniyor. Ara sıra İngilizce anlatım yapan rehberlerden ufak tefek bir şeyler duysam da duvarlardaki renkli resimler eminim Hıristiyanlar için çok daha fazla şeyler ifade ediyordur.

Katedralden çıktıktan sonra sol çaprazdan yürüyerek Eski Kraliyet Sarayının (The Old Royal Palace) girişine geldik. Kapıdaki görevli elimizdeki biletleri istedi ve karga burun tarzı bir aletle sarayı gösteren 1 no’lu kutuyu tıkladı. Başka bir ifadeyle biletin başkası tarafından kullanılmasını böyle engelliyorlar. 16. Yüzyıla kadar Bohemya kral ve prenseslerinin rezidansı olarak kullanılan sarayın bana göre en etkileyici yeri hemen girişin ilerisinde bulunan Vladislav Hall. Orada bulunan tabelaya göre bu devasa salon dönemin önemli toplantılarının verildiği ve büyük davetlerin düzenlendiği bir yermiş. Ancak umduğumuzun aksine sarayın içinde eski döneme ait hiçbir eşya yok ve saray neredeyse bomboş. Sadece ibadet için kullanıldığı belli olan bir odanın içinde eşyalar ve duvarlarında orijinal resimler var. Tüm sarayı gezmek en fazla 15-20 dakika alıyor. Açıkçası tam bir hayal kırıklığı.

   

Saraydan çıktıktan sonra orada bulunan bir kafede bir kahve ve kola içtik (Kahve 60 KC, Kola 90 KC). Hava serin ve kapalıydı ancak yağış durmuştu. Zaten gün boyu da bir daha yağış olmadı. Kahvelerden sonra aynı meydandaki kiremit rengi boyasından dolayı hemen dikkat çeken St. George Bazilikasına gittik. 920 yılında Prens Vratislav I döneminde yapılan Bazilika 12. Yüzyılda yenilenmiş ve 17. Yüzyılda son halini almış. Nispeten dar uzun bir yapısı olan Bazilikanın duvarlarında yıpranmış ama halen son derece etkileyici dini resimler var. Ayrıca tam çıkış kapısının orada bir nevi mezara benzeyen, son derece iyi korunmuş büyük bir nesne daha bulunuyordu. Bazilikanın tamamını gezmek yaklaşık 15 dakikamızı aldı. Bana göre Saraydan çok daha güzeldi…

Bazilikadan çıkıp sağ dar yoldan ilerlediğimizde 5 no’lu Golden Lane’e geldik. Burası kalede çalışan bazı görevlilerin ikametgâhı olarak kullanılan ve 16. Yüzyılda yapılan küçük renkli evlerden oluşan bir sokak. Hatta ünlü Franz Kafka’da 1916-1917 yıllarında bu sokakta yer alan 22 no’lu evde yaşamış. Dar sokakta tek bir tarafta sırayla küçük küçük ve farklı renklerde evler var. Bu evler dükkân haline getirilmiş ve hediyelik eşyalar (bebekler, takılar, yatak örtüleri, kuklalar, kartlar vb.) satılıyor. Sokaktaki ilk evin üst katına çıktığımızda eski dönem zırhlar, soyluların giydiği kıyafetler sergilenmekteydi. Burada pencerelerde garip tahtalar vardı. Tahtaları komple çevirince pencere kapanıyordu. Kafka’nın bir zaman yaşadığı evde hediyelik eşya satış yeri olarak kullanılıyordu. Sokağı bitirdiğimizde avlu gibi bir yere çıktık. Burada metalden büyük bir kurukafanın önünde yalvaran insan figürü tarzında bir anıt bulunmaktaydı.
Buradan daracık merdivenlerle Daliborka Kulesine indik. Normalde bir kuleye çıkılması gerekiyor ama biz gerçekten indik. Bu kule 1781 yılına kadar hapishane olarak kullanılmış ve ismini içerde yatan ilk mahkûmdan almış. Merdivenlerin karşılıklı olarak kullanılması imkânsızdı. İçerisi o kadar dar ve kalabalıktı ki bir an nefessiz kalacağımızı hissettik. Burada üstü telle kaplı yuvarlak büyük bir çukur vardı. Aslında çukur dediğimiz yer muhtemelen büyük ve karanlık bir odaydı. İnsanlar buraya her ne hikmetse para atıyorlardı. Oradan çıktığımızda gezilecek bölüm bitmişti. İlginç olan husus neredeyse evlerin tamamının birer ticaret yeri gibi organize edilmesi ve sürekli satış yapılmasıydı. Ama yine de daha önceki yerlerle kıyasladığımızda bizce kalenin en ilginç yerlerinden birisiydi. Tamamını gezmemiz yaklaşık 25 dakikamızı aldı…

Golden Lane çıkış noktasında bulunan Black Tower Kafede birer tane kahve içtikten sonra (İkisi 150 KC) sola doğru aşağıya inmeye devam ettik. Orada nefis Prag manzarasının bulunduğu terasta bol bol fotoğraf çektik. Gerçekten kaleden Prag bir başka güzel görünüyordu. Özellikle Vlata nehri ve köprülerle bütünleşen kiremit rengi çatılar tam kartpostallıktı. Önceden gezdiğimiz Sarayın arka taraflarını dolaşarak fotoğraf turumuza devam ettik. Bu arada kaledeki gezimize başlayalı 2 saat olmuştu ve biletle gezilecek yerleri tamamlamıştık. Sırada bahçeler vardı…

Kalede en öne çıkan bahçe Kraliyet Bahçesi (Royal Garden). Bu bahçede anavatanı farklı ülkeler olan 40’tan fazla ağaç var ve hepsi hakkında İngilizce tabelalar mevcut. Bahçede aynı zamanda devasa bir çiçek serası da vardı. Yalnız itiraf etmeliyim ki saraydan sonra ikinci hayal kırıklığını da burada yaşadık. Evet, temiz ve bakımlıydı ama onun ötesinde başkaca bir esprisi yoktu. Burada Şarkı Söyleyen Çeşme’nin (Singing Fountain) karşısındaki banklardan birine oturup daha önceden hazırladığımız sandviçlerimizi yedik. Hemen yanı başımızda Yazlık Saray (Royal Summer Palace) bulunuyordu ama tadilatta olduğu için ziyarete kapalıydı. Çeşmede de sadece havaya sular yükseliyordu.

En önemli bahçe bizi hayal kırıklığına uğratınca diğerlerine (Southern Gardens, Paradise Garden, Hartig Garden) uğramaktan vazgeçtik. Böylece kale gezimiz, öğle yemeği dâhil, yaklaşık 3,5 saatimizi almıştı ve saat öğlen 13.30 olmuştu.

   

Kaleden aşağıya doğru yürüyerek inmeye karar verdik ve Chotkova ile Klarov caddelerini takip ederek Valdsteinska caddesine sağa döndük ve caddenin sonundaki aynı adlı meydana vardık. Buraya gelme amacımız ünlü Wallenstein Sarayını (Valdstejnsky Palac) ve güzel bahçesini gezmekti. 1623-1630 yılları arasında yapılan sarayın bir bölümü bugün Çek Cumhuriyeti Senatosu binası olarak kullanılıyormuş. Sarayın içinde 4 adet mekânı ücretsiz olarak gezebiliyorsunuz. Bizde iç tarafı gezdik ama asıl espri muhteşem bahçesinde saklı. Birbirine geçmeli 3 farklı yerden oluşan bahçenin ilk bölümünde gri ve ilginç taşlardan oluşan bir duvar var. Kaledeki terastan da net bir biçimde görülebilen başkalaşım geçirmiş kayalara benzeyen bu taşların altında rengârenk çiçekler dikilmiş. Bahçenin bu bölümünde yılın çeşitli zamanlarında sergiler ve konserler de veriliyormuş. Biz oradayken de Afganistan’la ilgili bir resim sergisi vardı.

Bahçenin ikinci bölümünde yeşil bitkilerle simetrik biçimde yapılmış çitlerden oluşan ve içinde 10’dan fazla heykelin yer aldığı bölüm bulunmakta. Buradan devam ettiğinizde sonunda büyük bir havuzun olduğu son kısım yer alıyor. Havuz kenarında kısa bir mola verip bahçeyi ve gelip geçen insanları seyre daldık. Gerçekten son derece güzel ve dinlendirici bir mekânda olduğunuzu hissediyorsunuz. 2 tavus kuşunun bahçede birbirlerini kovalamaları da ayrı bir espri konusu oluyor. Saraya giriş yapacağınız yerin hemen solunda da küçük ama yüksek bir şapel bulunuyor. Duvarlardaki resimler muhteşem figürler içeriyor. Bana göre kalenin bahçesinden çok çok daha güzel bir yer. Kesinlikle uğrayın derim…

   

Saraydan çıkarak Tomasska Caddesi üzerinden Malostranske meydanına geldik. Burada meşhur St.Nicholas Kilisesi var. Bu kilisenin önü çok kalabalık olduğu için geziyi erteledik (bir daha da gelemedik) ve Mala Strana denen bölgeyi gezmek için devam ettik. Charles köprüsüne doğru ilerledik ve köprüye girmeden yan taraftan Kampa Adasına yönlendik. Adaya giden yolda Velkoprevorske sokağında John Lennon duvarında fotoğraf çektirdik. Lennon 1980 yılında öldüğünde gençler bu duvara “imagine” yazıp Lennon’un portresini yapmışlar. Polis de bunları silmiş, onlar da tekrar tekrar yazmışlar. Sonunda polis pes etmiş ve duvar bugünkü halini almış. Her gelen de bir şeyler yazabiliyor. Resimler ve Beatles grubunun şarkılarının isimlerinin bulunduğu bu duvarın civarında beklediğimizden fazla turist vardı. Gerçi Prag’ın her yerinde yeterince turist bulunmaktaydı zaten…

Lennon duvarını geçtiğimizde tam Kampa adasına girerken anahtarlardan ve kilitlerden oluşan bir nevi adak yeri gördük. Hani bizde ağaçlara çul çaput bağlarlar ya işte onlar gibi. Tabi nedenini bilmediğimiz için anahtarları orada bırakmadık. Adada Kampa Müzesini gezdik ama sakın aklınıza bildiğiniz müzeler gelmesin. Dört beş adet kristal ayna üçgen şeklinde yerleştirilmiş ve bunun da adı modern sanat olmuş. Anlayana…

Ada gezisini tamamladığımızda Petrin Kulesinin oraya çıkmak için gerekli olan feniküleri aramaya başladık. Bir arka cadde olan Ujezd’i kesen U Lanove Drahy sokağında feniküleri bulduk ve sıra beklemeye başladık. Feniküler ile yukarı çıkış için standart bir bilet gerekiyor (26 KC). Nihai noktası dışında Nebozizek durağında da yolcu indirip bindiriyor. Yukarıya çıkış toplam 5-6 dakika sürüyor. Tepeye vardığınızda ortam ve manzara gerçekten nefis. Karanfil ve adını bilmediğim bir sürü çiçekten oluşan bahçeler ve bol bol yeşil alan mevcut. İndiğimiz yerden birkaç yüz metre ilerideki Petrin Kulesine doğru yürüdük. Bu arada ciddi anlamda yorulduğumuzun farkına vararak kulenin altındaki kafeteryadan içecek bir şeyler aldık (Kutu bira 50 KC, kola 30 KC) 60 metre yüksekliğindeki kule, Eyfel kulesini andırıyor. Zaten onun eşi olarak 1891 yılında yapılmış. En üst bölüme varmak için 299 basamak çıkmanız gerekiyor. İlk katına kadar asansör var ama daha yukarıya asansöre sadece engelliler ve 65 yaş üstündekiler binebiliyor. Kuleye çıkmak için sizden 70 KC istiyorlar. Arzu, geldiğimiz yüksekliğin yeteri kadar olduğuna kanaat getirerek çıkmak istemediğini söyleyince bende vazgeçtim. Aslında çok da anlamı var mı bilemiyorum ama oraya kadar gelmişken deneseydik çok da iyi olurdu herhalde. Bu arada her iki makinanın da pilleri tükenmiş olduğundan maalesef yukarıda fazla fotoğraf çekemedik. Siz siz olun yedek pilsiz asla dolaşmayın.

Kuleden biraz aşağıya doğru yürüyünce küçük bir şatoya girecekmişsiniz izlenimi veren yeşil ve sarı renklerde Bludiste (Maze) var. Giriş yetişkinler için 70, çocuklar için 50 KC. Fakat önü inanılmaz kalabalık. İçeride, daha çok çocukların (tabi aynı zamanda yetişkin çocukların) ilgisini çekecek aynalardan oluşuyor. Zaten bir adı da Aynalar Diyarı. Oradan devam edip parkı yürüyerek aşağıya doğru gezmeye başladık. Gerçekten her yer tertemizdi ve inanılmaz güzel bir manzara vardı. Yaklaşık 25 dakikada aşağıya varmıştık. Otele gidip 1-2 saat dinlenmeye karar verdiğimizden Legii Köprüsüne varmadan 22 no’lu tramvaya bindik. Narodni Caddesi üzerindeki durakta durduğumuzda Tesco süpermarketi görünce indik ve biraz alışveriş yaptık. Aynı yerden tekrar tramvaya binip otele geldiğimizde saat yaklaşık 19.00 olmuştu…

   

Otelde bir şeyler atıştırıp tekrar kendimizi Prag sokaklarına attığımızda saat 20.30’du. Bu sefer güzergâhımızı değiştirmeye ve yürüyerek gitmeye karar vermiştik. Jecna caddesinden nehre doğru hiç sapmadan indiğimizde tam nehir kenarındaki Jiraskova meydanında “Danseden Kadın” adı verilen binayı gördük. Bir bütün olarak bakıldığında (zaten esprisi de o) binalar bir kadın bir de erkeği temsil ediyor. Aslında önce sağdaki bina yapılmış ve hiç estetik olmadığına karar verildikten sonra diğer bina inşa edilmiş. Gerçekten hayatımızda böyle garip bir bina görmemiştik. Bina ortasına doğru aynen kadın vücudu gibi inceliyor ve sonra tekrar kalınlaşıyordu. Kadın olup olmadığını anlayamadık ama dans ettiği kesindi.

Nehir kenarından Charles Köprüsü yönünde yürümeye başladık. Kalenin manzarası müthişti. Biraz daha ilerleyince Kalenin görüntüsü Charles Köprüsünün görüntüsüyle birleşti ve gerçekten harika bir manzara ortaya çıktı. Defalarca denememize rağmen kaliteli bir fotoğraf çekemedik. Bu biraz da makineyi gece kullanma konusundaki acemiliğimizden olsa gerek. Bu arada Arzu tüm manzarayı süper gören cadde üzerindeki bir banka oturdu. Bende hemen yakındaki bir markete gidip 2 bira ve fıstık aldım (130 KC) Yaklaşık 1,5 saat boyunca aynı bankta önümüzdeki nefis manzarayı seyre daldık. Tabi gelip geçenden ve fotoğraf çekmek için duranlardan müsait oldukça.

Saat 23.00’e geliyordu. Geriye doğru yürüyüp bizim için artık bir klasik olan 22 no’lu tramvaya bindik ve otele geldik. Bugün dünden daha fazla yorulduğumuzu hissediyorduk. Saate son baktığımda gece yarısını 5 geçiyordu…

3. Gün
Sabah 08.30’da kalktığımızda hava tüm günün bol güneşli olacağı sinyalini veriyordu. Kahvaltımızı yaptıktan sonra tramvaya binip (artık numarasını söylemiyorum) eski şehir merkezine geldik. Bugünkü planımız Yahudi Bölgesini (Josefov) gezmek, kalan vakitte de Prag’ın ara sokaklarında kaybolmaktı. Yahudi Bölgesine gitmek için Eski Şehir meydanından başlayan Parizska caddesinde yürüdük. Paris Caddesi anlamına gelen bu caddede arayabileceğiniz tüm lüks mağazalar mevcut. Pazar sabahı olduğundan henüz turistler dışında dükkânlarda bir hareket yoktu. Birkaç yüz metre sonra Yahudi Bölgesi girişine gelmiştik. Zaten Prag’da pek çok yerde gideceğiniz yeri az çok biliyorsanız bulmamanız imkânsız. Zira yüzlerce insan ya o yöne gidiyor ya da oradan geliyor.

Giriş bileti almak için dar sokakta ilerlerken sol tarafta pek çok dükkân mevcut olduğunu gördük. Buralarda daha çok Yahudilerle özdeşleşmiş ya da onlar için anlamlı olan hediyelikler satılıyor. Yahudi bölgesi 13. Yüzyılın sonlarında oluşmaya başlamış ancak bugünkü haline 1900’lerin başında gelmiş. Bilet almak için gişeye yanaştığımda kalabalıktan ziyade giriş fiyatları yüzünden ciddi bir şok yaşadım. Üç tür bilet hazırlamışlar. Eğer sadece 6 yeri gezmek isterseniz yetişkin 300 KC, öğrenci 200 KC. Bunun yanında sadece The Old-New Sinagogu gezmek isterseniz yetişkin 200 KC, öğrenci 140 KC. Her yeri kapsayan bileti almak isterseniz de yetişkin 480 KC, öğrenci ise 320 KC ödemeniz gerekiyor. Bu arada 6 yaştan küçük çocuklardan para alınmıyor. Gezilecek yerlerin bir ya da ikisi farklı bölgelerde olan sinagoglar. İki kişilik giriş ücretinin yaklaşık 40 Euro’ya denk geldiğini görünce açıkçası tereddüt yaşadık. Ve bu kadar pahalı giriş ücretleri tespit edilmesini de anlayamadık açıkçası. Bunun yanında bizden daha önce gelmiş ve sinagogları gezmiş olan 7-8 kişilik bir Türk grubunun kendi aralarındaki konuşmada “bu paraya değecek ne var içeride Allah aşkına” ifadesini de duyunca girmemeye karar verdik.

   

Bölgenin arka tarafındaki Maiselova Caddesinde Caffe No.9’da oturup birer kahve içtik (İki kahve 100 KC). Kafenin tam karşısında da Maisel Sinagogu vardı. Yaklaşık yarım saatlik dinlenmeden sonra Parizska caddesinin sonundaki Cechuv Köprüsünden karşıya geçip Prag Metronomu’nun bulunduğu yüksek bölgeye çıkmaya karar verdik. Bu köprü tekneyle nehir turlarının kalkış noktalarının bulunduğu köprü. Gerek köprünün üstünde gerekse de metronomun bulunduğu yüksek bölgeden bol bol Prag fotoğrafı çektik. Metronomun olduğu bölgede bolca yeşil alan ve çocuklar için oyun parkları mevcut.

Burayı tamamladıktan sonra geldiğimiz köprüden geri yürüdük ve tam Intercontinental Otelin karşısından aşağıya nehir kenarına inerek bir sonraki köprü olan Stefanikuv Köprüsüne doğru yürüdük. Revolucni caddesi boyunca yaklaşık 1 km. gittiğimizde kendimizi Belediye Binasının da bulunduğu Cumhuriyet meydanında bulduk. Orada kısa bir mola verdikten sonra haritayı kapatıp yürümeye devam ettik. Jindrısska caddesindeki St. Henry Kulesinin önünden geçipte yola devam ettiğimizde 72 saattir Prag’da hiç görmediğimiz bir yerle karşılaştık: Hanedan Döner Kebap Restoran.

Jindrisska caddesi 20 numaradaki bu Türk restoranında sadece döner ya da kebap değil kuru fasulye, tarhana çorbası, imambayıldı gibi diğer yemeklerde satılıyor. Karnımız tok olduğu için birer demleme çay istedik. Çaylar aynı Türkiye’deki gibi küçük bardak ve çay tabaklarıyla geldi. İki çaya 30 KC ödedikten sonra yürümeye devam ettik. 300 metre civarı yürümüştük ki Wenceslas Meydanının tam ortasına çıktık. Aslında ne kadar yakın bir yerdi ama hiç bu caddeden yürümemiştik.

Saat 16.30 civarı olmuştu ve Arzu otele gidip biraz dinlenmemizi teklif etti. Çok istekli olmamakla beraber kabul ettim. Otele geldiğimizde Arzu dinlenmeye gitti ben de akşam yemeği için bir Çek Restoranı aramak amacıyla ücretsiz internete girdim. Daha önceden bize söylenen yerler de dâhil bayağı yere baktıktan sonra resepsiyondaki çocuğun tavsiye ettiği Medvıdku’da karar kıldım.

   

Saat 18.45’te otelden ayrılıp restoranta doğru yola çıktık. Gideceğimiz restoran yaklaşık 150 yıllık bir geçmişe sahipmiş ve en güzel çek yemeklerini bulabileceğimiz bir yermiş. Legii köprüsüne doğru giden Narodni Caddesini kesen Na Perstyne sokağını döndüğünüzde köşedeki Medvidku restoranı görmemeniz mümkün değil. Restorana bitişik bir de oteli mevcut. İçeriye girdiğimizde bize en çok sevindiren şeylerden birisi de bazı yerlerde sigara içmenin serbest olmasıydı. Bazı masalarda “rezerve” ibaresi olduğundan garsona nereye oturabileceğimizi sorduk. Gösterdiği yere oturduk ve etrafı incelemeye başladık. Oldukça büyük bir yerdi. Arka bölümünde sadece bira içilen ayrı bir bahçe vardı. Ortam gerçekten güzeldi...

Arkadaşlarımız Prag'a gittiğimizde mutlaka kaz eti yememizi tavsiye etmişler, ayrıca çorbalarını da denememizi söylemişlerdi. Ben dumpling denen hamurlu değişik bir şey ve soğanla servis edilen yarım kaz sipariş ettim. Arzu ise “Budvard” gulaş denen soslu dana eti sipariş etti. Bunlardan önce de ben sarımsak çorbası söylerken o da patates çorbası sipariş etti. Yediklerimizin hepsinin çek yemeği olmasına özellikle dikkat ederken içeceklerde de bu âdeti bozmayarak birer siyah ve normal çek birası söyledik. Çorbalar gerçekten nefisti. Arzu’nun yemeği de çok güzeldi. Kaz eti de fena değildi ama yenmese de çok büyük bir kayıp olmazdı diye düşünüyorum. Aslında benim bildiğim kaz daha büyük olur ama neyse... Daha sonra birer bira daha ısmarladık ve tamamı için 534 Kc hesap ödedik. (Kaz yemeği 290 KC, gulaş 115 KC) Eğer biz bu yemeği manzaralı ve göl gören bir yerde yeseydik ortalama 1200-1700 KC hesap ödeyecektik.

   

Yaklaşık 2 saatlik yemek molasından sonra Eski Şehir meydanına doğru yürümeye başladık. Buralardan belki de 6-7. kez geçiyorduk. Meydanda kısa bir tur attıktan sonra daha önceden de oturup bira içtiğimiz U Bakalare Restoranda birer bira daha içtik (tanesi 89 KC) Wenceslas meydanından geçerek otele geldiğimizde saat gece yarısına geliyordu…

4. Gün
Berlin’e otobüsümüz öğleden sonra saat üçte hareket edeceğinden bugün de son kez Prag’da gezmek için yaklaşık 4-5 saatimiz vardı. Kahvaltımızı yapıp odayı boşalttık ve oteldeki emanet odasına eşyalarımızı yerleştirdik. Dışarıya çıktığımızda saat 10.30’du. Planlarımız dışında görmediğimiz herhangi bir yer kalmamıştı. Bu yüzden kendimizi yeniden amaçsızca Prag sokaklarına attık.

Jecna caddesinden kendimizi dümdüz nehre doğru bırakarak gece gördüğümüz Danseden Kadın binasını bir de gündüz gözüyle gördük. Gerçekten değişik ve ilgi çekici bir bina. Buradan nehir boyunca eski şehre yürüdük ve yolumuzun üstündeki Slovansky adasına çıktık. Ada küçücük ve yemyeşildi. Adada aynı zamanda 2 li ya da 3 lü deniz bisikletleri kiralanıyordu. Ben deneyelim dedim ama Arzu istemedi. (Deniz bisikleti 180 KC, kayıklar 140 KC bir saat) Yola çıkarak 2 gece önce bira içtiğimiz bankın orda bu seferde gündüz kalenin ve Charles köprüsünün fotoğraflarını çektik. Charles köprüsüne doğru devam ettik ve her zamanki kalabalığın içine karıştık. Bu arada tam köprünün girişinde yer alan Charles Köprüsü Müzesine girdik. Giriş ücreti yetişkinler için 150 KC, öğrenciler için ise 70 KC. Köprünün yapımı ile ilgili bolca fotoğraf ve ilginç bir takım nesneler gördükten sonra dışarıya çıktık.

   

Köprüden geri dönerken tam karşıdaki St. Salvator Kilisesine de şöyle bir göz attıktan sonra ara sokaklardan dün gece yemek yediğimiz restoranın oraya çıktık. Bu arada saat yaklaşık 12.30’du. Yavaş yavaş öğle yemeğini yemeye karar verdiğimiz Hanedan Türk Restoranına doğru yönlendik. Oraya vardığımızda mevcut çeşitlerin hangisini seçeceğimiz konusunda bayağı bir bocaladık. En sonunda ben bir tabak kuru fasulye (60 KC) Arzu’da bir tabak patatesli köftede (115 KC) karar kıldık. Üzerine de birer bardak çayımızı içtiğimizde saat 2’ye geliyordu. Oradan kalkıp otele doğru yürüdük ve yoldaki bir marketten meşhur çek likörü Becherevko aldık. Otele geldiğimizde saat 14.15 olmuştu ve eşyalarımızı alıp otobüsün kalkacağı Florenc Otobüs Terminaline gitmek için Kırmızı Hatta (Hat C) bindik ve 2 durak sonra indik. Terminali bulduk ve 6 no’lu peronda Eurolines otobüsünün beklediğini gördük. Otobüs Berlin’den devam edip Stokholm’e kadar gidiyordu. Birer sigara içtikten sonra kalkış saatimiz geldi ve otobüse bindik.

Üç gece dört gün süren Prag seyahatimizin sonunda yorgun ama mutluyduk. Berlin’e indiğimizde saat akşam 8.30 olmuştu…

Seyahatle kalın…