Gent : Belçika'nın Bilinmeyen Güzelliği...

Brugge gezimi tamamladıktan sonra saat 11.58 treni ile Gent’e hareket ettim. Belçika’da tren sistemi oldukça güzel çalışıyor. Bilet aldığınız hat üzerinde başka yerlerde inip daha sonraki trenle yolculuğunuza devam edebiliyorsunuz. Gent şehri de Brugge ile Bruksel arasında olduğu için herhangi bir ücret ödemeden yolculuk yapma şansınız var. Güzel ve güneşli hava aynen devam ediyor. Yaklaşık 14-15 derece. Yeni yerler keşfetmek için harika bir gün.

Yaklaşık 25 dakika sonra Gent Sient-Pieters tren istasyonuna ulaştım. Elimdeki çantayı bırakabileceğim bir emanetçi aradım ama bulamadım. Görevliye sorduğumda bana otomatik makineleri gösterdi. Sistem şöyle çalışıyor: Küçük, orta ve büyük dolaplar var. Siz bagajınızın boyutuna göre bunlardan birisini seçiyor ve eşyanızı oraya koyup kapağını kapatıyorsunuz. Sistem dolabı otomatik olarak kilitliyor ve size atmanız gereken ücreti yazıyor. Tüm gün emanet ücreti sırasıyla 3 €, 3,5 € ve 4 €. Parayı attığınızda üzerinde barkot olan bir fiş alıyorsunuz. Bunu saklayın. Döndüğünüz zaman optik okuyucuya bunu okuttuğunuzda kapak otomatik olarak açılıyor.





Brugge’de kaldığım hosteldeki çocuk Gent’e gideceğimi öğrenince tıpkı Brugge’de olduğu gibi orada yaşayan insanların hazırladığı Gent harita-broşürünü verdi. Bir de güzel bir espri yaptı: “Ünlü Yüzüklerin Efendisi filminin İki Kulesi vardı, Gent’te ise Üç Kule var”. Hoş…Verdiği broşürde “herkesin yaptığı gibi 1 no’lu tramvaya binmeyin! Bizim gibi 4 no’lu tramvayı kullanın ve normalde turistlerin pek görmediği Gent’i de görün” diye bir not vardı. Bende bu niyetle geldim tramvay durağına. Otomatik bilet makineleri en çok 5 € kağıt para kabul ediyordu ve bende de en küçük 20 € olduğu için döndüm yeniden tren istasyonuna. Sorduğum birkaç dükkan bozmayınca ne yapacağımı düşünürken istasyonun içinde bir Türk dönercisi gördüm. Çok aç olmama rağmen sırf para bozulsun diye bir döner sipariş ettim (2,95 €). Lezzeti fena değildi.

Otomatik makineye 1,20 € atarak 60 dakika geçerli biletimi aldım. Tren istasyonuna göre sağ tarafta kalan duraktan 4 no’lu tramvaya bindim (Moscou yönüne doğru). 1 no’lu tramvayla normalde en çok 15 dakikada gidilecek mesafeyi 4 no’lu tramvayla yaklaşık yarım saatte aldım. Ama bu minik yolculuk sırasında Gent’in işçi mahallesi Muıdebrug’u, her tarafta Türkçe isimli kahve, berber, bakkal, kuyumcu ve restoranın bulunduğu Türk mahallesi Heilig Kerst’i görme şansım oldu. Gravensteen Kalesinin (Castle of the Counts) bulunduğu aynı adlı durakta indiğimde saatim 13.30’u gösteriyordu.





Gent, Belçika’nın Flaman bölgesindeki Doğu Flandre ilinin merkezi konumunda. Nüfusu yaklaşık 245.000. Şehrin isminin Kelt dilinde “iki nehrin kesiştiği yer” anlamında kullanılan “Ganda” kelimesinden geldiğine inanılıyor. Bu iki nehir Lys ve Scheldt nehirleri. Şehrin yazılı tarihi daha çok 630 yılında Aziz Amandus’un buraya gelip bir manastır kurmasıyla başlıyor. Şehir 11-16. yüzyıllar arasında Avrupa’nın en büyük şehirlerinden birisi haline gelerek (65.000 nüfusuyla Paris’ten sonra ikinci) altın çağını yaşıyor. 1913 yılında düzenlenen Dünya Expo Fuarı nedeniyle şehir baştan aşağı elden geçiyor. Hatta bugün orta çağdan kaldığını zannettiğimiz pek çok eser aslında o dönemde inşa ediliyor ya da eklentiler yapılıyor. Bunlardan birisi de Gravensteen Kalesi.

Kalenin anlamı “Kontların Şatosu”. 12. yüzyılda Kont Philip tarafından yaptırılmış. Kont’un yola çıkış noktası “Kimin bu bölgenin patronu olduğunu herkese göstereceğim”. Bir tür güç gösterisi yani. 14. yüzyıla kadar Kontların ikametgahı olarak kullanılan kale daha sonra mahkeme binası, hapishane olarak kullanılmış. 20. Yüzyılın başlarında ciddi bir renovasyondan geçmiş, surlar yeniden inşa edilmiş, fazlalık yapılar yıkılmış. Bu yüzden de Gent halkı “şimdi bu bizim otantik kale mi?” sorusunu sormuşlar zaman zaman.





Ne kadarının sonradan yapılma olduğunu bilmiyorum ama kale gerçekten buram buram ortaçağ kokuyor. Surları ve kuleleri oldukça haşmetli. Bugün için bazı odaları müze olarak düzenlenmiş. İçeride hapishane zamanından kalma işkence odaları, giyotinler, dönemin kıyafetleri ve bazı eşyalar bulunuyormuş. Fazla zamanım olmadığı için sadece girişteki geniş bölümü gezebildim. Böyle yerleri çok sevdiğim için buna üzülmedim dersem yalan söylemiş olurum. Kaleyi gezmek isteyenler için giriş ücreti 8 €. Buna içeride kalenin tarihiyle ilgili video gösteri de dahil.

Kalenin hemen giriş bölümünde bulunan St. Veerle Meydanı oldukça şirin bir yer. Tezgahlarda çikolata ve waffle satanlar, ortasındaki güzel anıt ve kafeler, kırmızı tuğladan yapılma binalar ve köşedeki heykellerle süslü giriş kapısı ile her daim hareketli olduğu belli.

Doğrudan tüm günümü geçirmeyi planladığım tarihi merkeze gitmeden önce, gelmeden aldığım notlara sadık kalarak diğer bölgeleri gezmek istediğim için, meydana açılan Kraanlei Caddesine döndüm ve kanal boyunca devam ettim. Buradaki kanal ve evlerin manzarası ilk anda tipik bir Brugge hatırlatması yapıyor. Ancak, Gent, kanallarla öne çıkan bir şehir değil anladığım kadarıyla. Gerçi burada da eski evler, hoş manzaralar var; hatta tekne turuna da katılabiliyorsunuz.





İlk hedefim Patershol. Kiremit rengi tuğlarla yapılmış daracık sokağa daldığımda notlarımı yeniden karıştırdım. Orta çağda kentin ticaret merkezi, 20. yüzyılın başlarında fahişelerin kol gezdiği genelev mahallesi olarak ün yapan bölge 2. Dünya Savaşından sonra yapılan renovasyonla bugün şehrin trend kafe ve restoranlarının bulunduğu bir bölge.

Daha sonra sırada 14. yüzyıla tarihlenen Folklor Müzesi (Kinderen Alijns Godshuis) vardı. İlk yapıldığında yaşlı ve muhtaç kadınların barınabileceği bir bina olarak inşa edilmiş, daha sonra folklor müzesine dönüştürülmüş. Geniş bahçesiyle oldukça ferah bir yer. Bana Brugge’de gezdiğim Begijhnhof’u hatırlattı. Hani şu kadın keşişlerin yıllarca yaşadığı kompleks. Belki de çok benzeyen mimarisi bende bu çağrışımı yapmıştır.

İkinci köprüden (Krommeval) kanalın karşısına geçerek biraz yürüdüğümde meşhur Vrijdagsmarkt’a geldim. Her cuma günü burada pazar kurulduğu için bu büyük meydanın adı Cuma Pazarı olarak geçiyor. 1340 yılında İngiltere Kralı 2. Edward’ın Fransa Kralı oluşunun ilan edildiği meydan sayısız kutlamalara ve savaşlara tanıklık etmiş. Tam ortasında Fransa ile mücadelenin kahramanı olarak kabul edilen Jacob Van Artevelde’nin heykeli bulunuyor. Tezatlıklar bu noktada başlıyor tabi. Kendisini kahraman ilan edenler daha sonra O’nu öldürüyorlar. Ne oldum dememek lazım…Meydan, ortaçağ mimarisine ait çok hoş yapılarla çevrelenmiş. Altlarında da her zaman olduğu gibi çok sayıda kafe, bar ve restoran mevcut.





Meydanın ortasından devam eden Baudela caddesindeki bir binanın altındaki kapalı antika pazarına şöyle bir göz attım. Antika dediğime bakmayın ismi öyle; pek değerli bir şeyler satıyormuş havasında bir mekan değil. Yol boyunca evlerin mimarisi çok hoşuma gitti. Birbirine bitişik, genelde renkli ön cepheleri bir hayli dar olan bu evlerin arasında devam eden yürüyüşüm beni St. Jacob Kilisesine çıkardı. Kiliseyi dışarıdan fotoğrafladıktan sonra önce Belfortstraat, sonra da sola doğru Hoogpoort boyunca yürüdüm. Bu sırada karşıma Carrefour City çıkınca hemen su takviyesi yaptım. Yolun sonu beni bir başka hareketli meydan olan Groenten’e çıkardı. Merkeze doğru sola döneceğime oldukça kalabalık görünen sağ taraftaki Lange Munt caddesini gezdim. Gördüğüm kadarıyla burası çok lüks dükkanların olduğu bir cadde değil, tam tersine bazılarını Almanya’dan bildiğim daha çok düşük bütçeli alışveriş dükkanları mevcut. Cadde inanılmaz kalabalık, burada 4 €’ya şemsiye, 1,5 €’ya atkı, 12 €’ya mont alabiliyorsunuz.





Artık Gent’in en popüler bölgesine gitme vakti gelmişti. Benim için burası artık gezinin finali olarak da görülebilir. Zira bundan sonraki yaklaşık üç saat boyunca o kilise, bu katedral, o kanal bu köprü hep bu iki kilometrekarenin içinde dolaştım. Öncelikle şehrin tam merkezi olarak kabul edilen Korenmarkt’a geldim. İnanılmaz renkli ve keyifli görüntülere sahne olan meydandan tramvayda geçiyor. Sokak çalgıcıları, satıcılar, bilindik ya da bilinmedik fast food ve diğer restoranlar, kafeler, sokak gösterisi yapanlar… Pizzahut’ta bir kahve molası vererek (2,25 €) hem yorgunluğumu giderdim hem de gelip geçeni seyrederek gezi notlarımı toparladım.




Saat 15.00 olmuştu. Meydandan sağa doğru meşhur St. Michael Köprüsüne (St. Michaelshelling) döndüm. Ortaçağdan kalma bu köprü pek çok açıdan uğranılması gereken bir nokta: Birincisi, Gent’teki meşhur “üç kule”nin enfes panoramik fotolarını buradan alabiliyorsunuz. İkincisi, kanal boyunca uzanan meşhur Graslei ve Korenlei caddelerini ve küçük limanı en güzel fotoğraflayacağınız yer olması. Son olarak da hemen sonunda yer alan 15. yüzyıl yapımı St. Michael Kilisesine gidebilmek için.

Köprüden Gent’in meşhur kulelerinin görüntüsü gerçekten nefis. En önde St. Nicholas Kilisesi, arkasında Belfry ve en sonda ise St. Bavo’s Katedrali. Pek çok turist bulunduğum noktaya gelip bu muhteşem üçlünün fotoğrafını çekmeden şehirden ayrılmıyormuş. Haklılar da… Ama daha önce söylediğim gibi, şehrin en sevilen yerlerinden birisi olan Graslei ve Korenlei’nin kanalla bütünleşmiş manzarası da harika. Bir gün yolunuz Gent’e düşerse bu köprüye uğramadan şehirden ayrılmayın derim.




Köprüden devam ederek Kilisenin bulunduğu St. Michael Meydanına kadar yürürken çok da iyi olmayan makinemle çekebildiğim kadar fotoğraf çekmeye çalıştım. Kilise sadece yaz döneminde ziyarete açık olduğu için geriye dönüp yönümü St. Nicholas Kilisesine (St. Niklaaskerk) çevirdim ama bakımda olduğu için orayı da gezemedim. Bu yüzden bu heybetli ortaçağ kilisesini sadece dışarıdan fotoğraflamakla yetindim. Zaten elimdeki notlarda bu kilisenin sürekli bakımda ya da onarımda olduğu, bu yüzden de “fazla yeni” gibi göründüğü yazıyor. İlave olarak da nedense Gentliler tarafından çok sevilmezmiş. Vardır bir hikmeti…

Kilisenin hemen arkasında meşhur Belfry ya da Belfort adlı kule bulunuyor. Dönemin Flaman şehirlerinin neredeyse tamamında simgesel bir anlamı olan bu tarz kulelerin en güzellerinden birisiymiş buradaki. 14. yüzyıla tarihleniyor. Şehrin bağımsızlık ve güç göstergesi. En tepesinde yer alan ejderha figürü aynı zamanda Gent’in de simgesi, şehrin koruyuculuğunu yapıyor. Devasa çanlarıyla kule uzun yıllar çevreyi gözetlemek için kullanılmış. Özellikle o dönemlerde yangın en büyük tehditlerden birisi olduğu için kule önemli bir işlev görüyormuş. Yangın dışında evlilik, ölüm, saldırılar gibi aklınıza ne gelirse çanlar vasıtasıyla halkın dikkati çekilirmiş. Kule 1999 yılından bu yana bölgedeki diğer 29 kuleyle birlikte UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde yer alıyormuş. Hem zamanım hem de kule havam olmadığı için ben yukarıya çıkmayı tercih etmedim ama meraklısı için çıkış ücreti 5 €.





Sırada “Üç Kule”nin sonuncusu ve belki de en önemlisi beni bekliyordu: St. Bavo’s Katedrali (Sint-Baafskathedraal). Katedral önce 942 yılında inşa edilmiş, sonra 1038 yılında romanesk tarzda ilaveler yapılmış. Nihayet yetersiz kaldığı görülünce bu sefer 15 ve 16. yüzyıllarda Gotik tarzda eklemeler yapılmış. Yani sizin anlayacağınız ne ararsanız mevcut. Ancak katedrali popüler kılan özelliklerinden birisi de Jan ve Hubert Van Eyck kardeşler tarafından yapılan meşhur “Mystic Lamb” tablosu. “Gent Altarı” olarak da adlandırılan bu eser tanrıya sunulan adaklarla ilgili bir dizi resimden oluşuyor. Nerede olduğunu öğrenmek için görevliye sorduğumda ayrı bir yerde sergilendiğini ve maalesef dini bir bayram olması nedeniyle bugün ziyaret edemeyeceğimi öğreniyorum.

Bu tarz sürprizlere alışık olmak lazım. Zira sizin için Avrupa’da sadece tatil anlamına gelen dini bayram günleri Hıristiyanlar için özel şeyler ifade ediyor. Bu yüzden bazı önemli yerlerin ya da sergilerin kapalı olmasına alıştım ben. Paskalya döneminde yaptığım gezilerde de bunun örneklerine rastlamıştım. Kısmet diyorum ve gezime devam ediyorum. Ama yine de internetten bir fotosunu bulup buraya aldım. Bu arada eseri gezmek için ödeyeceğiniz tutar 4 €.





Sırada şehrin bir diğer görülmesi gereken yerlerinden birisi olan Graslei ve Korenlei caddeleri ve küçük liman vardı. St. Michael Köprüsünden panoramik fotosunu çekmiştim ama oraları teneffüs etmek de lazım tabi. Oraya giderken yolumu değiştirip Avrupa’nın her şehrinde birbirine benzeyen alışveriş bölgesinden geçtim. Bu bölgenin en popüler caddesi üç kulenin olduğu meydandan başlayarak yaklaşık bir kilometre boyunca devam eden Veldstraat. Elbette onu kesen diğer küçük sokaklar. Burası için söyleyebileceğim çok fazla bir şey yok: Bilindik popüler markalar, mağazalar vb…

Yerel halktan herhangi on kişiye şehrinizin en güzel yeri neresi diye sorarsanız dokuzundan alacağınız cevap Graslei olurmuş. Burası ortada kanal ve her iki yanında uzayan Graslei ve Korenlei caddelerinden oluşuyor. Sonunda da tarihi küçük liman var. Sanki ortasından su geçen bir meydan gibi. Tabi bu meydanı çevreleyen tarihi ve renkli binaları da unutmamak lazım. Genci, yaşlısı, turisti yerlisi kimi ararsanız burada bulabiliyorsunuz. Bazen kanal kenarındaki banklarda otururken, bazen minik yürüyüşler yaparken bazen de kanalın keyfini çıkarabileceğiniz kafe ve restoranlarda mola vermişken.





Graslei’nin en güzel binalarından birisi 12. yüzyılın sonlarına tarihlenen Spijker. Eskiden limana gemilerle gelen buğdayın öncelikle bekletildiği ve depolandığı bir ambar olarak inşa edilmiş. Bir diğer dikkat çekici binada Bağımsız Denizciler Birliği Binası (The Guild House of Free Sailors). Limanın kullanımına yönelik ayrıcalıkları olduğu için son derece güçlü bir esnaf birliğiymiş.

Kanal kenarında biraz dolaştıktan sonra meydandaki hediyelik eşya dükkanından 2,75 €’ya bir magnet satın aldım. Gezi boyunca çok az yerde kentle ilgili bu tür şeylerin satıldığını gördüm. Yeniden Groetenmarkt’a çıktım ve mis gibi waffle kokusunu alınca çok da beğenmesem de çikolatalısından bir tane aldım (2,50 €). Fena değil ama benim için olmazsa olmazlardan değil waffle.

Hava çoktan kararmıştı. Amatör makinemle üç kulenin ve çevrenin gece fotoğraflarını çekmeye çalıştıktan sonra artık yavaş yavaş tren istasyonuna doğru devam etme zamanı gelmişti. Bu sefer fazla vaktim kalmadığı için 1 no’lu tramvaya binmem gerekiyordu. Ancak, duraktaki makinelerde İngilizce dil seçeneği olmadığı için yoldan geçen birisinin yardımıyla tek gidişlik biletimi aldım (1,20 €). Kalabalık caddeyi adeta yararak geçen tramvayla tren istasyonuna vardığımda 18.40 trenine on dakika kalmıştı. Yolumuz uzun…Önce Brüksel, oradan da yaklaşık üç saat Lüksemburg…

Belçika’nın bu az bilinen şehri Gent’i ben çok sevdim. Daha fazla da kalınabilirdi aslında. Brugge ve Brüksel arasında kaldığı için hak ettiği ilgiyi görmediğini düşünüyorum. Bir gün yolunuz benim gibi bu bölgeye düşerse birkaç saatinizi Gent’e ayırmanızı tavsiye ederim. Eminim, pişman olmayacaksınız.

Seyahatle Kalın…





 Yazılan Yorumlar...
füsun korkmaz
(21 Eylül 2012)
Bir Belçika gezisi planlarken, Gent hakkınd ki bu kapsamlı yazıyı çok beğendim. Çok faydalı oldu. Teşekkür ederim. Hep geziyor olmak umuduyla..
hakangeziyor
(14 Şubat 2012)
Ben Genti çok sevdim Neşe Hocam. İnanın daha fazla zaman geçirilebilirdi derken samimiydim. Biraz arada kalmanın ilgisizliğini yaşıyor gibi geldi bana. Altar nasip olmadı. Belki bir daha ki sefere kısmet olur diyelim. Teşekkürler...
NEŞE
(09 Şubat 2012)
Sevgili Hakan, yine eski bir dostla özlem giderdim sayende...Ghent i 3-4 kez gördüm, yaz mevsimi ayrı güzel, kışı başka güzeldir..Buradan hareket eden teknelerle tüm gün süren Schelde nehri turu çok keyiflidir. St. Bavo katedralindeki ünlü Altar gerçekten çok önemli çünkü Jan van Eyck ilk defa yağlıboya kullanan sanatçı...Sonsuz teşekkürler.