Keyifli bir tren yolculuğunun sonunda saat 10.30’da merkez tren istasyonunda indiğimde Brüksel’le ilgili garip bir merak içindeydim. Çevremdeki insanlardan dinlediğim kadarıyla benim gibi turistik olarak seyahat edenlerin çok fazla beğenmeyip sıradan bulduğu ama belirli bir süre yaşayanların ya da buraya sık gelenlerin anlata anlata bitiremediği Brüksel…Yaklaşık bir milyon nüfusu ile Avrupa’nın modern başkenti…Bakalım günün sonunda bu merakımı giderecek kadar fikir sahibi olabilecek miyim…
Brüksel’de her şeyden önce nefis bir hava karşılıyor beni. İyi ve yağmursuz olacağını biliyordum ama sabahın erken sayılabilecek bu saatinde bile insanın içini ısıtan bir güneşle karşılaşmayı doğrusu beklemiyordum. Daha şehri gezmeye başlamadan tüm planımı değiştirerek Brüksel’e bu ilk gelişimde hiçbir kapalı mekana girmemeye karar vererek müze ve diğer gezilerimin tamamını daha sonraki gelişime ya da gelişlerime sakladım. Sonuç olarak üç saatlik mesafede yer alıyordu ve önümde kara kış beni bekliyordu.
Brüksel merkez tren istasyonunda indiğinizde harita falan açmanıza gerek yok. Sizinle birlikte inen kalabalığı aşağıya doğru (Infante Isabella) cadde boyunca takip ettiğinizde zaten kendinizi küçük ve hareketli bir meydanın içinde buluyorsunuz. Meydan Grasmarkt ya da Agora diye geçiyor. Çevresinde kafeler, restoranlar, bölgeye özgü patatesçiler yanında basit hediyelikler, antikalar, el yapımı eşyaların satıldığı küçük bir de pazar var. Meydanın tam ortasında ise 1881-1889 yılları arasında Belçika’da belediye başkanlığı yapan Charles (ya da Karel) Buls’un köpeğiyle birlikte heykeli mevcut. Meydanın hareketli oluşu ve havası hoşuma gitti ama kahve keyfimi turizm danışmadan bir harita tedarik ettikten sonra meşhur büyük meydana sakladım.
Gelmeden önce hazırlık yaparken Brüksel’de sokak ve cadde isimlerinin iki dilde yazıldığı için uzun olduğunu okumuştum. Gerçekten de öyle, önce Fransızcası yazıyor sonra da Flamancası. Arka arkaya yazdıkları için de sanki upuzun bir ismi varmış gibi geliyor insana. Az sayıda sokak ya da meydanda alt alta iki tabela da var ama genelde tek tabelada yazılmış.
Grand Place’a dönmeden önce köşede turizm danışma ofisini buldum. Aslında burası şehrin değil bölgenin turizm ofisi. Şehrin ofisi büyük meydandaki belediye binasının altında. Ofisten şehrin haritasını istediğimde yetkili şahıs iki farklı harita olduğunu, birisinin merkez (20 cent) diğerinin ise tüm Brüksel’i kapsadığını (50 cent) belirtti. Benim sağım solum belli olmaz diyerek büyük olanı aldım. Avrupa’da haritaları ücretle satma işi Belçika’ya özgü bir şey herhalde. Zira Brügge’de de elimde hostelden almış olduğum farklı ve komik harita olmasına rağmen sırf değişiktir diye turizm danışmadan istemiştim ve onlar da benden 50 cent istemişlerdi. Adama bunu söylediğimde aldığım cevap aynen şu oldu: “Başka yerlerde sokakta gezmek için bile para ödeyebiliyorsunuz”!??...Acaba bu komiklik için de Belçika Turizm Bakanlığı bunlara para ödüyor mudur?
Ve geldik Grande Place meydanına… Ya da büyük meydan, ya da Grote-Markt artık her ne derseniz. Tarihi 10. yüzyıla kadar gitse de bugünkü halini 17. yüzyılın sonlarında alan meydanın en göz alıcı binası hiç kuşkusuz belediye binası (Hotel de Ville). 1695 yılında Fransa Kralı 14. Louise şehrin bombalanması emrini verince Brüksel ve meydan ciddi hasar görmüş. Ama kısa sürede meydana hakim olan lonca birlikleri tarafından dört yıl gibi kısa sayılabilecek bir sürede aslına uygun olarak restore edilmiş. Tabi meydanın çektikleri bununla da kalmamış. 1700’lerin sonunda ortaya çıkan devrimci hareket meydanda önemli tahribatlar yapmış. Yeniden toparlamak ise daha önceden bahsettiğim eski belediye başkanı Charles Bul’a kısmet olmuş. Meydana açılan yedi farklı sokak var. Meydan 2010 yılında bir internet sitesinde yapılan ankete göre Avrupa’nın en güzel meydanı seçilmiş. (İkincisi Kızıl Meydan, üçüncüsü ise Nancy’deki Stanislas Meydanıymış)
Kendi içinde bir dikdörtgen avlu etrafında yer alan binalardan oluşan Belediye Binası (Town Hall) nın en eski bölümü bugünkü doğu yönünde kalan yani sol taraftaki bölümmüş. 96 metrelik görkemli kulesi ise daha sonradan 1455 yılında eklenmiş. Her ne kadar 1695 yılındaki bombalardan nasibini almış olsa da kule tüm bombalara karşı şiddetli bir direnç göstererek ayakta kalmış. Ön cephesinde 19. yüzyılda yapılmış olan soylulara ve azizlere ait heykeller bulunuyor. Belediye başkanı halen bu binada görev yapıyormuş. Tek kelimeyle muhteşem bir yapı. Sadece rehberli turlarla gezilebiliyormuş ve bunun için de iki hafta öncesinden rezervasyon yapılması lazımmış. Sizin anlayacağınız bize de karşısına geçip uzun uzun seyretmek kaldı yine.
Tam Belediye Binasının karşısında, meydanın diğer önemli yapılarından birisi olan “Kralın Evi” (Maison du Roi – King’s House) yer alıyor. 1873 yılında ayakta kalma riski taşıdığı gerekçesiyle yıkılıp aslına uygun olarak yeniden yapılan bina bugün Şehir Müzesi olarak hizmet veriyor. Binanın kemerli cepheleri çok estetik duruyor. Tam ortasında büyük bir merkez kule ve yanlarda da daha küçük ikişer adet kule var. Diğeri kadar görkemli olmasa da son derece şık ve estetik bir bina olduğu kesin. Brüksel’e ait pek çok eserin sergilendiği müzenin giriş ücreti ise 4 €.
Elbette meydanda bulunanlar sadece bu ikisi ile sınırlı değil. Her ne kadar internetteki forumlarda pek çoklarınca görülecek bir şey olmadığı söylense de Belçika Bira İmalatçıları Müzesi (Museum of Belgian Brewers) de burada yer alıyor. 5 €’luk müze ücretine bir de bira ikram ediliyormuş. Bunun dışında çikolata dükkanları, kafe ve restoranlar, eski lonca binalarının bulunduğu doğu kanadı ayrıca seyre değer yerler. Her iki yılda bir Ağustos ayında Grande Place değişik bir etkinliği de ev sahipliği yapıyormuş: Milyonlarca begonvilden oluşan devasa bir “Çiçek Halısı” . Fotoğraflardan gördüğüm bu halıyı canlı izlemek isterdim.
Meydana çıkan Letuve sokağından kalabalığı takip ederek ilerledim. Sokaklar mis gibi çikolata ve waffle kokuyor. Müze sergi salonu gibi özenle dizilmiş çikolatalar bir yana, sağlı sollu dükkanlarda sadesinden meyvelisine, çikolatasından her neyli isterseniz çeşit çeşit waffle mevcut. Almasanız bile renkli ve mis kokulu bu görsel şöleni mutlaka durup izlemelisiniz. Ben etrafa hayran hayran bakarken, dükkanların isimlerinden ve çevredeki resimlerden Brüksel’in en az Grande Place kadar popüler bir başka yerine geldiğimi anladım: Manneken Pis, yani meşhur İşeyen Küçük Çocuk heykeli.
Letuve ve Grands Carmes sokaklarının kesiştiği yerde bulunan çeşmede yer alan bu 61 cm boyundaki bronz heykel 1600’lü yılların başlarında yapılmış. Defalarca çalınıp sonradan bulunup yerine monte edilmiş. Bakmışlar ki bu iş böyle olmayacak 1965 yılında şimdi bizim gördüğümüz birebir kopyasını yapmışlar. Aslını da Şehir Müzesine saklamışlar. Kimilerine göre Paris için Eyfel Kulesi ne ise Brüksel için de bu heykel aynı şekilde. Peki nedir bu küçücük “terbiyesiz” heykeli Brükselliler için bu kadar önemli kılan?
İnternette küçük bir arama yaptığınızda onlarca hikaye karşınıza çıkıyor. Bunlardan birisi 2 yaşındaki Leuven Dükü hakkında. Savaş sırasında komutanlardan birisi minik Dükü bir sepete koyar ve askerleri cesaretlendirmesi için ağaca asar. Minik Dük buradan çişini yapar ve karşı taraf savaşı kaybedince efsane devam eder gider. Bir diğerinde ise Brüksel kuşatma altındadır. Düşman normal koşullarda şehir surlarını aşamayacağını anlayınca duvar diplerine patlayıcı yerleştirmeye karar verir. Küçük bir çocuk olan Julianske bunu duyar ve patlayıcılar yerleştirildikten sonra bunların yanına gider ve işeyerek söndürür. Böylece şehir istiladan kurtulmuş olur. En turistik olanlarından birisi ise şehri gezmeye gelen zengin bir tüccarın kaybolan oğlunun, yoğun çabalar sonucunda bir bahçede işerken bulunması ve tüccarın bunun üzerine bir bronz heykel yaptırması. Finali ise en bilinenlerden birisi ile yapalım; bir yangın sırasında kralın sarayına kadar ulaşan alevleri işeyerek söndüren ve böylece sarayı yanmaktan kurtaran küçük bir çocuk anısına inşa edilmesi.
Daha onlarca hikaye var. Zaman ve mekanlar değişse de hepsinin ortak yönü işeme faaliyetinde bulunan bir çocuk. Bu yüzden heykelin böyle yapılması son derece normal tabi. İşin ilginç tarafı halkın bu hikayelerden biri ya da bir kaçına inanarak bu küçücük heykeli gönülden benimsenmesi ve ona sahip çıkması. Aksi durumda zaten ne kadar zorlasanız da bu kadar popüler olamazdı. Heykelin aynısından bir adet de Brükselle kardeş şehir olan Japonya’nın Tokushima şehrinde varmış. Hatta heykelin bir de kız versiyonu var; Jeanneke Pis. Ama o farklı bir yerde ve daha sonra ziyaret edeceğim.
Heykel deyip geçmeyelim; 500’den fazla farklı renk ve desenlerde kıyafeti var ve daha önceden belirlenmiş bir takvime göre düzenli olarak bu kıyafetler kendisine giydiriliyor. Kıyafetler ise Şehir Müzesinde sergileniyor. Ben oradayken mavi beyaz kostümü içinde çok şık ve şirin görünüyordu. Bu arada Bira festivali zamanında heykelden su yerine saatte 70 litre bira aktığı söyleniyor.
Arka taraftan dolaşarak bu sefer Brüksel’in bir başka popüler yeri olan Kasaplar Sokağına (Rue des Bouchers) ulaştım. Buranın ünü masaları dışarılarda, yürümenin bile neredeyse imkansız olduğu, sağlı sollu onlarca restoranın bulunmasından geliyor. Kimilerine göre önceki dönemlerde enfes yerel lezzetleri bulabildiğiniz bu sokak bugün için mirastan yiyerek hizmete devam ediyor. Henüz yemek saati olmadığı için nispeten benim gibi dolaşanlar fazlalıkta olsa da eminim oldukça kalabalık oluyordur. Bu arada turistler için farklı menüler var ve fiyatları içeriğe göre 13,90 €’dan başlıyor.
Kasaplar sokağındaki gezim arka kapısından giriş yaptığım Galeries Royales Saint Hubert’le devam etti. 19. yüzyılın ortalarında inşa edilen alışveriş merkezi, üç farklı pasajdan oluşuyor. Bana Milano’daki Vittorio Emanuele II alışveriş merkezini anımsattı. 200 metrelik cam tavanı ile oldukça gösterişli bu alışveriş merkezinde en çok dikkatimi çeken ise birbirinden şık çikolata dükkânları ve kafeler oldu. Niyetiniz yoksa bile başınızı döndürmeye fazlasıyla yetiyor.
Galeria’nın ana giriş kapısı daha önce uğradığım Agora Meydanına açılıyor. Meydanda kalabalık daha da artmış. Güzel güneşi de görünce Panos Cafe’de küçük bir kahve molası verdim (1,50 €). İçimi ısıtan güneş eşliğinde bir yandan etrafı seyrederken bir yandan da gezi notlarımı toparladım. Yeniden hareket ettiğimde meydana açılan bir diğer meydan olan D’Espagne’de kimlerin heykelini gördüm dersiniz: Don Kişot ve sadık yardımcısı Sanço Panço. Ee, meydanın adı İspanyol olunca heykel de oturmuş tabi yerine…
Beş dakika mesafedeki Katedrale ulaştığımda saat 12.30 olmuştu. 13. yüzyılda Gotik stilde yenilenen Katedralin ön cephesi ise 16. yüzyılda tamamlanmış. Bazı ulusal merasimler ve kraliyet ailesine ait törenlerin yapıldığı Katedral oldukça büyük. İçeride özellikle renkli camlardaki dini motifler oldukça etkileyici. Daha doğrusu çok canlı duruyorlar. Etrafında tam bir tur attıktan sonra Pacheco Bulvarı boyunca yürüdüm. Niyetim bir üst cadde olan Koningsstraat’tan Kongre Meydanına ulaşmaktı.
Meydanın tam ortasında bulunan anıt 1850-1859 yılları arasında yapılmış. Açık bir Roma esintisi görülüyor. 47 metrelik anıtın en tepesinde Kral I. Leopold’un heykeli var. Anıtın hemen önünde ise bronzdan yapılmış iki aslan figürü bulunuyor.
Caddeden devam edince Brüksel Parkına ulaştım. Parkın bu tarafındaki girişin karşısında aynı zamanda heybetli Belçika Parlamento binası bulunuyor (Palais de la Nation). 1779 yılına tarihlenen bina rehberli turlarla ücretsiz olarak gezilebiliyormuş ama bir daha ki sefere inşallah.
Brüksel Parkı çok büyük bir yer değil ama okuduğuma göre şehrin en eski parkıymış. İlk başlarda Dük’ün avlanma yeri olarak inşa edilen park 1776 yılında Avusturya İmparatoriçesi Maria Theresa tarafında Fransız stilinde bugün gördüğümüz haline çevrilmiş. 1830 yılı Eylülünde Belçika’nın bağımsızlık savaşında parkta çok kanlı çarpışmalar yaşanmış. Bugün için, bolca yeşil alan, minik bir gölet ve güzel havada buralarda vakit geçiren insanlar var. Geç sonbaharın tüm çekiciliği parktaki güzelliklere yansımış durumda. Parkın sonu Brüksel’in bir başka güzel yapısına çıkıyor: Kraliyet Sarayı (Royal Palace).
Burada ilk Saray 12. yüzyılda inşa edilen ve Brabant Düklerine ev sahipliği yapan Coudenberg Sarayı imiş. 1731’deki yangınla ciddi hasar alan Saray 19. yüzyılın sonlarında Kral 2. Leopold zamanında renovasyondan geçirilmiş. Aslında bugün için Kraliyet ailesinin ana mekanı burası değil. Şehrin biraz dışında kalan Laken Kraliyet Sarayında yaşıyorlar. Tüm bunların hikayesi Sarayın hemen yanında bulunan BELvue Müzesinde anlatılıyormuş. İnşallah bir daha ki gelişimde onları da görme şansım olacak. Bu arada ilginç bir not: Sarayın ortasındaki binada eğer Belçika bayrağı dalgalanıyorsa Kraliyet ailesi Belçika’da demekmiş. Ben oradayken bayrak dalgalanıyordu…
Sarayın hemen yanından devam ettiğimde meşhur Kraliyet Meydanı’na (Place Royal) çıktım. Meydanın tam ortasında 1848 yılında yapılmış 1. Haçlı Seferinin önemli komutanlarından Şövalye Godfrey of Bouillon’un at üstünde heykeli bulunuyor. Meydanın en gösterişli yapısı ise hiç kuşkusuz Saint Jacques-sur-Coudenberg Kilisesi. Tıpkı Sarayda olduğu gibi burada da daha önceden mevcut olan kilise yerine 1780 yılında bugünkü sütunlu yapı inşa edilmiş. Ama elimdeki notlar olmasa buranın bir kilise olduğunu anlayamazdım herhalde. Daha çok bir saray ya da altı sütunuyla sanki tapınak havası var. Kapısına kadar gittim ama maalesef kapalıydı.
Meydandan aşağıya merkeze doğru yürüdüğümüzde meşhur Sanat Tepesine (Mont Des Arts) ulaşıyorsunuz. Sağlı sollu müzeler ve ortasında yüksek çimlerden oluşturulmuş yapısıyla hoş Albertine Parkı. İleride başlangıcında Belçika Kralı 1. Albert’in at üstünde heykeli bulunuyor. Hemen sağda biraz aşağıda ilginç bir saat var. En tepede çanın yanında bir adam, saatteki her rakam için ayrı birer küçük heykel. Oldukça da büyük. Çok da güzel görünüyor doğrusu.
Buradan yeniden geriye dönerek Place Royal’den Rue de la Gegence yönünde yürüdüm. Yaklaşık 500 metre ileride yer alan Adalet Sarayı bulunduğum noktadan bile oldukça heybetli duruyordu. Kraliyet Güzel Sanatlar Müzesi’nin önünden geçerek sağ tarafta bulunan Notre-Dame du Sablon Kilisesini fotoğrafladım. 15 ve 16. yüzyıllarda inşa edilen kilise minik minik kuleleriyle çok hoş ve estetik görünüyor. Hemen önündeki meydanda da küçük bir antika pazarı kurulmuş.
Caddenin sol tarafındaki Konservatuar Binası ve Sinagog’u da geçtikten sonra Adalet Sarayı’nın bulunduğu Poelaert Meydanına çıktım. Bina ciddi bir bakıma alınmış. 1883 yılında tamamlanan Adalet Sarayı, Kraliyet Sarayından üç kat daha büyükmüş. Ben yürüyerek geldim ama 92 no’lu tramvay tam önünden geçiyor.
Hemen sağ tarafta çok güzel bir Brüksel manzarası var. Aşırı yüksek olmamakla birlikte yine de güzel kareler yakalamak mümkün. Seyir terasının olduğu bölümde her iki Dünya Savaşında hayatlarını kaybetmiş olan Belçikalı piyade askerlerine adanmış Piyade Anıtı (Infantry Memorial) bulunuyor. İlginç. Kara birliklerinde özel bir askeri sınıfa adanmış heykel hiç görmemiştim daha önce.
Seyir terasında bol bol foto çektikten sonra hemen orada bulunan asansörü kullanarak yedi kat aşağıya indim. Bu da güzel düşünüşmüş bir hizmet. Özellikle inerken değil ama o noktadan çıkarken bayağı bir işe yarar doğrusu. Asansör beni küçük bir meydana indirdi. Şirin kafeler ve restoranların olduğu sıcak bir meydan sizin anlayacağınız.
Haute Caddesi ilerleyip Kapellemarkt Şapelini’de uzaktan selamladıktan sonra yola devam edince uzakta toplanan kalabalığa dikkat kesildim. Biraz daha yaklaşınca sebep anlaşıldı: Bizim işeyen çocuğun oraya çıkmışım gene. Devam ederek yeniden Grande Place’i şöyle bir turladıktan sonra Merkez tren istasyonunun oraya ulaştım. Günlük bir ulaşım bileti (4,50 €) alarak 1 no’lu metroya bindim. Niyetim tarihi merkezden Avrupa Birliği merkezine doğru yolculuk. Ancak biraz daha ilerisindeki Cinquantenaire Park’ta gezi programımda olduğu için Montgomery durağında metrodan indim. Aslında bir durak önce inmem gerekiyormuş.
Parka doğru yürürken sağ taraftaki hareketli caddeye daldım. Uzakta Carrefour tabelasını görünce su takviyesi yaptım. Bu arada karnım da acıkmıştı. Caddede ilerlerken Exki adında bir cafe-restoran görünce içeri girdim. İlginç bir yer, hem sıcak yemek hem de çeşit çeşit sandviçler var. İsimleri de çok ilginç: Esmail, Ankara… Restoranda oturursan fiyatlar daha pahalı. Ton balıklı “Esmail” adındaki sandviçimi alarak (3,95 €) Parktaki banklardan birisine oturdum. Hem çevredeki insanları seyrettim hem de bir güzel karnımı doyurdum.
Mola bittiğinde saat 15.15 olmuştu. Büyük takın altından geçerek Park’a giriş yapmış oldum. 19. Yüzyılın sonlarında inşa edilen Cinquantenaire’nin kelime anlamı “50. Yıl” demekmiş. Bir tür “U” şeklinde inşa edilmiş olan giriş bölümü ortasında Zafer Takı ve onun her iki yanında devam eden bol sütunlu binalar da müzeleri oluşturuyor. Zafer takını önünüze aldığınızda sol tarafınızdaki Savaş Tarihi Müzesi (Musée royal de l'Armée et d'Histoire Militaire), sağ tarafınızdaki ise Sanat Tarihi Müzelerinin bir parçası olan Cinquantenaire Müzesi. İlki ücretsiz, ikincisi ise 5 €.
Müze işini daha sonraya bırakmış olduğumdan parkın keyfini çıkarmaya başladım. Yaklaşık 30 hektarla oldukça büyük bir alan. İnsanlar bu mevsimdeki güzel havanın tadını çıkarıyorlar. Kimisi top oynuyor, kimisi de sadece çimenlere uzanmış. Sonbaharın etkisiyle sararmış yapraklar daha da romantik bir hava vermiş. Parkın en sonunda sol köşede bir cami var: Brüksel Büyük Camii. Burası aynı zamanda “Belçika İslam ve Kültür Merkezi”. Caminin hemen yanında bir tür tapınak var. Adı da Pavillion Horta. 1896 yılında inşa edilmiş bu antik Yunan tarzı tapınak sanki kaderine terk edilmiş gibi bakımsız ve ıssız. Önündeki metal levhada bir şeyler yazıyor ama harfleri anlamak bile mümkün değil. Zaten elimdeki notlarda yapıldığından beri hep kapalı olduğu yazıyor.
Aşağıya doğru Belliard caddesinden devam eden yolculuğum beni Brüksel’in bir diğer güzel parkı olan Leopold’e çıkardı. Bir zooloji parkı olarak yapılan park 1880 yılında eski vasfı ortadan kaldırılarak halka açılmış. Yemyeşil ağaçların arasında yer alan küçük gölet, ördekleriyle beraber, buraya bambaşka bir güzellik katmış. Hemen bir banka ilişerek bu güzelliğin keyfini kısa bir süre için de olsa çıkardım.
Leopold Parkın bir tarafı AB Parlamentosunun arka tarafına bakıyor. Binaların arasından ilerlediğimde ön taraftaki Luxemburg Meydanına çıktım. Parlamentonun önündeki avluya kırmızı, mavi ve sarı çiçeklerden bir tür devasa tak yapmışlar. Gökkuşağı gibi. Güzel bir görüntü ortaya çıkmış. Belki de yeni yıl hazırlıklarının bir parçasıdır.
Aslında Luxembourg Meydanına AB Meydanı’da diyebiliriz. Meydanın etrafı lüks kafe ve restoranlarla dolu. Ne de olsa en büyük müşterileri iyi maaş alan AB Parlamentosu çalışanları. Böyle olunca kalite ve buna bağlı olarak fiyatlar da yükseliyor tabi ki. Meydanın ortasında bu sefer John Cockerill adında İngiltere doğumlu bir Belçikalı girişimcinin heykeli var. Bir elini örs’e dayamış ayakta duran heykelin dört tarafında zanaatkârlar sıralanmış.
Saat 16.15 olmuştu. 38 no’lu otobüse binerek Kraliyet Meydanına geldim. Niyetim bir çok kaynakta Türklerin nüfus olarak kalabalık yaşaması nedeniyle “Türk Bölgesi” olarak adlandırılan Schaerbeek semtini görmek. Elimdeki ulaşım haritasına göre 92 no’lu tramvay o bölgeye doğru gidiyor. Sanat Müzesinin önündeki duraktan tramvaya binerek daha dört ya da beş durak gitmiştim ki (yanılmıyorsam Robiano durağı civarı) bizim Türk dükkanları, kahveleri görünmeye başladı: Cafe Şahin, Cafe Kartal, Kasap Halil…
Yine de birkaç durak daha ilerleyip gerekirse yürüyerek geri dönerim diye düşündüm. Verboekhoven durağında inince aynı adlı meydanda buldum kendimi. Sabah Brüksel’e çok yaklaştığımız bir anda trende kafamı kaldırdığımda bir anlık “Gazi Market” yazılı bir tabela görmüştüm. Şimdi tam karşımda duruyor…Daldım içeri belki bir şeyler alırım diye. Ne ararsanız var bizim oralardan. Biraz çay, hazır çorba ve vişne reçeli aldım. Aslında bunların hepsi Lüksemburg’da da var ama Fransızca yazdığı için ne olduğunu anlamıyorum. Bu yüzden de almaktan çekiniyorum. Hazır burada bildiğimiz ürünleri yakalamışken attım çantaya tabi ki…
Marketten çıktığımda hava kararmıştı. Tramvayın geldiği caddenin paralelinden yürüdüm. İlerledikçe bazen Arap bazen Türk isimli dükkânların sayısı arttı. Hatta çok sıra olmasaydı bir ara Türk berberine traş olmayı bile düşündüm (8 €). Zira Lüksemburg’da bir saç traşı 20 €’dan başlıyor. Caddede ilerledikçe hareket ve cümbüş arttı. Dükkanlardan Arap ve Mısır müzikleri, yoldan geçen arabalardan türkü nağmeleri, dönerciler, gelinlikçiler, işportacılar, ne arasan bulursun dükkanları, yolda giderken çocuğuna “yürü ben sana evde göstercem” diyen anneler…Son dönemde bu kadar her milletten insanı bir arada görmemiştim. Hele de bu kadar gürültülü ve kalabalık bir halde. Nereye gitti o bizim sakin Brüksel anlamadım. Sanki Halep ya da Marakeş’te bir medinanın ortasındaydık. Ama hiç şikayetçi değilim. Lüksemburg’un aşırı dinginliğinden sonra, böyle yaşamaya alışık olmayan benim gibi birisi için burası çok güzel gelmişti. Hani şarj olan pil gibi hissettim kendimi.
Cadde boyunca tüm bu keşmekeşi seyrederken nispeten sakinleşen bir yerde karşıma ne çıksa beğenirsiniz? Eşeğe ters binmis Nasreddin Hoca Heykeli… O’nu görünce ben eşekten düşmüş gibi oldum. Bu kadar Brüksel yazısı okudum ama bundan bahsedildiğini hiç görmedim. Pes ya…Brüksel’in ortasında bizim hoca…Alla sizin iyiliğinizi versin emi… Dönünce internetten araştırdım. 2006 yılının Eylül ayında açılmış heykel. Schaerbeek semtinin simgesi “eşek”miş. Türkler de burada çok olunca birinin aklına bizim hoca gelmiş. Onlar da kabul etmişler. Bayağı bir protokolle açmışlar heykeli. Başbakan yardımcısı, Belediye başkanı, Türk bölge milletvekili, başkonsolosumuz falan. Tek eksiği çevresinde açıklayıcı hiçbir tabela yok. Varsa da akşam karanlığında ben göremedim. Madem bir şey yapıldı tam yapalım o zaman. Ya işte böyle… Ne diyeyim…Hay sen çok yaşa emi hoca efendi…
Bu arada yürüye yürüye Gar edu Nord’a kadar gelmişim fark etmeden. Oradan 3 no’lu tramvaya binerek meşhur Bourse durağında indim. Yapacağım iki şey kalmıştı. Grande Place’e gidip gece manzarasını görmek. Hemen tatbik ettim tabi. Bu arada giderken meşhur Kasaplar Sokağına bakmayı da unutmadım tabi. Oldukça renkli ve kalabalık. İnsanlar masalarda ya yemek yiyorlar ya da yemek bekliyorlar. Meydan akşamın bu saatinde yine kalabalık. Ama belediye binası ışıklar altında harika görünüyor.
Meydanı terk ederek Galeries Royales Saint Hubert’in arka kapısından çıktım ve karşımda “A la Mort Subite”. Yani, “Ani Ölüm”. Yok korkmayın, bir şey olduğu yok. Bu, pasajın arka kapısındaki biracının adı. Malum gezi boyunca oradan buradan bahsettim ama Brüksel’in çikolata kadar aynı zamanda meşhur bir bira kenti olduğunu hiçbir zaman unutmadım. Gelmeden önce meslektaşlarıma bana bir Belçika birası tavsiye edin dediğimde, önce aralarında biraz tartışsalar da, sonunda “Trappist” birasından içmemi uygun gördüler. Alt marka olarak da Rochefork, chimay, orval ve westmalle…Denemeden dönemezdim Lüksemburg’a. İşte bunu deneyecek ilginç yerlerden birisi de “A La Mort Subite” idi…
80 yıldır aynı aile tarafından işletilen mekanın hikayesi de ilginç. İlk sahibi zamanında birahanenin en büyük müşterileri Belçika Merkez Bankası çalışanlarıymış. Bunların da en sevdiği oyun 421 adlı oyunmuş ve her zaman Bankaya çalışmaya dönmeden önce son bir hızlı oyun yapılır ve kaybeden “Mort Subite” olarak adlandırılırmış. İşte barın ilginç ismi kaybedenler klübünden geliyor sizin anlayacağınız.
Dışarıdaki masaya oturdum. Hangi markayı içeceğimi bilmediğim için öyle menüye bakıyorum. Hemen yan tarafımda oturan iki kişiye sordum. Tek soru sordular: “Sert olur mu?” “Ayıpsınız” dedim tabi hemen. Söz birliği etmişçesine “Westmalle Triple” dediler. Öyle olsun dedim bende ve verdim siparişi. Bizim alışık olmadığımız değişik bir bardakta gelen bira sert ve acımtrak. Ama hoşuma gitti. Gelene geçene bakarak ve arada sırada yandaki ikiliyle muhabbet ederek biranın keyfini çıkardım. Yarım saatin sonunda hesabı ödeyerek (4,30 €) Merkez tren istasyonunda beni bekleyen 19.37 trenine doğru yola koyuldum…
Brüksel gezmesi keyifli bir yer ama bence Roma, Viyana, Budapeşte gibi şehirler ile asla kıyaslanamaz diye düşünüyorum. Lüksemburg’dan gezmeye gelmiş birisini düşünürseniz “bulunmaz hint kumaşı” ifadesini rahatlıkla kullanabilirsiniz. Zaman darlığı nedeniyle göremediğim “Mini Europe” ve hemen yanındaki “Atomium” inşallah başka sefere. Yine de yolunuzu bu taraflara düşürün ve Brüksel’i görün derim. İçine Brugge ve Gent’i de katarak…
Seyahatle kalın…
|