Arabamla Afrika - Mısır : 4-Son (Luksor-Karnak-Asswan) | |
Sudan'ın başkenti Hartum'dayım ve sağlığım da yerinde. Size Bawiti'de kaldığım oteldeki ilk gece tanışma faslını anlatmıştım da, kontakt bilgilerini vermemiştim. Bawiti gibi küçük sayılabilecek bir vaha yerleşimi (köy irisi) için oldukça konforlu, temiz ve tertipli bu otelle ilgili; olur da bir gün Mısır'ın Batı Çölü'nde bir macera tatili yapmak, çölün ortasında gerçek bir vahada izole birkaç gün geçirmek isterseniz: Western Desert Hotel Sameer Saada Bawiti, Bahariya Oasis/Egypt Tel : +2 2 847 16 00 Faks : +2 2 847 18 00 GSM : +2 12 433 6015 www.westerndeserthotel.com 16 Kasım Çarşamba sabahı saat 10:00'da Chris otelin karşısındaki restoranda çayını yudumluyordu, ben de restoran sahibinin kaç gündür yaptığı çay teklifini kabul etmek üzere yanına gittim. Bu arada Sameer'in de gelişine kadar vakit geçirmiş olduk. Saat 10:30'da fotoğraflı vedalaşma seremonisini de tamamlayıp otelden ayrıldık. Dakhla 490km'lik yolu tamamlamamız yine de 7.5 saatimizi almış, yemek ve yakıt ikmali molalarımızla. Saat 18:00 civarında Dakhla'daydık. Otelimizi bulmak için birkaç turalamadan sonra, sonuncu seçenek olan Bedevi Vaha Köyü'ne (Beduoin Oasis Village) geldiğimizde, İngilizce bilmeyen çocuklarla anlaşamayınca hep birlikte İslam'ın gelmesini beklemeye başladık, oda fiyatı öğrenebilmek ve odaları görebilmek için. Bedevi kulübeleri şeklinde yapılmış "bungalov"lardan oluşan otelin (aslında Bedevi'den çok Nubiye kulübelerine benziyordu, kerpiç tuğlalarla örülmüş kubbeleri ve çamur sıvaları ile) patronu İslam teşrif etti birazdan. Görüntü "bıçkın turizmci" delikanlı, konuşma desen hakeza. Anlaşılan pazarlığa açık. LE200'le başlayan 2 kişi yarım pansiyon fiyatı yarıya indiğinde biz artık yeteri kadar zorladığımıza karar vermiştik. 6-7 ailelik bir Hollanda grubuyla birlikte akşam iğreti bir Bedevi Gecesi etkinliğine de konuk olduk. Hoş, sabah bu "etkinliğin" aslında ekstra olduğunu, hatta kahvaltıda içilen çaylar için de ekstra ödeneceğini söylediğinde İslam'ın bir gün önce verdiklerini geri almak kararında olduğu çıktı. Hatta çalışanlar için de bir "bahşiş" faturası hazırlıyordu ki, kendisine "yolunmaya henüz hazır olmadığımız" açık bir dille hatırlatıldı. Planlayıp da alamadığı ekstraların hayal kırıklığı içinde bizi uğurlarken, içimden kendisini "yılın girişimcisi" olarak seçmiştim bile. İstikbal vaadediyor bu çocuk. Turizmci dediğin böyle olur işte! Ertesi günü Luxor'a kadar olan 550km'lik yolun Baris yol ayrımından sonraki son 235 km'lik kısmında saydığım toplam araç sayısı bir elimin parmaklarından daha azdı. Chris de bu yoğun trafik ve benim konuşkanlığımdan (!) yorulmuş olacak ki, geceki uykusunu kısa göz dinlendirmeleriyle takviye etti. Yol o kadar tenhaydı ki, polis kontrolları bile alısılmışından cok seyrekti. Size daha önce bahsetmedim Mısır karayollarındaki polis kontrollarından. ülkenin Asyut kentinde 1970'li yıllardan itibaren başlayan asırı dinci orgütlenme, özellikle 1990'lı yıllarda yabancı turistlere karşı saldırılar seklinde sesini duyurmaya başlamış. Son olarak 1997 yılında gerçekleştirilen ve -yanlış hatırlamıyorsam- 27 turistin ölümüyle sonuçlanan Luxor saldırısının ardından hükümet, ülkede çok sıkı güvenlik onlemleri alınması gerektiğine karar vermiş. Bu yüzden, -özellikle turistlerin yoğun ilgi gösterdiği bölgelerde sıklığı artan bir şekilde-, her yerde polis kontrolları yapılıyor. Luxor gibi yerlerde bu kontrollar neredeyse adım başı. Kontrollarda ne mi oluyor? Genellikle iki polis arabaya yaklaşıyor, size "kısaltılmış" bir İngilizce ile hangi ülkeden olduğunuz (What from? şeklinde) ve nereye gittiğiniz (Where to go? şeklinde) soruluyor. Nereden geldiğiniz ve nereye gittiğinizi söylüyorsunuz, diğer polis de -konuya gösterdiği ciddiyete bağlı olarak- ya düzenli tutulan bir deftere, ya bir not kağıdına, ya da o an elinde olan gazetenin köşesine söylediklerinizi not alıyor. Eğer arabada farklı ülkelerden birden fazla kişi varsa, bu durumda soruyu soranın yüzü buruşuyor, birden fazla bilgi kaydetmenin vereceği zorlukla. Ama, bunun da bir çaresi var tabii; yanındakine dönüp "Muhtelif!" diyor. Bunu öğrendim ya, Chris yanımdayken polis durdurduğunda ben de "Muhtelif!" diyordum, bir anda polisin yüzü gülüyordu, fazla (!) yazmaktan kurtulmanın verdiği mutlulukla. Ama, işin açıkçası alınan bu önlemler bana biraz teröristlere karşı gözdağı vermek, turistlere karşı da "bizim güvenli kollarımızdasınız" demek içinmiş gibi geldi. Luxor Luxor'da neredeyse her rehber kitaba girmeyi başarmış bir backpacker's (sırtçantalı turist) oteli var; temizliği dillere destan. Adı: Happy Land Hotel. Ayrıca, çok çeşitli tip ve fiyat yelpazesinde de odaları mevcut. Birkaç kişilik dormitory (yurt) tipi odalardan, tek kişilik ve banyolu odalara kadar. Hedef Happy Land Hotel. Navigasyonu yapacak bir co-pilot da olunca, hedefi bulmak kolay oluyor tabii. Otelin bulunduğu sokak bir "mesken" muhiti ve pek göz kamaştırcı bir görüntüsü olduğu söylenemez. Ama, otelden içeri girince, hele bir de odaları görünce, rehber kitaplardaki methiyeleri hakettiğini anlıyorsunuz. Bu sınıfta bir otel için son derece temiz. Herşey açık ve seçik bir şekilde anlatılmış: Oda fiyatına nelerin dahil olduğu (havlu sayısı, sabun ve tuvalet kağıdı, kahvaltıda nelerin verildiği v.s.) yazılı olarak size sunuluyor. Ayrıca fiyatlar son derece ucuz ve geniş seçenekli listesinde de her keseye uygun bir tanesi mutlaka çıkıyor. Örneğin benim kaldığım en pahalı, içinde banyo ve tuvaleti olan oda fiyatı LE450 (yaklaşık USD8). Tabii bu söylediğim fiyatlar, bu sayfayı izleyen bazı dostlara çok gülünç gelebilir ama, ben seyahati planlarken kendime, herşey dahil (Araçla İstanbul'dan hareket ettiğim 15 Ekim tarihinden (dahil) itibaren ve Cape Town'da aracın gemiye bindirilmesine kadar yapılacak tüm harcamalar. Yani yemek ve konaklamanın yanı sıra, aracın sınır geçişleri için yapılacak ödemeler, feribotlar, yakıt ve bakım giderleri, vize harçları v.s. dahil, aracın gemiyle İstanbul'a gönderilmesi hariç) günlük USD50-60 cıvarı gibi bir hedef koymuştum. Bu hedef, bu tür seyahatleri yapıp da, daha ekonomik bütçeler hedefleyenlere karşın benim; 1. Bu tür konaklama şartlarına pek alışık olmamam nedeniyle kendime biraz daha tolerans tanımam (örneğin haftada ortalama bir kez lüks bir otel konaklama hakkım var.), 2. Yalnız ve arabayla seyahat ediyor olmam nedeniyle masrafların yalnızca "bir" kafaya bölünüyor olması gibi aleyhime olan faktörleri kompanse edecek -kendimce- bir emniyet payı idi. Her nekadar şimdilik bu seviyeyi yakalayamamışsam da, hedef bu. Dolayısıyla, böyle bir hedef tutturmak için, belirttiğim tarzdaki ucuz ve mütevazı otellere yönelmek durumundayım. Ha, böyle değil de hep lüks otelde kalırsam ne olur? 1. Olay amacının dışına taşar, lüks bir "safari"ye dönüşür. Burada amaç ülkeleri ve dolayısıyla ve de aslen insanlarını tanımaktır. Lüks otelde ülke tanıyamazsınız. Ancak lüks oteller hakkındaki bilgi dağarcığınızı "faydalı bir şekilde" geliştirmiş olursunuz. 2. Gereksiz yere pahalı bir seyahat gerçekleştirmiş olurum. 3. Zaten her yerde iyi otel bulma olasılığı yoktur. Otelin sahibi Mr.İbrahim; bizlerin hamisi, benim iyi bir Müslüman olabilmem için öğretmenim ve de her konuda yardımcı olmaya çalışan kilit adam pozisyonunda. Arada sırada beni kenara çekip, hergün beş vakit camiye gitmem ve Kur'an okumam konusunda telkinlerde bulunuyor. Efendim, Luksor bildiğiniz gibi antik Mısır'da Firavunlar'ın Yeni Krallık döneminde başkentlik yapmış Teb şehri üzerinde inşa edilmiş. Burası aslında turistlerin en çok rağbet ettikleri Mısır şehri ve Mısır'ın ekonomisinde önemli bir kaynak olan turizm gelirinde en büyük katkıyı da Luksor sağlıyor. Sebebi de, Mısır tarihini şöhrete ulaştıran, o göz kamaştırıcı ihtişamıyla herkesin ilgisini çeken ve şu anda çoğu Kahire Müzesi'nde sergilenmekte olan tarihi eserlerin büyük bir kısmı, işte bu Yeni Krallık döneminin kalıtarı ve insanlar bu kalıtların bulunduğu yerleri görmek için akın akın buraları ziyarete geliyorlar. Teb'in (ya da üzerine kurulu bulunan Luksor'un) yerleşim olarak ünlenmesini şu anda önemli bölümleri ayağa kaldırılmış iki büyük tapınak; Luxor ve Karnak tapınakları sağlamışlar. Şehrin hemen göbeğinde yer alan Luxor Tapınağı, Yeni Krallık döneminin ilk sülalesi olan 18. sülaleden III.Amenofis tarafından yaptırılıyor. Daha sonra II.Ramses tarafından da tadil edilen tapınak,hayatının ileriki dönemlerinde Romalılar tarafından kullanıldıktan sonra uzunca süre terkediliyor. Zamanla çoğu kısmı toprakla örtülen tapınağın bulunduğu yere daha sonra bir köy kuruluyor ve tapınak duvarları arasında hayat yeniden başlıyor. Burada bir Mısır dönemi tapınağı olduğunun 1881 yılında Arkeolog Gaston Maspero tarafından keşfedilmesinden sonra gerekli kazıların yapılabilmesi için köyün tapınak dışına taşınmasına karar veriliyor. Köyden kalan tek anı ise 13. yüzyılda yapılmış olan Şeyh Yusuf el-Haccac Camii. Caminin oturduğu bölüm kazılamadığı için, tapınak tabanıyla cami tabanı arasında kalan yükseklik farkından, tapınağın nekadar kalın bir kum/alüvyon karışımı katman altında kaldığı açıkça belli oluyor. Yapıldığı yıllarda, Luxor Tapınağı'nın ana girişinden Karnak'a yaklaşık 2 km uzunluğunda sfenksli bir yolla ulaşılırmış. Bu yolun Luxor'a yakın olan küçük bir kısmı hala duruyorsa da, büyük bölümü yok olmuş. Yine tapınağın ihtişamlı ana girişinin solunda pembe granitten bir dikili taş bulunuyor; simetriğinde ise, eşinin bazası... Ancak herbiri yaklaşık 25 m yüksekliğinde olan bu dikili taşlardan şu anda yerinde durmayanı 19. yüzyılın başından itibaren yeni ikametgahı olan Paris'teki Concorde Meydanı'nı süslemeye başlamış. Niye mi? Mehmet Ali Paşa (Kavalalı) tarafından Fransa halkına armağan edilmiş (Ahmetciğim! Yanılıyorsam lütfen düzeltir misin?). Ne güzel, değil mi? Bir ülkenin tarihi mirasını, o ülkenin halkına sormadan bir başka ülkenin halkına armağan etmek... Karnak Tapınağı (aslen Amon Tapınağı olarak bilinir), 11. sülale döneminde mütevazı bir tapınak olarak yapılmış. Ancak her sülale birtakım ilavelerle tapınağı büyütmüş ve sonunda muazzam bir yapı ortaya çıkmış. O kadar büyük bir tapınağın külfeti de büyük oluyor tabii; 19. sülale döneminde rahip ve hizmetkarlarla birlikte yaklaşık 80.000 görevli çalışıyormuş. 1.000 yılı aşkın bir süre kumlar altında kalan tapınakla ilgili ilk kazı çalışmaları 19. yüzyılda başlamış ve hala devam etmekte. Tapınağın en etkileyici yeri, 134 dev sütunla desteklenen tavanı olan Büyük Hipostil Salonu. Luxor'da "turistler tarafından mutlaka ziyaret edilmesi gerekenler" listesinin başında yer alan Luxor ve Karnak (Amon) tapınaklarını gezip sıcaktan ve yorgunluktan baygın bir şekilde sürünerek otele dönerken, turistlere karşı aşırı sevgi gösterilerini sergilemekten kaçınmayan "felluka"cılar ve at arabacılarından kurtulmak için çaba gösteremedim bile. Onlar da, benden hiçbir tepki alamamanın rahatlığıyla, pazarlama hünerlerini en üst limitlerine kadar sergilediler. Hepsini hayal kırıklığına uğrattığım için üzgünüm ama, 122 fellukacının girişiminin başarısızlığını gören 123'üncüsünün, yine de kendi fellukasına davet etmeye çalışması da benim kabahatim değil doğrusu. Akşam otelde Chris'le buluşup, Asswan'dan Wadi Halfa (Sudan) yapacağımız feribot yolculuğu hakkında ne yapacağımızı kararlaştırmak ve Etiyopya'ya kadar son alkollü içkileri içebilmek üzere Chris'in gözüne çarpan İrlanda Pub'ına gittik. Bir İrlanda Pub'ından çok, bayramda ziyaretçilerin ağırlandığı bir salon görünümündeki pub'da biralarımızı içerken Asswan planı da şekillendi. Buna göre, ertesi sabah Chris, trenle Asswan'a gidecek ve feribot biletlerini almaya çalışacak, başarırsa bana iletilmek üzere otele haber bırakacak, ertesi gün de (20 Kasım Pazar) ben Asswan'a gideceğim. Ertesi sabah meşhur Teb vadilerini gezmek üzere otelden ayrıldım. Aslında Luxor'un bugünkü yerinde kurulmuş olan ve tarihi Mısır'ın Yeni Krallık Dönemi'nde başkentliğini yapmış olan Teb'den bahsedilince Kral ve Kraliçe Vadileri ile Hatşepsut Tapınağı akla geliyor.Yeni dönem Firavunları'nın (Kral Vadisi'nde) ve onların eş ve çocuklarının (Kraliçe Vadisi'nde) görkemli mezarlarına mekan olan vadiler, Nil'in batı yakasında yer alıyor. Her ne kadar en görkemlilerinden olan Kraliçe Nefartari ve IV. Ramses'inki de dahil olmak üzere çoğu mezar gerek restorasyon, gerekse "dinlendirme" amacıyla (mezarlar, turistlerin ziyaretleri sırasında yıpranıyor ve bunun etkisini azaltmak için "nöbetleşe" ziyarete açılıyor) ziyarete kapanmışsa da, olanlarla "idare etmek" üzere 36 derece sıcaklıkta yola koyuldum. Otobüsler dolusu turistin büyük bir görev sorumluluğuyla bir mezardan diğerine akınları -nedense- bana yere dökülmüş yemek artıklarını keşfeden karıncaların yiyecekleri yuvalarına taşıyabilmek için telaşlı koşuşturmalarını hatırlattı. Orada bulunmanın yüklediği sorumluluğun gereği ben de bu kervana katıldım ve mezarlardan -elimdeki rehber kitabın da yardımıyla- seçebildiğim üçüne daldım. Kral Vadisi'nde satılan biletler ancak üç mezarı ziyaret etmeniz için. Tutankamon'un mezarı ise bunların dışında; onun için ayrıca bir bedel ödemelisiniz. Dolayısıyla, eğer bir biletiniz var ise, -açık olanlarından- sizce en önemli olan üç tanesini önceden belirlemelisiniz. Mısır'ın diğer turistik bölgelerinde olduğu gibi burada da turistin attığı her adımdan gelir sağlamak hedeflenmiş. Bu amaçla, araç park yeri (turist otobüsleri ve diğer tüm ziyaretçilerin araçlarının park edildiği) ile vadilerin girişinde yer alan bilet gişeleri arasına öyle bir geçiş yapılmış ki, gelen herkes kafileler halinde, orada bulunan turistik eşya satıcılarına ait dükkanların önünden resm-i geçit yapmak zorunda kalıyor, girişte de, ayrılırken de... Tabii bu geçit resminde satıcıların ısrarına dayanamayan bazı talihsiz turistler, hangi dostlarına hediye edeceklerini bilemedikleri ellerindeki bilmem kaçıncı hediyelik eşyalarına bakıp kara kara düşünerek otobüslerine biniyorlar. Bir başka "çarpıcı" gelir yöntemi de mezar girişlerinde görevli tarafından dağıtılmakta olan mukavva parçaları. İçerinin dayanılmaz sıcak ve bunaltıcı havasından bir parça olsun kurtulmaları için bu "el yapımı yelpaze"lerin bir jest olarak sunulduğunu sanan zavallı turistler, bu hizmet karşılığı çıkışta bahşiş istendiğini görünce, bir sonraki mezara girerken her iki ellerini doldurarak görevlinin bu "jest" teklifini nazikçe geri çevirmenin yöntemlerini aramaya çalışıyorlar. Kahire'de Mısır Müzesini ziyaret ederken gördüğümüz o nadide parçaların bulunduğu bu mezarlar kireçtaşı kayaların içerisine metrelerce oyulmuş tüneller ve bu tünellerin açıldığı mezar odalarından oluşuyor. Açılan bu tüneller ve mezar odalarının milimetrik düzgünlüğü, duvar süslemelerinin -ki özellikle günümüze kadar bozulmadan kalabilmiş olanlarının- ihtişamı karşısında şapka çıkarmamak mümkün değil. Yine de, "bu ihtişam neden?" diye sormadan edemiyor insan. 18. sülale döneminde Kraliçe Hatşepsut zamanında kendi adına yapılan Hatşepsut Tapınağı, kısmen -fonunu oluşturan- kayalara oyulmuş. II. Ramses ve sonraki bazı Firavunlar tarafından tahrip edilen tapınak daha sonra Hristiyanlar'ca manastıra dönüştürülmüş. Akşam Chris Asswan'dan dönmüştü. Asswan'daki durum şöyle: Wadi Halfa'ya geçmek üzere bekleyen 5 araba ve 1 motosiklet var, hepsi benim gibi overlander (kıta aşırı seyahat edenler). Ancak bunların (ve tabii benim de) nasıl geçeceği meçhul. Size daha önce, Asswan (Mısır)-Wadi Halfa (Sudan) arasındaki bu feribot yolculuğundan bahsetmedim sanırım. Bildiğiniz gibi Asswan'da bir baraj var; Yüksek Asswan Barajı (bunun bir de "alçağı" olduğu için, "Yüksek" ibaresi özellikle kullanılıyor). Ve tabii her barajın olduğu gibi, onun da bir baraj gölü... Ama bu öyle her baraj gölü gibi değil; dünyanın en büyük "insan yapısı" gölü. Bu göl, biraz politik biraz da terörist faaliyetlerden korku nedeniyle kesilen karayolu bağlantısı dışında Mısır'la Sudan arasındaki tek "karadan" geçit noktası. Göl feribotla geçiliyor ama feribot yalnızca insan taşımaya yarıyor. Büyük eşyalar ve arabalar (3 taneye kadar) ise bazen feribotun peşine bağlanan bir salla taşınabiliyor. Bu salın ne zaman bağlanacağı ise tamamiyle bir sır. Daha fazla araba talebi olursa da bu durumda minik bir çıkarma gemisi görünümünde ve 9 arabaya kadar alabilen bir başka "mavna" hizmete sokuluyor. Feribot, Asswan'dan haftada bir kez Pazartesi günleri var ve kalkış saatinden itibaren -normal şartlar altında- 17 saat sonunda Wadi Halfa'ya ulaşıyor. Mavna ise, normal olarak feribota yakın bir saatte kalkıp 24 ila 36 saat arasında bir sürede aynı mesafeyi katediyor. Chris'in Asswan gezisi sonucu feribotla ilgili konunun ertesi gün netleşeceği anlaşılıyor. Planımız, sabah ilk konvoyla Asswan'a gidip diğer overlander'cılarla buluşmak ve 21 Kasım Pazartesi feribotu ile ilgili gerekli işleri tamamlamak. Daha önce de bahsettiğim gibi, özellikle 1997 saldırısı ardından turistleri "koruma"ya yönelik önlemler kapsamında Luxor'dan Asswan'a gitmek isteyen turist araçlarının bir konvoy eşliğinde götürülmesi de bulunuyor. Buna tur otobüsleri de dahil. Asswan'dan hergün sabah 07:00 ve 14:00'de konvoy hareket ediyor ve önde ve arkada birer polis aracı eşliğinde 235km'lik yolu katediyor. Ertesi sabah erkenden kalkıp konvoya katılmak üzere yola çıkıyoruz. Konvoy kalkış noktasını uzun arştırmalar sonucu bulduktan sonra -söylendiği gibi ve şaşırtıcı bir şekilde- saat tam 07:00'de hareket ediyoruz. Biz konvoyun sonlarındayız. Yola çıktıktan sonra tüm tur otobüs ve minibüsleri arasında sebebini anlayamadığımız amansız bir yarış başlıyor ve baştaki polis arabası ile birlikte hızla uzaklaşıyorlar. Hiçbir acelesi olmayan ben ve benim gibi ikinci bir araç dışında konvoydan eser yok. Arkadaki polis aracı da "araba kullanmasını bilmeyen" bu acemi şöförlerden sıkılmış olacak ki, arada bir ortadan yok oluyor, tekrar ortaya çıktığında da bizi "gaza getirmek" için sirenine hafifçe dokunuyor. Neyse, yaklaşık 3 saat süren bir yolculuk ardından Asswan'a varıyoruz. Asswan'ın girişinde kocaman göbekli, beyaz sakallı şişman bir Hollandalı yolda karşılıyor bizi. Chris tanıştırıyor; Luc. Luc benim arabaya biniyor, Chris buluşma noktasına yürüyerek gidecek. Telaşlı bir adam Luc. O gün Asswan'da yapılan maraton nedeniyle kesilen yolu, polisleri zorlayarak açtırmaya çalışıyor. Başaramayınca polisin gösterdiği yolu izlemeye karar veriyoruz ama, o yol da başka bir polis tarafından kesilmiş. Bizle birlikte arkamızdan gelen onlarca araç tarafından arkadan sarılmış vaziyetteyiz. Arkadaki araçlar bozguna uğramış orduların ricat vaziyetinde akrobatik manevralarla geri dönüyorlar. Ben de her iki dikiz aynasından arkamı kollayarak geri geri gidiyorum, araya giren insanlar ve manevra yapan kamikaze minibüslere çarpmamaya gayret ederek. Hızım yaklaşık 5km/saat. Gözümü sol aynadan sağ aynaaya (ya da tersi) alırken arkamda bir patlama oluyor ve araba hafifçe sarsılıyor. Arkamda normal istikametinde gitmekte olan minibüs, kaşla göz arasında geri gidip yandan çıkmakta olan bir araca yol vermeye karar veriyor ve iki geri giden araç (benimki ve o minibüs) arka arkaya çarpışıyor. Sonuç: Benim stepnem onun arka camını patlatıyor. Üzgünüm! Luc hemen omuzu kalabalık bir polis bulup getiriyor bir yerlerden. Tarafları uzlaştıran polis, minibüs şöförünü kazanın oluşmasında ne kadar haksız olduğu konusunda ikna edip, görevini, büyük bir başarı ile tamamlıyor. Asswan'a girişimizden itibaren birkaç dakika içerisinde gelişen bu olaylardan ve sıcaktan serseme dönen ben ise şaşkın bir şekilde, artık çözülmeye yüz tutmakta olan trafik keşmekeşinden buluşma noktasına doğru arabayı sürüyorum. Buluşma noktası, ferıbot biletlerinin alınacağı şirketin önü. Araçların hepsi orada, mürettebat da... Herkes toplanmış ve bizi bekliyor. Ben de katılınca önce durum hakkında bir "brifing" veriyorlar. Feribot (insan taşıyan) biletleri ile ilgili sorun yok, bileti alıp binebiliyoruz. Ancak araçlar için feribot dışındaki mavnayı kiralamak zorundayız. Kira bedelini benim de katılmamla 6 olan araç sayısına böldüğümüzde ortaya çıkan rakam ise, normalde araçlar için alındığı iddia edilen miktarın üzerinde. Bu durum, diğerlerinde "kazıklanılıyor" hissi uyandırdığı için rahatsızlar. Miktar, ertesi gün -arızasını gidermesi durumunda- Luxor'dan gelmesi beklenen 7. aracın gelmesi halinde bile "resmi" yayımlanmış rakamın üzerinde kalıyor. Topluca ve tek tek yaptıkları girişimler, fiyatın değişmesine yardımcı olmamış. Yapacak fazla birşey yok ama, ben bir kez de "pazarlık üstadı bir Türk işadamı" olarak şansımı denemem konusunda ikna ediliyorum. Görevliyle tek başıma görüşmeye gidiyorum. Yukarı çıkıp müdürün odasına giriyoruz. Randevu alırken "Müslüman Türk" olarak lanse ediyorum kendimi, sekretere. Müdüre, "bu işi ilk kez yapacak bir Türk" olarak fiyat karşısında hayal kırıklığına uğradığımı, kendisinden tatmin edici bir indirim için ricacı olduğumu söylüyorum. Yalvar-yakar %12 kadar bir indirim alıyorum. Aşağıya indiğimde göstermiş olduğum "performans" nedeniyle herkes tebrik ediyor, niyeyse. Biletler alınıyor ve herkes ertesi gün yolculuğu hazırlıkları için dağılıyor. Kendime sessiz odası olan bir otel bulup yerleşiyorum. Tarih 20 Kasım 2005... Akşam arabanın -tüm yedek depoları ile birlikte- yakıt ikmalini yapıyorum. Bundan sonra her konuda tedarikli olmak lazım. İçme suyu ve yiyecek stoğunu yapıp, yanıma alacağım yiyecek, giyecek ve kamp malzemelerini koyacağım sırt çantamı hazırlıyorum. Bu sırt çantam dışında bir de fotoğraf çantamı alacağım. Bilgisayarım ise arabada kalacak. Wadi Halfa'da araba gelene kadar hepsini birden kontrol altında tutmam zor çünkü. Akşam üstü kısa bir Asswan turu sonrasında dinlenmek üzere otele dönüyorum. Sabah Chris'le birlikte baraj gölü kıyısındaki feribot iskelesine yollanıyoruz. Yolda eski baraj ("alçak" olanı) ve yeni barajı (Yüksek Asswan Barajı) geçip feribot iskelesine varıyoruz. Asswan'da iki tane baraj var. Bunlardan birincisi İngilizler tarafından 1902 yılında tamamlanmış. Elektrik üretmek ve Nil'in taşkınlarını kontrol etmek amacıyla kurulan barajın taşkınlar konusunda yetersiz kaldığı ortaya çıkınca yüksekliği daha sonra iki kez arttırılmış. Yapıldığı dönemde dünyanın en büyük barajıymış. Asswan Yüksek Barajı ise 11 yıl süren bir inşaat sürecinin ardından 1971 yılında tamamlanmış. 3.830 m uzunluğunda ve 111 m yüksekliğinde olan baraj duvarının temeldeki genişliği 980 m. Peşinde, dünyanın en geniş baraj gölünü barındıran Asswan Yüksek Barajı'nın yapılması ile, göl alanında kalan bölgede birçok tarihi eser sulara gömülmüş. Kurtarılanlardan en önemlisi ise bilindiği gibi Abu Simbel Tapınağı. Yekpare bir kaya kütlesine oyulmuş olan Abu Simbel, baraj inşaatı sırasında -UNESCO'nun katkısıyla- gerçek yerinden 210 m geriye ve 65 m yukarıya, yine bir kaya kütlesi oyularak, yerleştirilmiş. Yüksek Asswan Barajı'nın tamamlanması ile birlikte baraj gölünün kapladığı Nübye (Nubian) bölgesindeki binlerce Nübyeli de daha önce sahip oldukları verimli toprakları terketmek zorunda kalmışlar. Feribot iskelesine giderken yolda bir bisikletli "seyyah"ı geçiyoruz. Chris'le bisikletçinin işinin ne kadar zor olduğundan bahsediyoruz. İskeleye vardıktan bir süre sonra bisikletli de yanımıza geliyor, sohbete başlıyoruz. Adı Nando. İspanyol, daha doğrusu Barselonalı, yani Katalan. Bisikletiyle dünyayı dolaşıyor. Şimdi sıkı durun : Süre 10 yıl. Birazdan diğer arabalar da geliyor. Luxor'dan gelmesi beklenen 7. arabanınn da katılmasıyla birlikte araçları yüklemeye hazır hale geliyoruz. Grupu kısaca tanıtayım: - Toyota Land Cruiser HJZ75/Luc: Hollandalı, yaklaşık 60 yaşlarında. 3. kez tek başına Afrika turu yapıyor. - Toyota Land Cruiser HJZ75/Hendrik ve 3 arkadaşı: Hendrik Mozambik'te İsveçli bir yardım kuruluşunda çalışıyor. Arkadaşları Mozambik'e vardıktan sonra dönecekler. Aralık sonunda Mozambik'te olmaları gerektiği için biraz "zamana karşı" yarışıyorlar. - Land Rover Defender 110HT/Bill ve Clair: İngiltere'den genç çift - Land Rover Series III SW : Hollanda'dan genç bir çift - Land Rover Defender 110SW : İngiliz genç bir çift. - VW Minibus/Rupert ve 3 çocuğu: Eski bir VW minibüsle Afrika aşacak olan Rupert eşini 2.5 yıl önce kaybetmiş. 4, 5 ve 7 yaşlarında üç çocuğu ile geziyor. Daha sonra arada bir bahsedeceğim. - BMW motorsiklet/Martin : Martin Çek Cumhuriyeti'nden. O da Cape Town yolcusu. Araçlarımızı mavnaya yüklüyoruz. Her araçla en fazla bir kişinin mavnada seyahat etmesine izin veriliyor. Ben böyle birşey düşünmediğim için benim, feribotla gideceklerden Hupert (ve çocukları) ile Land Rover'lı Hollandalı çiftin haklarını diğerleri kullanıyor ve böylece feribot-mavna paylaşımı da tamamlanıyor. Feribotta seyahat etmek için iki alternatif var: Birinci ve ikinci mevki. Birinci mevki, içinde yalnızca ranzalı iki yatak bulunan kısıtlı sayıda kamaradan oluşuyor. Tuvalet ve lavabo dışarıda. İkinci mevki ise, geminin alt güvertesinde karanlık ve havasız bir salonda koltuklardan... Bilet fiyatlarına, seyahat sırasında yiyeceğiniz bir akşam yemeği de dahil. Arabalarımızı yerleştirdikten sonra çantalarımızla feribotun yolunu tutuyoruz. Feribota giriş, bir kişinin ancak geçebileceği tek bir kapıdan yapılıyor. Kapının önü izdiham. Bir yandan içeri girmeye çalışan yolcular, bir yandan yolcuların "bagajları"nı içeri taşıyan ve içeriden boş dönen hamallar, bir yandan feribot görevlileri... Zar zor kendimizi daracık kapıdan içeri atıp, birinci güvertede kamaramızı buluyoruz. Eh, uyku tulumlarımızda yatabiliriz fena değil. Ardından üst güverteye, açık havaya çıkıyoruz. Nando'da bisikletini yerleştirmiş, çantalarını sökmüş ve kendine "yaşam mekanı" hazırlamış. Saat 11:00 cıvarı. Feribot saat 12:00'den "sonra" kalkacak. Ama ne kadar sonra olduğunu sormayın. 12:00 cıvarında mavna hareket ediyor. Bizim ne zaman hareket edeceğimiz ise meçhul. Yolcuların yerleşmesi tamamlandı ama "bagajlar" hala yüklenmeye devam ediyor. Bu feribot , Mısır'dan Sudan'a "sınır ticareti" yapan kişilerce çok kullanılıyor. Aklınıza ne gelirse götürüyorlar Sudan'a; battaniyeden matkaba, televizyondan konserveye, cipsten kasete daha neler neler yok ki... Geminin çeşitli yerlerine dağılan onlarca battaniye paketlerinden birkaç tanesini de bizim bulunduğumuz köşeye koyuyorlar, üzerine oturalım diye. Gece bunlar Nando'ya yatak olacak. Rahatımız ve keyfimiz yerinde, anlayacağınız. Seyahatin Mısır kısmı, 21 Kasım 2005 tarihinde saat 19:30 civarında feribotumuzun -nihayet- limandan ayrılmasıyla tamamlanmış oldu. Feribot anıları ile birlikte Sudan’da görüşmek üzere... |
Yazılan Yorumlar... | |
NEŞE (12 Şubat 2012) |
Heyecanla okumaya devam...Önce Karnak ve Luksor tapınaklarında esrarlı bir tarihe tanık olduk,sonra baraj gölünü nasıl geçeceğimizi düşündük...Seyahati biz de yaşıyoruz...Teşekkürler... |