Brugge : Çikolata, Kanallar ve Renklerin Şehri...

Azizler Günü…Ya da All Saints Day…Siz de benim gibi herhangi bir Avrupa ülkesinde bulunan bir Müslümansınız ve Azizler Gününe denk geldiyseniz, bunun bizler için tek bir anlamı olabilir: Yeni bir gezi güzergahı…Ben de bu sefer rotamı gören herkesin dilinden düşürmediği ve anlata anlata bitiremediği Belçika’nın Brugge şehrine çevirdim. Bunun yanında vaktim kalırsa Brugge ile Brüksel arasında kalan tarihi Gent şehrini de ziyaret etmeye karar verdim.

Zamanı en iyi şekilde değerlendirmek için Lüksemburg garından saat 06.20 trenine bindim. Yaz döneminde birkaç ay dışında Brugge’e direkt tren bulunmuyor. Önce Brüksel’e gidiyorsunuz daha sonra aktarma yaparak Brugge’e ulaşabiliyorsunuz. Normal şartlarda elimdeki tren broşüründe Brüksel Nord tren istasyonunda aktarma yapacağım yazılıydı. Ancak tam trene binerken görevliye, biraz da teyit etmek amacıyla, Brugge’e nasıl gideceğimi sordum. O da bana son durak olan Brüksel Midi istasyonuna kadar gitmemi ve orada yeniden trene binmemi söyledi. Biraz kafam karıştı ama görevlinin söylediğini yapmaya karar verdim.

Midi istasyonunda inince hangi trenle gideceğimi başka bir görevliye sordum. O da bana beş dakika sonra trenin kalkacağı peronu söyledi ve koşar adım trene yetiştim. Ve normal plandan yaklaşık yarım saat önce Brugge’e ulaştım. Belçika’da tren bileti aldığınızda o bilet gün boyunca belirtilen güzergahta geçerli oluyor. Yani, yolunuz üstündeki bir noktada inip daha sonra gelen trene binebiliyorsunuz. Bu durum ertesi günkü Gent yolculuğumu bedava getirdi. Bu arada Lüksemburg-Brugge gidiş-dönüş ikinci sınıf tren ücreti 41 €. Brüksel için de aynı ücreti ödüyorsunuz.




Brüksel-Brugge arası bölgesel trenle yaklaşık 55 dakika sürdü. 10.35’de Brugge merkez tren istasyonunda indim. Konaklayacağım hostelin bana gönderdiği e-mailde bulunan yol tarifini izleyerek önce Oostmeers caddesi, sonra sola Eiland sokağı ve devamında Weestmeers caddesini takip ederek Lybeers Travellers’ Hostele (Korte Vuldersstraat, 31) ulaştım. Doğal olarak sabah erken saat olduğu için odam hazır değildi ama çantamı bırakabileceğimi söylediler. Hostelbookers sitesinden ayarladığım tek kişilik odaya 25 € ödedim. Görevli delikanlı, ücreti öderken anahtar depozitosu olarak benden çıkarken geri verilmek üzere bir 10 € daha aldı. Aynı zamanda şehrin güzel bir de haritasını verdi. Kendimi Brugge sokaklarına attığımda saat 11.10’du.



Tüm kaynaklarda ve gezi yazılarında “Kuzeyin Venedik’i” olarak adlandırılan (Amsterdam için de benzer yakıştırma yapılıyor) Brugge şehrinin toplam nüfusu yaklaşık 120.000 civarında. Ben dahil herkesin gezdiği yaklaşık 4,5 kilometre karelik tarihi bölgede ise 20.000 kişi yaşıyor. Yani sizin anlayacağınız Brugge küçük bir şehir. İkinci Dünya Savaşında bombalardan kurtulan Brugge, orta çağdan gelen tüm özelliğini muhafaza etmesiyle ünlenmiş bir şehir. Brugge “köprüler” anlamına geliyor ve kanalları birbirine bağlayan sayısız köprü var gerçektende. İnsanlar güler yüzlü ve sokaklar da tertemiz. Kanallarla çevrelenen tarihi şehir merkezi aynı zamanda UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alıyor.

Meşhur Markt Meydanına doğru yola koyulduğumda öncelikle karşıma Brugge’ün 13. yüzyıla tarihlenen en eski mabetlerinden birisi olan St. Salvator Katedrali çıktı. Ya da daha bilinen adıyla Brugge Katedrali. Malum Azizler Günü ve içeride ayin olduğundan gezme işini daha sonraya ertelemek zorunda kaldım.



Dar sokaklardan uzaktan kulesini gördüğüm yapıya doğru ilerleyince buranın şehrin en popüler kilisesi olan Meryem Kilisesi (Our Lady’s Church-OLV Kerk) olduğunu öğrendim. İnşası 13-15. yüzyılları arasında tamamlanan kiliseyi bu kadar popüler kılan sadece 122 metrelik çan kulesi değil elbette. Ünlü Michelangelo’nun İtalya dışında bulunan en önemli eserlerinden birisi olan “Meryem ve Çocuk (İsa)” (Madonna and Child) burada özel bir bölmede sergileniyor. 1504 yılında yapılan eser bir Brugge’lü tüccar tarafından İtalya’da satın alınıyor ve buraya getiriliyor. Yazılanlara göre Michelangelo yaşarken İtalya dışına çıkarılan tek eseriymiş. Bugüne kadar birkaç kez çalınmış ve her defasında bir şekilde geri getirilmiş. Ayin devam ettiği için maalesef burayı da es geçmek zorunda kalıyorum.

Hemen Kilisenin yanında Eski Saray binası bulunuyor. Gruuthuse olarak adlandırılan tarihi ve görkemli bina orta çağda Van Brugghe ailesine aitmiş. Şimdilerde müze olarak kullanılan yapı maalesef 16 Ekim 2011 tarihinden itibaren süresiz olarak restorasyonda olduğundan içindeki 22 odada bulunan değerli sanat eserlerini, dönemine ait eşyalar ve diğer şeyleri görme şansı bulamadım. Sanatla çok aramın olmadığını yazılarımı takip edenler bilirler. Ama dönemi simgeleyen eşyalar her zaman ilgimi çekmiştir.



Müzenin önündeki küçük meydan çok şık dizayn edilmiş. Özellikle kırmızıya çalan yapraklar tarihi binaya inanılmaz keyifli bir dekor yapmış. İnsan bakmaya doyamıyor. Manzarayı ve burayı fotoğraflamak için adeta birbirleriyle yarışan turistleri seyretmek için burada biraz zaman geçirdim. Turistler kervanına katılmayı da ihmal etmedim tabi. Sarayın şık kapısından çıkar çıkmaz Brugge’ün meşhur kanallarından birisiyle karşılaştım. Kanal boyunca küçük ve şirin evlerin manzarası müthiş. Burası aynı zamanda kanal turuna başlayabileceğiniz beş noktadan birisi. Ben kanal boyunca uzanan basit yerel hediyelik eşya stantlarına göz gezdirirken sanat düşkünleri çoktan arka planda kalan ve Belçika’nın en iyi Güzel Sanatlar Müzelerinden birisi olarak kabul edilen Groeninge Museum’un kapısında kuyruk olmuşlardı bile.



Kanal boyunca yürüdükten sonra sola Wollestraat’a dönerek meşhur Markt meydanına ilerledim. Brugge’deki ilk şokumu bu caddeye adım attığım andan itibaren yaşamaya başladım: Bir şehir bu kadar mı güzel bu kadar mı mis gibi çikolata ve bisküvi kokar? Hep duyardım ama bu kadarını beklemiyordum doğrusu. Ayrıca, bu kadar farklı tür ve şekillerde çikolata yapılabileceğini hayal edemezdim: Sütyen mi ararsınız, otomobil mi bakarsınız, uçak mı istersiniz, çekiç-testere her tür alet–edevat, gömlek, kravat ve bilumum kıyafet… Çeşidi mi, şekli mi, kokusu mu yoksa hepsi birden mi etkiledi bilmiyorum ama çikolata manyağı olduğum kesin. Sağlı sollu dükkanları bir bir geçerken burnunuza gelen o nefis kokular inanın hiç çikolata sevmeyen birisini bile dinden imandan çıkartır. Beni de öyle yaptı (gerçi ben çikolata severim) ve tam vitrinlerden birine bakarken ayağımın altında İngilizce yazılmış “şehrin en iyi çikolatası” tabelasını görünce daldım Moeder Babelutte adlı dükkandan içeri.



Dalmasına daldım ama içerideki yüzlerce çeşidi görünce öyle kalakaldım. Görevli bayan önce Flamanca, anlamadığımı görünce de güzel İngilizcesiyle buyur etti. “Çikolata alacaktım, ama” tarzında saçmaladığımı görünce “burası zaten 150 yıldır çikolatacı” cevabını verdi. Şaşkınlığımı atamadığımı görünce beni rahatlatmak adına ortaya 150 gramlık bir karışık yaptı. Bende birkaç saat boyunca cebimdeki kesekağıdından nefis çikolataları birer birer alıp mideye indirdim. Meraklısı için kilosu 18,85 €.



Ve artık Markt’a ulaşmıştım. Gezdiğim tüm şehirleri dikkate aldığımda gördüğüm en güzel meydanlardan birisi burası. Rengarenk ortaçağ evleri, belediye binası (Town Hall), ünlü Belfry Kulesi, ortasında Jan Breydel ve Pieter de Coninck heykeli, her türlü alternatifi sunan restoran ve kafeleri ve buranın keyfini çıkaran turistleri ile tam bir ortaçağ cümbüşü diyebilirim. Tek sıkıntı meydanın orta bölümünde yapılan çalışmalar nedeniyle bazı bölümlerin yaklaşık iki metrelik plakalarla kapatılmış olması. Ama bu bile sorun olmadı. Beş dakika boyunca durup meydanın tamamını 360 derece dönerek inceledim. Bunu daha sonra da defalarca yaptım. Kesinlikle her türlü övgüyü hak ediyor bana göre.

Meydan ortaçağdan bu yana, hemen yan tarafında yer alan Burg Meydanı ile birlikte şehrin en önemli meydanı. Özellikle geçmiş dönemde ticari faaliyetler bu meydanda yapılmış. Her ne kadar ortaçağdan kalmış gibi görünse de Bölgesel Mahkeme (Provincial Court) binası 19. yüzyılın ortalarında yeniden inşa edilmiş. Ama tamamen aslına uygun yapıldığı için diğerlerinden farkını ayırt edemiyorsunuz. Meydan 1997 yılından bu yana faytonlar dışında trafiğe kapatılmış. Her Çarşamba burada halen yiyecek pazarı kuruluyormuş. İhtiyaç duyabilecekler için meydanın bir köşesinde Carrefour city marketi var.



Meydandaki en göz alıcı eser şüphesiz Brugge’ün simgelerinden birisi kabul edilen 83 metrelik yüksekliği ile Belfry Kulesi (Belfort). İlk kez 1240 yılında inşa edilen kulenin içinde eskiden kumaş borsası yer alıyormuş. Kule birkaç kez yangın geçirmiş ve aslına uygun olarak yeniden yapılmış. Geçmişte gözetleme yeri olarak da kullanılan kule bugün ise enfes bir Brugge manzarası için ideal konumda. Aynı zamanda faal olarak da 47 farklı çan sesi duymanız mümkünmüş. Biraz kararsız kaldığım, biraz da çıkış kuyruğu çok kalabalık olduğu için daha sonraya bıraktım. Ama bir daha da çıkma şansım olmadı. Kuleye çıkış ücreti 8 €.

Kule girişinin hemen önünde iki tane patatesçi var. Önünde sürekli bekleyenleri görüyorsunuz, hiç boş kalmıyorlar. Malum bölgede patates ve türevleri çok popüler. Hatta Brugge’de bir de Patates Müzesi olduğunu okudum ama görmek nasip olmadı. Yıllardır aynı noktada satış yapan patatesçilerden hangisinin daha iyi olduğunu kimse bilmiyormuş. Elimdeki haritada hafta sonları sabah erken saatlere kadar açık olduğu yazıyor. Patates fiyatları boyuyuna göre 2 ila 3,50 € arasında değişiyor.



Meydanın tam ortasında 1302 yılında Fransızlarla yapılan savaşta gösterdikleri kahramanlıklardan ötürü övgüye layık görülen Flaman komutanlar Jan Breydel ve Pieter de Coninck heykelleri bulunuyor. Yapılan çalışmalardan görsel olarak en çok zarar gören de bu heykel. Zira çektiğim daha doğrusu çekmeye çalıştığım fotolarda heykeli görmek neredeyse imkansız.

Bölgesel Mahkeme binasının tam karşısındaki binalar belki de meydanın en eski binaları imiş. Bouchoute Evi’nin cephesi (saatli olan) 15. yüzyıldan kalmaymış. Ve hemen yanında yer alan Craenenburg Cafe’nin bulunduğu binada da, şehrin soyluları, 1488 yılında Avusturya Arşidük’ü Maximillian’ı paket yapmışlar. Sebep mi? Basit, Arşidük soyluların ellerinden imtiyazlarını almak istemiş de ondan…



Ve gelelim meydanın güney tarafına…Aslında buradaki ortaçağ görünümlü binaların pek çoğu sadece görüntü olarak ortaçağlı. Daha çok 19. Yüzyılda inşa edilmişler. Hatta sırf bu yüzden bazıları Brugge için “sahte ortaçağ kenti” tanımlamasını kullanıyorlarmış. Gerçi, ortaçağda yapılsaydı da belirli sürelerde elden geçirilmesi kaçınılmaz olacaktı. Bu detaylar ve tartışmalar Meydanın güzelliğini etkilemiyor bence.

Binaların altında sıra sıra restoran ve kafeler bulunuyor. Tamamında farklı türlerde ama neredeyse aynı fiyatlarda turistik menüler sunuluyor. Brugge mutfağını tatmayı akşam yemeğine bırakarak meydandaki tanıdık mekan olan Subway’e doğru yollandım ve sıcak bir kahve alarak (1,50 €) meydanı seyretmeye başladım. Etrafa bakarken bir grup insanın yolun ortasında sıra halinde beklediklerini fark ettim ama neyi beklediklerini anlamam için birkaç dakika geçmesi gerekti: Brugge’ün en keyifli gezi araçlarından birisi olan faytonları elbette…İri ve asil görünüşlü atların çektiği faytonların sürücülerinin büyük çoğunluğu bayan. Meydandan başlayan ve aynı yerde tamamlanan standart bir fayton turu 36 € imiş. En çok beş kişi binebiliyor.



Kahve eşliğinde seyir keyfimi tamamlayıp notlarımı da toparladığımda saat 12.45 olmuştu. Hemen Mahkeme binasının yanındaki kısa Breidel Sokağından devam edince şehrin diğer önemli meydanı olan Burg’a çıktım. Burg, diğerine göre çok daha küçük ama çevresindeki yapılar hiç de aşağı kalmaz. Geçmişte olduğu gibi bugün de şehrin yönetsel merkezi Burg Meydanı.

14. yüzyıla tarihlenen ve bugün de kullanımda olan Belediye Sarayı (Town Hall), meydanın en göz alıcı binası diyebilirim. Küçük kuleleriyle çizgi filmlerdeki şatoları anımsatıyor. Ön bölümdeki heykeller ve ince işlemeler nefis görünüyor. Okuduğuma göre tam 1376 tane Gotik penceresi varmış. Belirli zamanlarda ziyarete izin veriliyormuş. Sarayın sol tarafında, şehir arşivlerine de ev sahipliği yapan, Brugge Müzesi (Brugse Vrije) yer alıyor.



Sarayın hemen sağ köşesinde, kendi kararmış ama duvardaki figürleri sanki altın suyuna batırılmış haliyle oldukça etkileyici görünen bir başka yapı ise Holy Blood Bazilikası. Bazılarına göre eğer Brugge’de bir tek kilise gezmeye vaktiniz varsa o kilisenin burası olması lazımmış. 12. yüzyılda inşa edilen kilisenin en önemli özelliği Hz. İsa’nın kanının bulunduğuna inanılan camdan bir kutsal emanete ev sahipliği yapması. Tarih boyunca silindir kap hiç açılmamış ama inanç bu yönde. Her Cuma günü halkın ziyaret edebilmesi için kutsal emaneti sergiliyorlarmış.

Meydana açılan daracık Blinde-Ezelstraat’ın süslü kemerinin altından geçerek yeniden kanala çıktım. Minicik köprü oldukça kalabalıktı. Burası bir tür kesişme noktalarından birisi olarak tarif edilebilir. Hemen sağ tarafta köşede tekne turlarının bir no’lu başlangıç noktasını görünce Brugge’ün olmazsa olmazlarından birisi kabul edilen tekne turunun zamanı gelmiştir dedim ve hemen bilet kuyruğuna girdim. Gelmeden önce yabancı forumları okurken “eğer size kaldığınız otel ya da hostelde Brugge Kart diye bir şey verilirse tekne turu sırasında gişedeki görevliye gösterin” diye bir tavsiye okumuştum. Sıra bana geldiğinde gişedeki görevliye kartı gösterip indirim olup olmadığını sordum. Aynen doğruymuş…Normalde 6,90 € olan tekne turu için 5,80 € ödedim. Kısa günün karı diyelim…


Pek çok şehirde olduğu gibi yaklaşık 30 dakika süren Brugge kanal turu da yerli ya da yabancı bazı “high class” gezi yazarları tarafından fazlasıyla turistik bir olay olarak lanse ediliyor. Ben de bu eleştirileri yazanlar gittikleri şehirlerde ne yaparlar çok merak ederim. “O kule turistik çıkmayın”, “bu tur fazla klasik katılmayın”, “o gösterinin bugün için gerçek hayatla ilgisi yok gitmeyin”, “aman şurayı gezmeyin her yerde aynı” diyenler bir akşam yemeğine adam başı 80-100 € hesap çıkaran restoranları ya da geceliği 150-200 €’luk otelleri de öve öve bitiremezler. Ben zaten gittiğim şehre yerleşmek niyetinde değilim ki kardeşim. Turistim, mantıklı şekilde benim için düzenlenmiş aktivitelere de ilgim, bütçem ve zamanım dahilinde katılacağım elbette. Bundan doğal ne var ki…


Beş farklı noktadan başlasa da kanal turlarının hepsi neredeyse birbirinin aynısı. Zaten gezi sırasında diğer başlangıç noktalarını da görüyorsunuz. Kanal turu yürürken gördüğünüz ve gezdiğiniz yerleri farklı bir perspektifle izlemeniz açısından süper. Özellikle bazı noktalarda farklı fotoğraf kareleri yakalamak da cabası tabi. Tekneler çok büyük değil, her tarafı açık, hatta bir iki yerde fotoğraf için ayağa kalkan olduğunda hafiften yüreğiniz ağzınıza geliyor. Tekneyi kullanan kişi küçük bir megafon marifetiyle dört dilde size gördüğünüz yerler hakkında küçük bilgiler veriyor. Gerçi fazla bir şey anladığımı söyleyemem.


Her iki yanda daha rahat oturma yerleri olsa da arkamda kalanları kaçırmak istemediğim için ben ortadaki dar koltukları seçtim. Uzun uzun kanal gezisinden bahsetmeye gerek yok. Yeşiller arasında köprüler, kiliselerin uzun kuleleri, anıtlar ve rengarenk küçük ve şirin evler arasında geçen bir otuz dakika. Brugge’e gelen herkese şiddetle tavsiye ederim. Özellikle birkaç saatlik yürüyüşten sonra iyi de bir dinlenme oluyor.

Kanal turunu tekneyle tamamlamıştım ama aynı rota üzerinde yürüyerek gitmediğim yerler vardı. Bu sefer, Braambergstraat ve devamında Predikherenstraat güzergahında devam ederek tam kanalın kesiştiği köşeden döndüm. Bu arada yol boyunca tarihi doku benimle beraber yürüyordu sanki. Tabi bol bol foto çekmeyi de ihmal etmedim.



Bü yürüyüş beni yağlı boya resmin önemli isimlerinden ünlü Flaman ressam J. Van Eyck’in anıtının bulunduğu aynı adlı meydana kadar getirdi. 15. Yüzyılın başlarında yaşayan Eyck, resimde dinsel öğelerden sıyrılıp günlük hayata yer vermesiyle biliniyormuş. Brugge’de O’nun adına köprü ve restoran da bulunuyor. Burası Brugge’ün en eski bölgelerinden birisi, tarihi 12. yüzyıla kadar dayanıyor. Bu arada Patates Kızartması Müzesi ile Çikolata Müzesi de bu bölgede yer alıyor. Hadi çikolatayı anladıkta patates ne oluyor demeyin. Bölgede patates çok fazla ve lezzetli olunca birinin aklına müzesini de kurmak gelmiş anlaşılan.



Görkemli Şehir Tiyatrosu binası, birkaç kilise, parke kaldırımlı taşlar, rengarenk, çatıları üçgen ufak tefek evler, dantel ve çikolata dükkanları ile şirin dar sokaklar eşliğinde tarihi bölgenin kuzey batı tarafını da talan ettikten sonra Steenstratt üzerinden yeniden Markt’a ulaştım. Açlığımı geçiştirmek için genelde başvurduğum yöntemlerden birisi olan Subway burada da tercihim oldu. 4,30 € ödeyerek mideye indirdiğim 15 cm.lik tavuklu ve duble peynirli sandviçin üstüne 1,50 €’ya bir de kahve aldım ve Quick restoranın dışarıda bulunan masalarında oturup yeniden hareketli meydanı seyrettim.

Saat 16.00 olmuştu ve istikamet sabahtan ayin olduğu için gezemediğim Meryem Kilisesiydi. Bu arada kiliseye yaklaşırken hafiften yağmur çiselemeye başladı. Şemsiyeyi hostelde bırakmıştım ama kabanımın başlığı bu kadar yağmura bana mısın demeyecek türdendi. İstisnalar dışında genelde kiliseler hakkında pek yorum yapmam. Zaten içeridekilerin de pek çoğunun ne olduğunu bilmem ama Meryem Kilisesi iç dekoru, dizaynı ve yapısıyla son dönemde beni etkileyen en güzel kiliselerden birisi oldu.



Kiliseye giriş ücretsiz ama meşhur heykeli ve diğer birkaç parça hazineyi görmek istiyorsanız 4 € ödüyorsunuz. Ben kilisenin güzelliğini görünce açıkçası tercih etmedim ama sonradan da bu nadide eseri görmediğime binlerce kez pişman olduğumu söylemeliyim.

Kiliseden çıktıktan sonra niyetim Minnewater Parkında suyun kenarında biraz dolaşmaktı ama yağmur yağmaya başladığı için bu fikrimden çabucak vazgeçerek rotayı Brugge’un bir başka meşhur gezi noktası olan Park kenarındaki Begijhnhof’a (Beguinage) çevirdim.

Beguinage denilen yer, yüksek ağaçların ve duvarların çevirdiği bir arazi içindeki evler aslında. Farkı ise Brugge şehrinin ve civardaki diğer kentlerin kadın keşişlerinin (Beguine) yaklaşık 700 yıl boyunca burada yaşamış olması. Özünde din temali bir yer olan kompleks ilk kez 1245 yılında Kontes Margaretha de Constantinopel tarafından kurulmuş. Yıllarca başta Haçlı seferlerinde ölenlerin dul eşleri olmak üzere kimsesiz kadınların bir tür sığınma mekanı olmuş. Yalnız sadece fakirlerin geldiği bir yer olarak algılanmasın, oldukça zengin ama huzuru arayan kadınlar da buraları tercih etmişler. Keşişler bu süreçte hayatlarını sürdürebilmek ve fakirlere yardım edebilmek için başta dantel işlemeleri olmak üzere tekstil ürünleri yaparak satmışlar. Artık keşişler yerine 1937 yılından bu tarafa Benedictine Rahibelerinin manastırı olarak kullanılıyor.


Giriş ücreti yok ama bağış kabul ediliyor. Gösterişli giriş kapısı 1776 yılına tarihleniyor. Ama içerideki beyaz evlerin bir bölümünün yapım tarihi bundan da eski. Güney tarafındaki çıkmaz sokağa doğru giderseniz 15 ve 16. yüzyılda inşa edilmiş olan tek ya da iki katlı evleri görebiliyorsunuz. İçerideki kilisenin mazisi 13. yüzyıla kadar gidiyormuş. 1584’deki yangından 20 yıl sonra aslına uygun biçimde onarılmış. Ancak 18. yüzyılın başında her ne hikmetse bugünkü görünümü olan Barok stile döndürülmüş. Kilisede küçük bir ayine denk geldik. Fotoğraf çekmek kesinlikle yasak, zaten dinginlikten aklıma bile gelmedi. Manastırın bahçesini gezerken sessizlikten mi, sakinlikten mi yoksa elimize verilen broşürde okuduklarımızdan mı bilmiyorum içinizde bir huzur oluyor. Belçika’da burası dahil toplam 12 manastır UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde yer alıyormuş.

Yağmur ince ince de olsa halen devam ediyordu. Ara yollardan ve mümkün olduğunca saçak altlarını kullanarak hostele ulaştığımda saat 17.00 olmuştu. Bana verilen 24 no’lu odaya çıktığımda önce biraz şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Ampulün birisi çalışmadığı için cılız kalan bir ışık, duvarların boyası döküldü dökülecek. Bunun yanında pırıl pırıl bir yatak ve tertemiz lavabo. Bir gece konaklayacağım için idare ediyordu işte. Zaten hostelde birkaç aydır süren tadilat çalışmaları daha girince belli oluyor. Bir süre kapatıp yapsalarmış daha iyi olurmuş açıkçası.



Yaklaşık bir buçuk saat dinlendikten ve notlarımı gözden geçirdikten sonra 19.00’a doğru akşam yemeği için hostelden ayrıldım. Özel bir yer olup olmadığını sorduğum görevli delikanlı tatil günü olduğu için pek çok yerin kapalı olacağını hatırlattı bana. Bende akşam yemeğini Markt meydanındaki restoranlardan birisinde yemeye karar verdim.

Gündüz gezerken menülerde dikkatimi çeken şey neredeyse tamamının benzer alternatifleri içerdiği olmuştu. Tüm Belçika’da olduğu gibi burada da midye (mousels) çok popüler. Her türlü sosla, şarapla, birayla, sarımsakla, soğanla nasıl isterseniz midyeleri kısa bir süre haşlayarak tencerenin içinde dumanları tüter halde önünüze koyuyorlar. Yanında da patates kızartması geliyor. Bir tür ekmek niyetine yani. Bunun yanında domuz etiyle yapılan yemekler, günün çorbası, balık çorbası, karides salatası, sarımsaklı ekmek menülerdeki diğer alternatifler. Meydandaki restoranları şöyle bir turladıktan sonra en güzel konumda olduğuna karar verdiğim Belfry’nin karşı tarafındaki köşede yer alan De Beurze’ı seçtim.



Menülerde başlangıç, ana yemek ve tatlı olmak üzere üç çeşit var. Fiyatı ise 16 €. Ben karides salatası, midye (600 gr) ve çikolatalı sufleyi seçtim. Biraz da sulu bir şeyler olsun diyerek ilaveten günün çorbası olan kereviz çorbası ve tavsiye üzerine yerel biralardan birisi olan Leffe sipariş ettim. Yemekler gelene kadar ışıklar altında kalan meydanın güzelliğini seyretmeyi sürdürdüm. Gündüz insanların sıra beklediği yerde şimdi onlarca faytoncu müşteri bekliyordu. Brugge akşam daha sakin bir kent. Bunda pek çok insanın buraya Brüksel’den günü birlik gelmesinin etkisi olsa gerek. Yağmur durdu ama gündüz kendini çok göstermeyen soğuk bu saatlerde iyiden iyiye hissediliyor. Allahtan tam arkamdan sırtıma vuran kocaman bir elektrikli ısıtıcı varda ben bu soğukla çok muhatap olmuyorum.

Kereviz çorbası nescafe bardağı gibi küçük bir kapta geldi. Lezzetliydi. Minik sarımsaklı ekmek parçaları da tereyağ ile servis edildi. Sıkı bir midyeci olduğum için gelen sarımsak soslu midyenin tamamını patatesle birlikte 15 dakika içinde süpürmüşüm. Yalnız menülerde midye 600 gr olduğu için tencerede değil derin porselen tabaklarda geliyormuş. Zira tenceredeki midye 900 - 1200 gr oluyormuş. Bunu, bana hizmet eden garson çocuktan öğreniyorum. Sufleyi çok tutmadım, alternatifi dondurmaydı, keşke onu seçseymişim. Bira için söylenecek fazla söz yok: Mükemmel…



Aslında gezdiğim şehirlerde popüler noktalarda akşam yemeği yemekten hem fiyat hem de “ne zaman kalkıp gidecek acaba” bakışlarından dolayı hep kaçınırım. Daha çok oranın insanlarının tercih ettiği yerleri öğrenmeye çalışırım. Dini tatil günü olması bu sefer beni biraz farklı davranmaya itti. Ama yemek boyunca güzeller güzeli meydan manzarası bana eşlik etti. Yaklaşık 1,5 saatlik yemek keyfimin sonunda garsonun ikram ettiği kahveyi de içerek müsaade istedim. Toplam hesap 25,30 €. (Menü 16 €, büyük bira 5,80 €, ekmek 3,50 €)

Restorandan kalktıktan sonra Burg Meydanını, kanal turu yaptığım bölgeyi, kilisenin dar sokaklarını arşınlayıp kötü makinemle becerebildiğim kadar fotoğraf çekmeye çalıştım. Yeniden yağmur çiselemeye başladı. Bu sefer temkinli davranıp şemsiyeyi yanıma almıştım. Ara sokaklarda ve kanal boyunda biraz daha dolaşıp hostele vardığımda saat 22.30’u gösteriyordu. Ücretsiz bilgisayarda maillerime baktıktan sonra beni çağıran uykuya doğru yavaş yavaş yürümüşüm…
-------------------------
Güneşli bir Çarşamba sabahı çantamı resepsiyona teslim edip bu güzel şehirde birkaç saat daha geçirmek için kendimi sokaklara attığımda saat 09.00’du. Markt meydanında çalışma olduğundan yiyecek pazarı Burg meydanına kurulmuş. Henüz sabahın erken saatleri olduğundan pazar sakin. Sıcak kruvasanların kokusu burnuma kadar gelince sabah kahvaltımı pazardaki seyyar fırının önünde yaptım. (iki kruvasan, bir kahve 3,20 €)



Sabah ilk programım Lonely Planet gezi rehberinin Brugge için çizdiği yaklaşık 2,5 km.lik yürüme rotasını uygulamak. Gerçi bu rotanın neredeyse % 90’ı zaten gezdim ama olsun. Markt Meydanında başlayan, kanal boyunca devam eden, balık pazarı Vismarkt’ı teğet geçen, J. Van Eyck Meydanından ve ara sokaklardan geçerek Burg Meydanında son bulan bu yürüyüş yaklaşık 75 dakika sürdü.

Yürüyüş boyunca iki yer benim için yeniydi: İlki Groenerei ile Peerdenstraat kesiştiği köşede bulunan Meryem ve Çocuk heykeli. Tüm bölgede onlarca benzeri olmasına rağmen rehber kitap bunun daha bir güzel olduğunu yazıyor. Daha önce buradan geçmeme rağmen kanala bakmaktan dikkatimi çekmemişti. İkincisi ise Blekersstraat’ta yer alan 15. yüzyıldan kalma Brugge’ün en eski barı Herberg Vlissinghe.



Yeniden Markt’a vardığımda saat 10.45 olmuştu. İki gündür şehrin tarihi bölgesini talan ederken aynı zamanda en uygun hediyeliklerin (özellikle buzdolabı süsleri ve benzeri şeyler) neresi olduğuna da karar verdim: Belfry Kulesinin arkasındaki dükkanlar. Bunlardan birinden 2,5 €’dan buzdolabı süslerimi aldıktan sonra şehirdeki son hedefim olan Konser Binasına yollandım. Kiremit rengindeki bina Bruge’de inşa edilen son modern yapıymış. Ama gitme nedenim bu değil elbette. Harita-broşürde yazdığı şekilde asansörle son katına çıkıp şehre tepeden bakmak istiyorum. Son kata vardığımda yine bir şok: Normalde 1 € olan panorama bölgesi içeride bulunan sergi nedeniyle geçici olarak 6 € !? Anında bir ters dönüş yaparak kendimi hostelde buluyorum. Çantamı sırtıma alıp tren garına doğru ilerlerken bir gün önce yağmur nedeniyle gezemediğim Minnewater’a giriyorum.



Flamanca’da “minne” kelimesi aşk anlamına geldiği için buraya “aşkın gölü” de diyebiliriz. Park, yeşillerin arasında süzülen bir kanal gölünü de bünyesinde barındırıyor. Keyifli bir gezi ve mesire yeri gibi, Çok büyük değil ama zaten Brugge ne kadar büyük ki? 1740 yılına tarihlenen köprüden şehrin panoramik manzarası gerçekten hoş. Parkta yaz döneminde konserler de düzenleniyormuş.

Park gezimizi de tamamladıktan sonra yolun karşısına geçerek tren istasyonuna doğru yol aldım. Bu arada tren istasyonunun arkasında ve önünde birer tane Carrefour City bulunuyor. 11.58 Gent treni beni bekliyor…

Brugge müthiş güzel bir şehir. Söyleyecek daha öte bir laf olduğunu düşünmüyorum. Mutlaka görün…

Seyahatle kalın…





 Yazılan Yorumlar...
hakangeziyor
(14 Nisan 2015)
Oğuz bey, biletlerin 24 saat geçerli olduğunu biliyorum ama yine de alırken teyit edilmesinde fayda var. İndi bindi uygulaması aynı rota üzerindeki duraklarda sınırsız olarak geçerli. Yani Brüksek-Brugge rotasında Gent de durabilirsiniz ancak önce Bruksele giderseniz sonra Gente gelmek farklı bir rota oluyor. Bu yüzden ya giderken ya da dönerken Genti ziyaret etmeniz daha uygun olur. Gidiş-dönüş bilet fiyatı da 28,20 Euru görünüyor. Şimdiden iyi seyahatler...
oguz
(13 Nisan 2015)
Selam Brugge yazınızı beğendim tebrikler.30 Nisan da orada olacağım kısmetse.Size birkaç sorum olacak; 1-Bruxel-Brugge bileti alınca o gün için mi indi bindi geçerli yoksa alınan saatten itibaren 24 saat için mi? 2-Bruxel den Brugge e sabah gideceğim sonra aynı gün içinde Gent yapıp Brugge e dönmeyi planlıyorum bu şekilde mi ücretsiz yoksa hat üzerinde olduğu için önce Gent te inip gez gel sonra Brugge e devam et bu şekilde mi ücretsiz? Tşk.
hakangeziyor
(30 Ağustos 2012)
Berna hanım, Brükseldeki Midi ve Nord istasyonlarından Brugge için neredeyse her yarım saatte bir bölgesel tren bulabilirsiniz. Bileti önceden almanıza gerek yok. Brugge popüler bir destinasyon olmakla birlikte çok sık tren olduğu için her zaman yer bulabilirsiniz. Bu trenler bölgesel tren olduğu için koltuk sayısına göre satış yapmıyorlar. Zira siz bir bilet aldığınızda o gün içinde istediğiniz saatteki trenle yolculuk yapabiliyorsunuz. Hatta yoldaki bir istasyonda inip (örneğin benim yaptığım gibi Gent) daha sonraki bir trene binerek aynı biletle yolculuğa devam edebiliyorsunuz. Selamlar...
berna
(30 Ağustos 2012)
brukselden brugge trenle gitmeyi düşünüyorum. acaba tren biletimi önceden mi almalıyım yoksa anında oradan temin edebilir miyim? bir de trenler bizim banliyo trenleri gibi mi? yani ayakta yolcu falan alıyorlar mı? yer doldu binemezsiniz gibi bi sorun olur mu:? teşekkürler
hakangeziyor
(09 Şubat 2012)
Gökselim teşekkürler. Filmi görmek bir türlü nasip olmadı ama Brugge'u gördükten sonra mutlaka izlemeye karar verdim. Sakın yolun buralara düşerse Brugge'u görmemezlik etme. Hatta bence yolunu düşürsen iyi olur :)
Sevgiler...
göksel şimşek
(09 Şubat 2012)
Üstadım çok güzel bir yazı olmuş.. In Brugge filmini izlemiştim ve şehir çok etkilemişti.. Merak ettiğim bir yer, işimize yarayacak :) izlemediysen filmini de tavsiye ederim, güzel filmdi, kenti de çok güzel anlatmış.. elinize sağlık...
hakangeziyor
(23 Ocak 2012)
Hocam, bu çikolatacının oldukça popüler olduğunu bilmiyordum. Ama sonradan yazıyı yazarken internetten bakınca bayağı eski ve meşhur olduğunu öğrendim. Çok güzeldi gerçekten. Hem çikolata hem de Brugge :)
Güzel yorumlarınız için sonsuz teşekkürler...
Ufuk
(23 Ocak 2012)
Resimler ile birlikte bu keyifli seyahati tekrat yasattin kalemine ve makinana saglik :)
NEŞE
(22 Ocak 2012)
Sevgili Hakan beni eski dostum Brugge ile yeniden buluşturduğun için çooook teşekkürler...Tüm güzel izlenimlerine ve yorumlarına tamamen katılıyorum,çok kereler gitmiş biri olarak gezdiğin rotaları çok iyi biliyorum.Girişteki havuzlu ve heykelli meydanın altı otopark ,araba ile gidecekler de merak etmesin...Bu arada "Babelutte Ana" çikolatacısı benim de favorimdir ve çok çeşitli Flaman kentlerinde şubeleri var,aynen senin yaptığın gibi bir ufak torba gezerken yenirse şahane oluyor ,özellikle vişne ve portakallı olanlar..Şehirde gezilecek heryeri dolaşmışsın ve beni kıskandırmak için de Leffe biranı içmişsin....Darısı bir kez daha başıma...