Yağmursuz bir cumartesi günü Koblenz merkez tren istasyonunda indiğimde saat tam 08.40’tı. İstasyonun çıkışındaki meydanın sağ tarafında kalan turizm danışma ofisi saat 09.00’da açıldığından bir kahve alarak (1 €) beklemeye başladım. Bu sırada Lonelyplanet ve Koblenz turizm sayfasından aldığım notları gözden geçirdim. Dijital göstergede hava sıcaklığı altı dereceyi gösteriyordu. Tahminlere göre gün içinde 12-13 dereceye kadar yükselecekti. Eh, kasımın ortasında Almanya’da bu hava için ancak “Allah” denir.
Turizm danışma ofisi tam saatinde açıldı ve tahmin edebileceğiniz gibi ilk müşterisi ben oldum. Her ne kadar üç aşağı beş yukarı gezilecek yerleri biliyor olsam da adettendir deyip görevli bayana bir kez de harita üzerinde işaretlettim. Koblenz’in turistik haritası son derece detaylı ve güzel hazırlanmış. Hani neredeyse başka hiçbir şeye ihtiyaç duymuyorsunuz. Yalnız Koblenz’deki en güzel noktalardan birisi olan Ehrenbreitstein Kalesinin kış dönemi nedeniyle Mart sonuna kadar kapalı olması biraz canımı sıktı. Kış gezmelerinin de bu sıkıntısı var işte. Pek çok yer ya kapalı ya da bakımda oluyor.
Görevli bana 20 dakikalık otobüs mesafesinde bulunan Marksburg’u (Marks Kalesi) da programıma almamı, aslına uygun muhafaza edildiğini, hatta saat 10.00’da açıldığı için öncelikle orayı gezdikten sonra merkeze gelmemi tavsiye etti. Tarihe ve tarihsel mekanlara ilgi duyan birisi olarak bu tavsiyeye uymaya karar verdim. 09.14’te kalkacak olan 570 no’lu otobüsle gidebileceğimi de öğrendikten sonra turizm danışmanın arka kapısından çıkarak otobüs duraklarının olduğu büyük alana geldim.
570 no’lu otobüs durakta bekliyordu. Şoförle çat-pat İngilizceyle Şato hakkında anlaştık ama anladığım kadarı ile yolda otobüs şoför değiştirecekti. Bileti otobüslerde alabiliyorsunuz. Şatonun bulunduğu ilçe 4. Bölgede yer aldığından tek yön bilet fiyatı 4,05 €. Günlük kart ise 8,10 €. Gerçi Koblenz merkezi otobüse binmeyi gerektirecek kadar büyük değil ama zaten gidiş-dönüş ücreti kadar olduğundan ben de günlük kartı tercih ettim. Bu arada yeri gelmişken bilet fiyatlarından bahsedeyim biraz.
Merkezi bölgede geçerli tek kullanımlık bilet 1,65 €. İkinci bölge 2,50 €, üçüncü bölge ise 3,15 €. Böyle 10 tane farklı bölge mevcut. Günlük biletler ise sırasıyla 3,80, 5 ve 6,30 €. Ama üç kişiysen bilet fiyatları ucuzluyor. Örneğin, merkez bölgede üç tane günlük biletin toplam fiyatı 7,60 €. Bu, diğer bölgeler için de geçerli bir uygulama. Yok, beş kişiysen daha da ucuz: 6,70 €. Yani, tek başına 3,80 € ödeyerek aldığın bilet eğer beş kişiysen sana yaklaşık 1,35’e geliyor. Bu Almanya’nın genelinde var olan bir uygulama. “Kalabalıksan ucuza gezersin arkadaş” uygulaması…
Otobüs gerçekten birkaç durak sonra şoför değiştirdi. Eskisi yenisine benim durumu anlattı, anlaştılar. Horcheim ve Lahnstein kasabalarını geçtikten sonra son durak olan Braubach’a geldik. Şato yukarıda görünüyor, şoför bana Almanca ne yöne gideceğimi gösteriyor. İndikten sonra neye bineceğimi kestirmeye çalışıyorum ama ortada bir şey görünmüyor. Merkeze doğru ilerlerken ring yapan otobüs tam yanımdan geçerken şoför bana minik treni gösteriyor. Hani şehir turları yapan tren görünümlü otobüsler olur ya, onlardan. Ama gösterdiği tren öyle bir yerde duruyor ki değil yakın zamanda önümüzdeki birkaç gün içinde hareket etmeye niyeti yok gibi.
Sabahın erken saatinde yeni yeni kurulmaya başlayan pazara doğru ilerledim. Niyetim bir dükkana girip yukarıya nasıl gidileceğini sormak. İlk gördüğüm markete daldım. “İngilizce biliyor musunuz?” diye sordum, Almanca “hayır” cevabını aldım. Tam çıkarken müşteri bayan dükkan sahibine Türkçe olarak “bir şey soracak herhalde?” dedi. Bingo…Bu kadar yerin arasında Türk marketine girmişim. Bende “Türkçe sorayım o zaman” dedim Türkçe olarak. Gülüştük…
Şatoya düzenli işleyen bir toplu ulaşım aracı yokmuş. (Bu arada bu bana turizm danışmadaki bayanın ilk kazığı oluyor) Ya 10 dakika yokuş yukarı yürüyeceksiniz ya da 8-10 € taksi ücreti ödeyeceksiniz. İki dakikalık yol için taksi ücreti ödemek bana göre olmadığı için vurdum kendimi dar sokaklara. Etraf ve yapılar çok şirin geldi gözüme. İlerlerken tabelayı gördüm. Bu arada otobüsten indiğimden beri şato yukarıda son derece heybetli ve güzel görünüyor.
Yukarı çıkan patikaya girdim. Yol aslında çok keyifli. Sonbahar, dökülen yapraklarla ben buradayım diyor size. Tatlı bir yokuş çıksanız da arada durduğunuzda ağaçların ardından görünen Ren nehri manzarası müthiş. Öyle böyle derken yaklaşık on dakikalık tırmanmanın ardından saat tam 10.05’te Şatonun kapısına vardım. Sıkı durun; ikinci kazık geliyor: 1 Kasım’dan itibaren açılış saati 11.00 olmuş. Daha bitmedi (ama bunu kazıktan saymıyorum) şato sadece rehberli turla gezilebiliyor. Kalabalık gruplar dışında rehberli turlar Almanca ama size verilen broşürden İngilizce takip edebiliyorsunuz. Giriş 6 €, 50 dakikalık rehberli tur dahil ama bugüne özel 12.00’de başlayacakmış! Sebep? Rehberin özel durumu…Nasıl yani? İki saat var. Belki girişteki kafede zaman geçirerek bir saati öldürebilirdim ama günübirlik bir gezide iki saat çok uzun bir zaman. Hele de havanın saat beşte karardığı kış gününde. Hayır, merkezde bir yerlerde olsak sonra geleceğim ama git-gel, tırman-in derken bir saat geçecek en az. Dışarıdan birkaç poz fotoğraf çektikten sonra, aldığım Almanca broşürdeki resimlere baka baka ve kısmetime küfrederek geldiğim yoldan dönmek zorunda kaldım.
Peki neymiş bu Marksburg? Güzeller güzeli Ren Nehri boyunca tahrip olmayan tek ortaçağ kalesi unvanını taşıyan Marks Kalesi’nin yapımına 12. Yüzyılda başlanmış ve sonraki ilavelerle şimdiki görünümüne ortaçağda kavuşmuş. Daha çok savunma amaçlı kullanılan kale zaman zaman hapishane görevi de görmüş. 14. Yüzyıldan kalan surları ve haşmetli kulesi yanında, çok sayıda birbirine geçmeli bina ve pasajlardan oluşan Kale bugün için müzeye çevrilmiş. İçeride dönemin orijinal eşyalarından oluşan mutfak, şarap mahzenleri, oturma odaları, salonlar ve daha pek çok farklı mekan bulunuyormuş.
Aşağıya indikten sonra kasabanın merkezinde biraz dolaştım. Klasik, renkli Alman mimarisi ile bezenmiş “Altstad” denen küçük bölgede bulunan kafeler ve restoranlar henüz açılmamış. Oradan nehir kenarına indim. Kasabanın kilisesini de fotoladıktan sonra Kaleye baka baka otobüs durağına ulaştım. Yeniden merkez tren istasyonuna vardığımda saat 11.30 olmuştu. Hemen tüm sakinliğimle turizm danışmaya giderek yaşadıklarımı görevli bayana anlattım. En az üç defa özür diledi, kahve ikram etti ve bana normalde 3 €’ya satılan bir Koblenz rehberi hediye etti. Bu saatten sonra yapacak bir şey yok diyerek Löhrstrasse’den merkeze doğru yollandım.
Almanya’nın Rheinland-Pfalz eyaletinde yer alan Koblenz, Ren Nehri ile Moselle Nehirlerinin birleşme noktasında bulunan yaklaşık 2000 yıllık bir şehir. İki önemli nehrin birleşmesi nedeniyle “Almanya’nın En Güzel Köşesi” olarak adlandırılıyor. Zaten Koblenz’in kelime anlamı da “kavşak, birleşme noktası”. Yaklaşık 110.000 nüfusa sahip olan şehrin etrafında dört adet küçük tepecik bulunuyor.
Cadde boyunca ilerlerken heybetli Herz-Jesu Kilisesi sağ tarafımda kaldı. 20. Yüzyılın başlarında inşa edilen bu Katolik kilisesi Koblenz’deki en büyük kilise. İkinci Dünya Savaşında ciddi yara alan kilise restore edilerek 1952 yılında yeniden hizmete girmiş.
Caddenin devamı trafiğe kapalı. Ve şatafatlı mağazaların bulunduğu alışveriş bölgesinin de başlangıcı kabul ediliyor. Bu esnada favori markam “Nordsee”yi görünce çok da aç olmama rağmen içeri daldım ve kıtır balıklı sandviçlerden bir tane alarak (2,99 €) yoluma devam ettim. Minik bir kalabalığın bulunduğu yere ulaştığımda herkesin hayran hayran baktığı sokak ressamının tablolarına ben de bakakaldım. Diz çökmüş biçimde büyük bir dikkatle resim yapan adamı ve daha henüz tamamlandığı belli olan resimleri hayranlıkla inceledikten sonra Altengrasse ile Löhrstrasse’nin kesiştiği yerdeki Vier Türme’ye ulaştım.
“Dört Kule” olarak adlandırılan yer aslında dört farklı köşede yer alan binaların birleşme noktası. 17. yüzyıla tarihlenen binaların ön cephelerindeki mimari ve ince işlemeler gerçekten çok hoş. Binalar hem 17. yüzyıldaki “Dokuz Yıl Savaşları”nda hem de 2. Dünya Savaşında ciddi zarar görmelerine rağmen aslına uygun olarak restore edilmiş. Burası Koblenz’liler tarafından bir tür şehrin merkezi olarak kabul ediliyor.
Dört Kule’nin sağından girince Am Plan Meydanına çıktım. Sağlı sollu kafelerle bezenmiş bu küçük meydanda noel marketleri hazırlıkları yapılıyordu. Meydandan açılan ara yolu takip ederek Liebfrauen Kilisesine (Our Lady’s Church) ulaştım. Tarihi 12. yüzyıla kadar uzanan iki kuleli kilise pek çok kez ilaveler yapılarak büyütülmüş. Binanın köşelerinde kırmızı tuğla kullanılmış, estetik duruyor. Giriş kapısında çok hoş bir Meryem Ana heykeli var. Dört farklı çanı bulunan kilise de diğer pek çok yer gibi 2. Dünya Savaşında önemli tahribata uğramış.
Am Plan meydanından aşağıya doğru süzülünce diğer bir popüler meydan olan Jesuitenplatz’a çıktım. Burası belediye sarayına (Rathaus) ev sahipliği yapıyor. Ayrıca Şehir Kilisesi de burada. Kilisedeki ayini şöyle bir gözledikten sonra meydanı önemli kılan esas şeye doğru yaklaştım. Buranın en büyük esprisi küçük çocuk heykelinin bulunduğu Schängel Çeşmesi (Schängelbrunnen). 1940 yılında yapılan çeşmenin hikayesi çok daha gerilere gidiyor. 1794-1813 yılları arasında Koblenz, Fransa hakimiyetindeymiş. Bu dönemde birbirine karışan Almanlar ve Fransızlardan doğan çocuklarda Fransız “Jean” ismi çok kullanılmış. “Jean” in Almancası ise “Johann”mış. Yerli halk zamanla ne Fransızca ne de Almanca olan “Schang” biçiminde söylemeye başlamış. İşte çeşme aslında o dönemlerde Alman-Fransız akrabalığına atıfta bulunan bir çeşme. Zaten hemen önünde bulunan metal plakada beş farklı dilde kısa bir açıklama yapılmış.
Koblenz’in en önemli birkaç simgesinden birisi olarak kabul edilen bronz çocuk heykelinin ağzından normalde su fışkırması lazım ama noel dönemi hazırlıkları burada da tüm hızıyla devam ettiğinden maalesef kupkuru duruyor. Hatta çevredeki inşaat malzemelerinden dolayı doğru dürüst bir fotoğrafını dahi çekmek nasip olmadı.
Meydana açılan Firmungstrasse’den devam ettiğimde şehrin bir diğer önemli meydanı olarak kabul edilen Josef Görres’e çıktım. Ünlü bir şair ve tarihçinin adını alan meydan Koblenz’in en geniş alanlarından birisi. Zaten halk arasında daha çok “Büyük Meydan” olarak kullanılıyormuş. Arkeologlar, Romalıların bu meydanı merkez alarak şehirleştiğini söylüyorlarmış. Her zaman olduğu gibi kafeler, Mc Donalds, restoranlar hatta Deniz Kebap Haus bile var. Rehber kitaba göre özellikle akşamları oldukça hareketli saatler yaşanıyormuş.
Meydanın ortasında 1992 yılında yapılmış olan ve Koblenz şehrinin tarihsel geçmişini anlatan yaklaşık 10 metrelik bir anıt-çeşme bulunuyor (Historiensaeule). Sütun şeklindeki anıt o kadar detaylı ve ince işçilikli yapılmış ki görür görmez bayıldım diyebilirim. Tabanında küçük bir havuz bulunan anıt 10 farklı dönemde Koblenz’in 2000 yıllık tarihini anlatıyor. En altta 1. yüzyılda Moselle nehrinde kürek çeken Romalılarla başlayan anıtın her kademesi farklı bir ya da birkaç yüzyılı anlatıyor. En üstte de bugünkü Koblenz’in görüntüsü var. Meydanda daha fazla vakit geçirmek ve anıtı seyretmek için hemen karşı taraftaki Mc. Donalds’dan bir kahve alarak (1,50 €) banka oturdum. Gerçekten anıtı çok beğendim. 2. Dünya Savaşını gösteren bölümdeki detaylar, minik askerler, bombalanmış Koblenz mizanseni müthiş.
Meydan keyfimi tamamladıktan sonra Nagelsgasse üzerinden St. Kastor Bazilikasına ulaştım. Yapımına 817 yılında başlanan kilise bugünkü haline 12. Yüzyılda ulaşmış. İki kulesiyle gerçekten buram buram tarih kokuyor. 1991 yılındaki ziyareti sırasında Papa 2. John Paul kiliseyi bazilika olarak kutsamış.
Bazilika’nın hemen sol tarafında bazalt taşından yapılmış Kastor Çeşmesi bulunuyor. Gelmeden önce çeşmenin traji-komik hikayesini okuduğum için gördüğümde hafifçe tebessüm ettim: Napolyon’un 1812 yılındaki Prusya harekatı sırasında Fransız hakimiyetindeki Koblenz’in valisi Doazan, savaşın sonucunu beklemeden bu çeşmeyi yaptırmış ve üzerine de Fransız’ca “Büyük Napolyan’a; 1812 tarihli Prusya Harekatının Anısına, Jules Doazan” yazdırmış. Ancak savaş Napolyon için tam bir hezimet olmuş ve sonrasında Fransız askerleri Koblenz’i terk etmek zorunda kalmışlar. Şehre gelen Prusyalı kumandan çeşmeyi görünce yıktırmamış ve altına Fransızca şöyle yazdırmış: “Kabul edilmiştir-Koblenz Prusya Kumandanı”. Yani sizin anlayacağınız bir tür hezimet anıtı da diyebiliriz. Kim bilir Napolyon savaşı kaybettiğinde vali kendisini nasıl hissetmiştir. Ne demişler, kraldan çok kralcı olmayacaksın…
Moselle nehri kenarından Koblenz’in en eski köprüsü olan Balduin Köprüsüne doğru gezime devam ettim. 2. Dünya Savaşında geri çekilen Alman askerleri tarafından bizzat yıkılan köprü daha sonra yeniden inşa edilmiş. Diğerlerinden ayırt etmek için yerel halk bu köprüye halen “Eski Moselle Köprüsü” diyormuş.
Kış mevsiminin sakinliğinden olsa gerek nehir boyunca gezi tekneleri sıra sıra demirlemişlerdi. 15. Yüzyıla tarihlenen ve 2. Dünya Savaşında yara almadan kurulan Deutscher Kaiser, kırmızı rengi ve tepesindeki küçük kulesiyle son derece estetik görünüyordu. Ren bölgesinin eski başbakanlarından Peter-Altmeier adına yapılmış olan üç büyük taşlı anıta uzun uzun bakmama rağmen ne anlatmak istediğini bir türlü çıkaramadım.
Artık istikamet 1216 yılından beri “Almanya’nın Köşesi” olarak kabul edilen iki ünlü nehrin birleştiği nokta. Başka diyarlarda doğan ve büyüyen Ren ve Moselle Nehirleri bir coğrafya harikası yaratarak Koblenz’de birleşiyorlar. Biz turistlere de bu harikanın keyfini çıkarmak düşüyor elbette. Bir geminin burnu şekline sahip olan birleşme noktasında Kaiser 1. Wilhelm’in at üzerinde heykeli var. 14 metre yüksekliğindeki heykel 23 metrelik bir kaidenin üzerinde duruyor. Anıt, 1893-1897 yılları arasında inşa edilmiş. Merdivenleri, arka plandaki sütunlar ve heykel bir bütün olarak tasarlanmış. 2. Dünya Savaşı sırasında Amerikalılar tarafından tahrip edilen heykel daha sonra toplanan bağışlarla aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiş. Hatta orijinal heykelin başını Ren Müzesinde ziyaret edebiliyorsunuz.
Heykelin bulunduğu anıta çıkıp içeriye girebiliyorsunuz. Gerçekte anıt ve birleşme noktasının en güzel manzarası, kış nedeniyle kapalı olan ve benim giremeyeceğim Ehrenbreitstein Kalesinin bulunduğu tepelikten görülebiliyor. Kısmet, ne yapalım. Yine de internetten bir foto bularak manzarayı paylaşmak istedim.
Anıtı sırtınıza verdiğinizde sağ taraftan gelen nehir Ren, sol taraftan akan nehir ise Moselle. Ren nehri istikametinde devam ettim. Bu yol Koblenz’in en meşhur yürüyüş yolu. Yaklaşık 3,5 km. boyunca devam ediyor ve görülecek pek çok eser var. Buradan Kale ve karşı yakanın manzarası da oldukça güzel görünüyor. Biraz ilerleyince teleferik karşıma çıktı. Eğer açık olursa buradan Kaleye teleferikle seyahat edebiliyorsunuz. Eminim çok keyifli bir yolculuk olur.
Nehir kıyısındaki yürüyüş sırasında tek bir taş sütun dikkatimi çekti. Üzerinde Almanca yazılar bulunan metal plakayı çözmeye çalıştım. Anlayabildiğim sadece bir isim ve tarih: Schiffbrucke, 1819-1945. Şansıma hemen yakınında duran iki polis memuruna yaklaşıp bunun ne olduğunu sordum. Meğerse burada bir köprü varmış ve savaş zamanında yıkılmış. Onun yerine ileriye diğer köprüyü yapmışlar ancak bunu da anıtlaştırmışlar. Tarihe saygı bazen tek bir duvar parçasıyla da olabiliyor demek ki…
Olmayan köprünün biraz ilerisinde bir Su Seviye İstasyonu (Pegelhaus) var. 17. Yüzyılda ilk yapıldığında gemileri yüklemek için kullanılan bir vinç olarak tasarlanmış. Sonradan az önce bahsettiğim Schiff Köprüsü yapılınca Ren Nehrinin seviyesini ölçen bir istasyon olarak kullanılmış. Giriş kapısının sol tarafında tarihi mavi ölçüm saati halen duruyor. Bugün için silindir binada bir restoran hizmet veriyor.
Biraz daha ilerleyince sağ tarafta kalan görkemli yapı hemen dikkatimi çekti. Prusya döneminde hükümet binası olarak inşa edilen yapı (Regierungsgebäude) oldukça heybetli görünüyor. 158 metre uzunluğundaki bina bugün de kamu binası olarak hizmet veriyormuş. Binayı geçtikten sonra aşağıya doğru Elector Sarayının önündeki merdivenlerden Ren Nehrinin kenarına indim. Suyla temas her zamanki gibi iyi geldi ve yorgunluğumu unutturdu. Tam bu noktada ünlü Alman yazar Johann Joseph von Görres’in heykeli de bulunuyor.
Biraz daha ilerleyip Pfaffendorfer Köprüsünü geçer geçmez şirin mi şirin Weindorf’a ulaştım. Burası şehir içinde köy havası taşıyan ve birkaç minik ev bulunan bir “şarap yetiştiricileri” köyü. Ya da en azından eskiden öyleymiş. Şimdi ise renkli ve küçük evlerin restoran ve kafelere dönüştüğü, içinde Ren bölgesinin meşhur şaraplarının servis edildiği bir yer. Oldukça değişik bir atmosferi var. Hepsi üç-beş bina ama şehri gezerken birden karşınıza çıkınca şaşırıp kalıyorsunuz. 2. Dünya Savaşında komple yıkılmış ama 1951 yılında aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiş.
Köyün hemen girişinde köprünün anısına dikilmiş tepesinde kartal bulunan bir anıt (Bridge Memorial) var. Ren Nehri üzerindeki ilk köprü olan Pfaffendorfer ilk yapıldığında demiryolu için kullanılıyormuş. Tabi savaşta diğer köprülerin başına gelen bunun da başına gelmiş ve sonradan yeniden inşa edilmiş.
Elektor Sarayı (Kurfürstliches Schloss) köprünün üzerinden daha detaylı görünüyor. 1777-1786 yılları arasında inşa edilen Saray 1850-57 yılları arasında daha sonradan Kaiser olan 1. Wilhelm ve eşi Augusta tarafından kullanılmış. Zaten Ren Nehrinin bu güzeller güzeli yürüyüş yolu ile bu bölgedeki parkların esas yaratıcısı da Augusta imiş. Zaten yolun sonunda ismini taşıyan bir küçük park ile heykeli bulunuyor. Savaşta dış duvarları hariç tamamen yıkılan Saray 1951 yılında aslına uygun olarak restore edilerek yeniden açılmış.
Ön giriş kapısına gelerek büyük bahçenin ardında kalan Sarayı inceledim. Restorasyon çalışmaları nedeniyle Sarayı bir süre daha gezmek mümkün değil. Ama harika çiçek bahçeleri oluşturulmuş. Bunları da fotoladıktan sonra hemen Sarayın çapraz karşısında kalan otobüs durağına geldim. Niyetim nehrin karşısına geçmek. Elimdeki ulaşım haritasından bulunduğum duraktan geçen 9 ve 10 no’lu otobüslerin karşıda gitmek istediğim yerlere gittiğini öğrenince beklemeye başladım. Az sonra 9 no’lu otobüs geldi.
Ehren-breitstein durağında indim. Hani şu Mart sonuna kadar kapalı olan kaleyle aynı isimli durak. İndiğim durakta Ren Müzesi vardı. Müze Ren nehri ile ilgili aklınıza ne geliyorsa sizlere sunuyor. Doğası, taşkınlar, gemiler, romantizm…Tam giriş biletini alacakken görevliye içeride İngilizce tanıtım olup olmadığını sordum: Maalesef yok. Buna daha önce gittiğim Alman şehirlerindeki müzelerin büyük bölümünden hazırlıklıyım. Bazen anlamakta zorlanıyorum, binlerce mark ya da Euro harcıyorsun, müze oluşturuyorsun, bazı çok çok önemli müzeler dışında, eserlerle ilgili tüm açıklamaları Almanca veriyorsun. Çok saçma. Madem turistik yerleri konuşuyoruz en azından Almanca’dan daha enternasyonal olan İngilizce ver bari. Kızdım, girmedim bende müzeye. “Dağ dağa küsmüş dağın haberi yok” ama olsun. Bu arada meraklısına giriş ücreti 5 €.
Hemen müzenin sol tarafında biraz ileride Schragaufzug yazan tabelaya doğru yürüdüm. Elimdeki haritaya göre bu asansör demek. Muhtemelen açık olsaydı beni yukarıya çıkaracak olan asansör diye düşündüm. Ama ortada asansör falan yok. Mağara gibi bir yere girdim ve ışıklandırılmış yolda yaklaşık 100-150 metre yürüdüm. Çok farklı bir atmosfer yaratmışlar, hoş gerçekten. Diğer taraftan çıkınca giriş kapısına ulaştım. Aslında bir asansörden ziyade feniküler diyebiliriz. Tabi kapalı. Açık olsaydı 5 € verip yukarıya çıkabilirdim. Kısmet…
Biraz bölgede dolaştıktan sonra otobüsten indiğim başlangıç noktama geri döndüm. Kapalı olan ve ücretsiz gezilebilen Beethoven’ın annesinin evini de (Mutter-Beethoven-Haus) dışarıdan fotoladıktan sonra 10 no’lu otobüse binerek merkezdeki Löchcenter’a geldim. Sabahın erken saatlerinde turizm danışmadaki bayan yüzünden yaşadığım Marks faciası ünlü Stolzenfels Şatosunu görmemi de engelledi. Zira saat 16.00’yı geçmişti ve bu mevsimde şato 16.00’da kapanıyordu.
Hava neredeyse kararmıştı. Bazı eksiklerle birlikte Koblenz’in gezilecek yerlerini tamamlamıştım. Biraz da Türklerin yaşadığı bölgeyi göreyim diyerek 2 no’lu otobüse atladım ve Balduin Köprüsü üzerinden Moselle Nehrinin karşı tarafına geçtim. Köprüyü henüz geçmiştik ki bizden isimlere rastladım ve otobüsten indim. Gezerken Kuaför İrfan’a rastladım. İrfan saç traşında kampanya yapmış ve fiyatı 9 €’ya çekmiş. Çok da ihtiyacım olmasa da muhabbet olsun diye içeri girdim. Kesme, yıkama derken güzel bir sohbet oldu aramızda.
Kuaför’den çıktığımda saat 17.30 olmuştu. 12 no’lu otobüsle yeniden Löchcenter’a geldim. Buradaki büyük alışveriş merkezinde biraz zaman geçirdim. Özellikle devasa Satürn elektronik mağazası Lüksemburg’dakinden büyük. İçeride Burger King’i görünce dayanamadım ve daldım içeri. Big Mac Menü (6,40 €) beni biraz daha kendime getirdi. Gündüz gözüyle dolaştığım alışveriş caddeleri karanlık olmasına rağmen cumartesinin etkisiyle hala kalabalıktı. Hem etrafı seyrettim hem de yavaş yavaş beni bekleyen 19.24 trenini kaçırmamak için tren istasyonuna doğru ilerledim.
Koblenz çok keyifli bir yer. Ehren-breitstein Kalesini gezemedim ama olsun. Ben burayı beğendim. Belki de beğenmeye gelmiştim, bilmiyorum…Özellikle bahar ya da yaz aylarında yolunuz buralara düşerse mutlaka bir gününüzü Koblenz’e ayırın. Eminim pişman olmayacaksınız…
Seyahatle kalın…
|