Arabamla Afrika - Etiyopya : 2- (Waldiya-Lalibela ve Addis Ababa) | |
Waldiya'ya kadar olan yolun kuzey kesimleri (ki Doğu Tigray bölgesi olarak bilinir) kayalara oyulmuş kiliseleri ile bilinir. Adigrat'tan güneye doğru, Sinkata'dan yaklaşık 30 km daha güneyindeki Wukro'ya kadar olan ve bu iki kenti batıda bulunan Megab'a bağlayan yollar boyunca yer alan onlarca kayaya oyulmuş kilise, bölgenin turistler açısından çekici olmasını sağlıyor. Tümü ibadete açık olan bu kiliselerin bazılarına girmek, Tigray Turist Bürosu'ndan özel izin gerektiriyor. Ancak hepsi için gerekli olan bir ortak şart da şu: Kiliseye girebilmek için papazını bulmalısınız. Onu bulamazsanız, kilisenin kapısına -peşinizdeki onlarca "civar köylü" çocuk ve büyükle- ulaştığınızda, kilitli kapıdan hayal kırıklığı -ve tabii ki sizi izleyen "heyet"- ile gerisin geriye dönmeniz işten bile değil. Yöre çocukları, anayoldan bu kiliselere giden toprak yola sapacağınızı, sahip oldukları hassas algılayıcıları ile hissedip yüzlerce metre uzaktan size doğru koşmaya başlıyorlar. Saptıktan sonra, hızınıza göre "buluşma noktası" hesabını yapıp en kestirme yoldan önünüze atıveriyorlar kendilerini. O andan itibaren aranızda, kiliseye doğru devam edecek bir yarış başlıyor. Aracınızın kabiliyetlerine güvenip onları her durumda alt edeceğinizi sanıyorsanız, aldanıyorsunuzdur. Çünkü, birazdan, o peşinizde koştuğunu sandığınız çocuklar, sizin bilmediğiniz bir "kestirmeyi" izleyip yolunuzu tekrar keseceklerdir. "İşte!" dersiniz o zaman, "İtalyanlar'ın Adwa Savaşı'nda yenilmelerinin nedeni de buydu demek". Kiliseye artık yaya olarak tırmanacağınız noktaya geldiğinizde, bir süredir köşe kapmaca oynadığınız çocukların babaları olduğunu tahmin ettiğiniz kişiler de sizi karşılamakta ve yaklaşık 50m ilerinizde "ben buradayım" diye size haykırmakta olan kilisenin yerini elleriyle işaret etmektedirler. Kiliseye doğru kıvrılarak ilerleyen ve çevrede başka hiçbir yapı olmaması nedeniyle yolunuzu kaybetme olasılığının bulunmadığı yolda size eşlik etmek ve bu yabancı ülkede yolunuzu kaybedip, kurda-kuşa yem olmanızı engellemek amacıyla seferber olmuş bu iyiliksever Etiyopyalılar'ın aslında size gösterdikleri bu yakınlığın karşılığında sizin de onlara üç-beş kuruşluk (pardon, Birr'lik) bir "yakınlık" göstereceğinizi ummadıklarına kendinizi inandırmaya çalışarak Amharik'çe muhabbet ederek kiliseye doğru tırmanmaya başlarsınız. Ve -safça- düşünürsünüz ki, "bütün bu heyet bana eşlik ediyor olduklarına göre, papaz kilisede". İşte şimdi yanıldınız. Heyet de, papazın yukarıda olup-olmadığını öğrenmek için sizinle geliyor aslında. Kendisinin orada olmadığına hep birlikte vakıf olduğunuz o "geç" zamanda artık onlar aralarında papazın nasıl bulunacağına ilişkin derin tartışmaya, siz de üçüncü kilisedir aynı oyuna gelmenin kızgınlığı ve bıkkınlığı içinde tepeden aşağıya inmeye başlamış olursunuz. Yolun daha sonraki kısımlarında, bolca kayaya oyulmuş ya da yüksek tepelere kondurulmuş kiliselere rastlıyorsunuz. Birim alana düşen kilise sayısının fazlalığı bana ülkemizdeki cami yoğunluğunu hatırlattı. Kişi başına USD150.00'ın altında yıllık geliri olan bir ülkede Tanrı'yla iletişim için bu kadar büyük bir şebekenin kurulmuş olması insanı düşündürüyor tabii. Addis Ababa dahil Etiyopya'nın çoğunda hissettiğim yoğun ve ağır din atmosferi, benim gibileri rahatsız etmesinin yanı sıra, insanların içinde bulundukları uyku halinden uyanmalarını da zorlaştırıyormuş gibi geldi bana. İngiliz hükümeti tarafından desteklenen bir proje kapsamında son derece özenli yapılmış bir asfaltla Mekele ayrımına kadar gelen yol, bir anda inşaat makineleriyle hallaç pamuğu gibi atılmış bir cehenneme dönüştü. Yer yer ham toprak olan yolun sanat yapıları (menfez, köprü vs.) inşaatları da devam etmekte olduğundan, buralarda bir anda 10 ila 30m arasında derin çukurlara inip, tekrar çıkmak gibi akrobatik sürüş hareketleriyle yoluma devam ederken zaman da iyiden iyiye ilerlemiş, hava kararmış ve önümdeki bitmek bilmez yolun Waldiya'ya kadar olan kısmının eksilme hızı da iyice düşmüştü. En son -sanırım- Korem'e geldiğimde (sanırım diyorum, çünkü burada aldığım motorinle ilgili kaydı da tutmayı unutmuşum) motorin almak için benzinciye girdim. Waldiya'ya kadar olan yolu sorduğumda "Ohoo," dediler, benzincideki çocuklar, "o yoldan gidemezsin". "Niye?" dedim. "Yol inşaatı var da, ondan". "Eee, ne yapacağız o zaman?". "Bilmem nere üzerinden gideceksin". "Yahu, orası ne benim GPS'imde, ne de haritada kayıtlı. Ben bulamam ki gecenin bu karanlığında oraları. Bu araba bile gitmez mi?". "Bilemem ama bir dene istersen" dedi birisi. Depoyu doldurduktan sonra yola koyuldum. Köyün çıkışında, inşaatı devam eden yolun kenarında açılmış servis yolunda, önümde gitmekte olan Nisan Terrano'yu takip etmeye başladım. Bata çıka yaklaşık 10-15km kadar servis yolunda gittik. "Önümdeki gittiğine göre, yol açık herhalde" diye düşünürken Nissan durdu, ben de durdum. Zaten başka çarem de yoktu. Çünkü yol BİTTİ!. Bir şantiye binası ve birkaç iş makinesi duruyor. Nissan'daki adam arabadan indi, penceremi açıp "Selamaleyküm, memleket nire hemşerim?" diye sordum. Etiyopyalı'ymış, içinden. Gençten bir adam, sanırım şantiye mühendisi falan gibi bir görevi var. Uzatmayalım, yolun inşaat nedeniyle kapalı olduğunu ve buradan sonra ilerlememin mümkün olmadığını söyledi. Hayda! Eee, ne yapacağım o zaman? "Bilmem nere üzerinden......". Yine "bilmem nere"nin harita ve GPS'te gözükmediğine ilişkin ağlamaklı konuşmam, çaresizlik ünlemleri derken adam insafa gelip şöyle dedi: "Önümüzde yaklaşık 7-8km çok bozuk bir bölüm var. Sonra yeni yapılmış asfalt yol başlıyor. 'Çok bozuk' bölümü bir şekilde aşarız ama, yeni asfalta, asfalt müteahhidi firmanın adamları sizi sokmayabilirler. Söz vermiyorum ama, sizinle gelip onları ikna etmeye çalışacağım. Yalnız, size şunu söyleyeyim; beceremezsem, geri dönmekten başka çaremiz yok." Yapacak başka bir şey yoktu. O önde, ben arkada yola koyulduk. Gecenin karanlığında, geldiğim yoldan çok daha beter bir 7km geçtik. Asfalt şantiyesine geldiğimizde AK-47'li iki adam bizi durdurdu. Önce sakin bir muhabbet olarak başlayan konuşma yaklaşık 15 dakika sonra hararetli bir tartışmaya, yarım saat sonunda da şiddetli bir ağız dalaşına dönüşmüştü. Görüşmeler kesildiğinde Mühendis Bey yüzüme umutsuzca bakıp "Müsaade etmiyorlar. Patronları, yarın bu asfaltta tekerlek izi gördüğü taktirde işten atılacaklarını söylemiş" dedi. Geri dönecektik. Sonra Kalaşnikovlar'a dönüp son bir hamle daha yaptı. Dediklerini anlayamadım tabii ama, ne dediyse, adamlardan bir Nissan'ın plakasını elindeki bir kağıda not alırken, diğeri de yeni asfaltlanmış kaymak gibi yola girebilmem için bariyerlerden birini hafifçe kenara çekti. Çığlıklar atarak Mühendis Bey'i kucaklamak geldi içimden, hatta Kalaşnikov'ları da... Kendimi zor tuttum. Yalnızca teşekkür edip (İngilizce teşekkür ettim, Amharik dilinde teşekkür çok karmaşık, ameseginalehu falan gibi bir şey) ellerini sıktım. Mühendis Bey'in gösterdiği yardımseverlikten ötürü ayrıca duygulandığımı belirttim. Yolun Alamata'ya kadar olan virajlı kısmını yeni yapılmış kaymak gibi asfaltta, geri kalan nispeten düz kısmını da eski ama temiz bir asfaltta geçerek saat 21:30'da Waldiya'daki otelin önüne arabayı park ettim. Tam 13 saat süren 529km'lik bir yol... Ortalama hız 40km/saat. Ama yolun ikinci yarısında bunun 20km/saat'in üstüne çıktığını sanmıyorum. Waldiya'ya vardığımda vücudumdaki tüm kasların taş kesildiğini, başımın dayanılmaz bir ağrı ile uğuldadığını hatırlıyorum. Sabah kahvaltısından beri bir şey yememiştim ve Etiyopya'da o saate açık lokanta bulmak imkansızdı ama bunun pek de umurumda olmadığını söyleyebilirim. Bir bakkal bulup 2 paket bisküvi ve bir meşrubat aldım ve doğruca odama çıktım. İlaçlarımı alıp yatağa girdikten sonrasını hatırlamıyorum. Lalibela Ertesi günkü (13 Aralık Salı) rotamız Lalibela'ya, yaklaşık 180km yolum var. Rakımı 2.630m olan Lalibela'ya ulaşmak için yer yer 3.500 metrenin üzerine çıkıyorsunuz. Yaklaşık 5.5 saat süren ve rakımı 1.400m ilâ 3.500m arasında sürekli değişen bozuk ve virajlı toprak bir yoldan sonra sersemlemiş şekilde Lalibela'ya iniyorsunuz. Başka bir yorucu gün. Kendimi, 5.5 saat süren yolculuktan sonra nedense kafese girmiş gibi hissediyorum. İki gün sonra aynı yolu tersine yapmak, hatta üzerine bir 130km daha eklemek zorundayım. Yol gözümde dağ gibi büyüyor. "Dağ gibi" tanımlaması gerçek durumla da örtüşüyor; önümde yeniden aşmak zorunda olduğum üçbin beşyüz küsur metre yüksekliğinde bir dağ var. Lalibela, Lasta Dağları arasında gömülmüş olan bir kent. 10. yüzyılla 13. yüzyılın ortalarına kadar Etiyopya'yı yöneten Zagwe hanedanı zamanında başkentlik yapmış -o zamanki adıyla- Roha kenti, bu hanedanın en tanınmış üyesi ve ülkeyi 12. yüzyılda yöneten Kral Lalibela'dan esinlenerek onun adıyla anılıyor günümüzde. Lalibela, Etiyopya'ya giden herkesin mutlaka görmek istediği bir yer. Bu kadar popüler olmasının nedeni de, kentte bulunan kiliseler. Alışılmıştan çok farklı olarak kayalık zeminin "içine" oyulmuş olan kiliseler genel olarak iki gruptan oluşuyor. Kuzeybatı bölümünde bulunan grupta yedi, güneydoğudakinde ise beş kilise var. Kiliseler esasen iki değişik metotla yapılmışlar. Kuzeybatı grubundakiler ve 13. kilise olan Bet Giorgis kilisesi, kaya zemin içerisine oyularak oluşturulmuş ve -çoğu- monolit yapıda. Yani masif bir kayadan tek parça halinde oyulmuş. Bunlar ya dört duvarı ya da sadece üç duvarı çevresindeki kayadan tamamıyla ayrılmış olarak oluşturulmuş. Güneydoğu grubundakiler ise, Tigray'dekiler gibi kayalara oyulmuş kiliseler şeklinde. Monolit yapıların bir kısmı, yapıldıkları günden beri maruz kaldıkları erozyondan kaynaklanan hasarın giderilmesi için restorasyona alınmış durumda. Restorasyonu 2001 yılında tamamlanmış olan Bet Giorgis Kilisesi, içlerinde ihtişamıyla en dikkat çekici olanı ve diğer kilise gruplarından da farklı bir konumda. 15 metre yüksekliğinde (ya da "derinliğinde" mi demeli?) olan yapı simetrik bir haç şeklinde oyularak oluşturulmuş. Birbirlerine tüneller ya da derin geçitlerle bağlı olan diğer iki gruptaki kiliseleri gezerken, kayalarda oluşturulmuş olan inziva oyuklarında ya da merdiven kenarlarında, kendilerini okudukları İncil'e kaptırmış münzevilere rastlıyorsunuz. Lalibela'da geçirdiğim ikinci günü dinlenmek ve birikmiş yazılarımın bir kısmını yazmak için ayırdım. Ertesi gün, Addis Ababa'ya doğru, iki gün sürecek bir yola çıkacaktım. ------------------ 15 Aralık Perşembe sabahı 07:50'de Waldiya üzerinden Dessie'ye gitmek üzere, bitmez tükenmez virajlara doğru yola çıktım. Bu günkü yolum yaklaşık 300km ve benim için yabancı olmayan ilk 180km'lik kısmından sonra nispeten rahatlamakla birlikte, tamamı toprak. Hedefim, yolu sekiz saat gibi bir sürede tamamlamak. Ama, öyle olmuyor işte. Yine de Etiyopya şartları için fazla yanılmış sayılmam. Dokuz buçuk saatle bugünün parkurunu tamamladık. Dessie, tipik bir yol üstü şehri. Arabalar, insanlar, hareket ve gürültü... Otele yerleştikten sonra biraz önce gözüme çarpan bir internet kahvehanesine yollanıyorum. Heyhat, burada da durum, diğerlerinden farklı değil. Nasıl olabilir ki? Daha önce anlatmıştım sanırım; Etiyopya'da internet erişim hizmeti yalnızca devlet tarafından sağlanıyor ve sadece çevirmeli (dial up) bağlantı mümkün. Ayrıca çok pahalı. Yani, bizim alıştığımız rakamlara göre pahalı olmasından öte, Etiyopyalı için internette sörf yapmak bir servete maloluyor. O hızlarla da sörf biraz yavaş oluyor tabii. Bir internet kahvehanesinin tek bir dial up bağlantı üzerinden internete erişiyor olduğunu düşünsenize... Böyle bir yerde, bir saatlik bir internet "keyfi" için ödeyeceğiniz ücret yaklaşık 20 Birr, bir başka deyişle yaklaşık USD2.30. Bunun için -örneğin- Sudan'da ödediğim ücret USD1.00 civarındaydı, hem de geniş bant. Bir sonraki gün, yani Cuma günü saat 06:50'de Dessie'den ayrılıyorum. Bundan sonra yol asfalt, Addis Ababa'ya kadar. Kalitesi düşük olmakla birlikte, toprak olmaması bile benim için yeterli. 415km'lik yolu 8.5 saat gibi inanılması zor bir sürede alıyorum. Addis Ababa Addis Ababa'da, yine Axum ve Lalibela'da kaldığım devlet oteli zincirine ait Ghion Otel'e yerleştim. Resepsiyondaki görevliye otelin "en sessiz odası"nı istediğimi söyledim. Gerçekten de istediğim gibi bir oda verdiler. Uydu telefonum yardımı ile e-postalarımı indirdiğimde Chris'ten gelen mesajı gördüm; o da Addis Ababa'daydı. Üstelik, bizim Asswan-Wadi Halfa feribot grubundan İngiliz Claire-Bill çifti de aynı akşam kalmak için Chris'ten yer ayırtmasını istemişti. Ertesi gün buluşmak için cevap yazdım. Cumartesi günü, arabamın, beni artık iyice endişelendiren çekiş problemine çare bulmak üzere iyi bir Land Rover servisi aramaya karar verdim. Sabah kahvaltısından sonra, önce T4A'nın (Güney Afrika'lı amatör GPS fan grubu) hazırladığı Afrika GPS haritasında gösterilen "Land Rover Service" noktasını bulmak üzere otelden ayrıldım. Uydu teknolojisinin inanılması zor marifetiyle Elgat Plc'yi hiç zorlanmadan "şak" diye buldum. Buldum ve -açıkçası- etkilendim de. Son derece modern, temiz ve düzgün bir servis istasyonu. Genel Müdür, atölye şefi ve diğer yönetici pozisyondaki personel çok iyi, diğer usta ve hatta çırak seviyesindeki personel ise -teknik konularda- rahatlıkla anlaşabilecek düzeyde iyi İngilizce biliyorlar. BMW, Ford ve Land Rover markaları için servis veriyorlar ve benim arabanın mutlu olmasına yetecek kadar Land Rover Defender var içeride. Servisin Genel Müdürü Aklilu Abebe, Cumartesi öğleden sonraları aslında çalışmadıklarını ama, benim özel durumum için personele fazla mesai yaptırıp arabamın 20.000km bakımını yapacaklarını söyledi. Atölye şefi konumunda olduğunu tahmin ettiğim kişi, arabanın çekişinin düşüklüğü, egzost dumanının yoğunluğu ve motor sesinden, ciddi bir supap ayarsızlığı teşhisi koydu. Sudan'da, Wadi Halfa-Dongola arasındaki yolda, darbe sonucu eğilen rotum da düzelecek. Yaklaşık üç saatlik bir çalışmayla arabanın 20.000km bakımı yapıldı, supap ayarı düzeltildi (bu arada ikinci silindir egzost supabının kepinin de düştüğü fark edildi ve yenisi takıldı), rot demiri hidrolik preste özenle düzeltildi. Etiyopya şartlarına göre pahalı ama, Türkiye şartları için oldukça ucuz bir bedel karşılığı, -açıkçası- oralarda bulmayı tahmin etmediğim bir kalitede gereken tüm bakımı yapılmıştı Landy'nin (herkes arabasına bir isim takıyor diye ben de şimdilik Landy dedim, merak etmeyin, bir daha kullanmayacağım bu ismi). O da mutlu, ben de mutlu, Elgat'tan teşekkür ederek ayrıldık. Olur ya, bu yazıyı okuyan birisi, Addis Ababa'da bu üç markadan biri için kaliteli bir servis istasyonu arar diye, aşağıda kontakt bilgilerini veriyorum: Ethio Lakes General Automotive Trading Plc. Mr. Aklilu Abebe, Gen. Mngr. Tel : +251 11 4431493 (3 hat) Faks : +251 11 4421424 GSM : +251 911 680291 E-posta : aklilu@ethiolakes.com www.ethiolakes.com GPS koordinatı : N8° 58.775' E38° 45.362' Akşam Chris ve Bill otele geldiler. Geç saate kadar bira içip muhabbet ettik. Duygulu bir vedalaşma ardından ayrıldılar. Eee, ne de olsa yaklaşık bir aylık bir yol arkadaşlığımız, "kader birliği"miz olmuştu Chris'le. Addis Ababa ile ilgili anlatacak bir şeyim yok, ne yazık ki. O gece hayatıyla meşhur, hareketli ve canlı Afrika kenti, benim için çok fazla çekici değildi maalesef. 18 Aralık Pazar sabahı yeniden yollara düştüm. Artık dağlar, virajlar ve toprak yollar bitmişti Kenya sınırına kadar. Planım 21 Aralık günü Kenya sınırını geçmek. En geç 24'ünde Nairobi'de olmam lazım. Addis Ababa'dan sonra Büyük Kırık Vadisi'nin göller bölgesi başlar. Etiyopya'da başlayan bu göller bölgesi, vadinin bittiği Mozambik'e kadar, Chilwa Gölü'ne kadar sürecektir (esasen Chilwa Gölü Malawi sınırları içinde kalır ama, Mozambik'in karnına kadar girmiştir). Yol üzerinde toplam 7 tane göl bulunur. Aslında bir sekizincisi, Addis Ababa'ya en yakın olanı daha vardır ama, bu bir baraj gölüdür; Koka Gölü. Bundan sonrakiler içerisinde en önemli üçlü Langano, Abiata ve Shala Gölleri. Langano, turistik özelliği nedeniyle hem Etiyopyalılar, hem de yabancı turistler tarafından rağbet görür. Langano'nun batısında yer alan Abiata ve Shala Gölleri de, Abiata-Shala Milli Parkı içerisinde yer alması nedeniyle önem taşırlar. İlk gecemi, Langano Gölü kıyısında, Bekele Mola Hotel'de geçiriyorum. Öğleden sonra ikide vardığım otel, hem dinlenmek, hem de yazı ve resimlerimle ilgilenmek için uygun bir ortam. Göl kıyısındaki evlerden birisine yerleşip, terasta soğuk bira eşliğinde işlerimi yapıyorum. Sabah, kuşlarla birlikte kahvaltımı yaptıktan sonra Abiata-Shala Milli Parkı'nı gezmek ve Kenya sınırındaki Moyale'ye doğru yollanmak üzere hareket ettim. Abiata-Shala Milli Parkı, bakımsızlıktan dolayı zayıf kalmış. İçerisinde bol miktarda warthog (Afrika'ya has bir cins yaban domuzu) ve deve kuşu dışında, az da olsa Thomson ceylanı görebiliyorsunuz. Bunlar dışında baboon maymununun da sıkça görüldüğü söyleniyorsa da, -en azından- benim görebileceğim sıklıkta değildi. Seyahatin başında, Etiyopya için planımda, ülkenin güney-batısında yer alan Omo Vadisi'ne de gitmek bulunuyordu. Hatta, Kenya'da görmek istediğim Turkana Gölü ve Milli Parkı da Omo Vadisi'ne yakın olduğu için, sınır geçişini, -her ne kadar resmi bir sınır kapısı yoksa da- Omo Vadisi'nden direkt olarak Turkana Gölü'ne yapmayı düşünmüştüm. Bu resmi olmayan geçiş için -daha önce yapanlardan öğrendiğim gibi- Addis Ababa'daki Kenya Büyükelçiliği'nden yazılı bir izin alacak, Kenya giriş damgasını ise Nairobi'de göçmen işleri ile ilgili büroda vurduracaktım. Bu yöntemi tercih etmemin bir diğer nedeni de, Kenya'nın kabileler arası kanlı çatışmaları ve yol kesen silahlı soyguncuları ile meşhur Moyale-Marsabit yolundan kurtulmaktı. Ancak, iki sebepten dolayı bunu gerçekleştirme şansım kalmadı: Birincisi; Etiyopya'ya girişte aracın triptik belgesini damgalamış olmaları (esasen, Etiyopya bu konudaki uluslararası anlaşma kapsamında olan bir ülke olmadığı için, triptik belgesinin bu ülkede resmi bir geçerliliği yok, vurdukları damganın da uluslararası geçerliliği yok). Turing, eğer bir ülkeye giriş damgası varsa, bunun çıkış damgasını da görmek istiyor ve resmi olmayan bir sınır geçişinde bu damgayı vurdurmanız mümkün değil. İkinci sebep ise; Sudan'da, öngördüğümden sekiz gün daha fazla vakit kaybetmem nedeniyle Omo Vadisi ve Turkana Gölü'ne ayıracak vaktimin kalmamış olması. Dolayısıyla, ben yine haydutların arasından geçmek zorundayım. Rahat bir yolculuğun ardından, saat 20:00'de Moyale'ye vardım. Suyu olmayan bir otelde ancak yer bulabildim. En azından arabamı emniyetle park edebileceğim bir bahçesi vardı. Diğer otellerde kalan ve ertesi gün Marsabit'e gidecek olan bir yol arkadaşı bulmak için araştırma yapmak ve bir şeyler atıştırmak üzere dışarı çıktım. Köyün en lüks otelinde (çünkü onun suyu akıyor) Bob Marley ve arkadaşı ile injera ve wat yedik. Önce Bob Marley'i açıklayayım. Efendim, Bob Marley (ünlü reggae müziğinin yaratıcısı, Jamaika'lı) Rastafarianizm denilen ve 1930'larda Jamaika'da başlayan bir akımın izleyicilerinden. Bu akım da, son Etiyopya İmparatoru Haile Selasie'ye büyük bir saygı besliyor. Rastafaria da zaten ras tafari kelimelerinden türemiş ki, bu Haile Selasie'nin ünvanı ve "Tanrı'nın yeryüzündeki çehresi" anlamına geliyor. O zamanki İmparator Haile Selasie, 2. Dünya Savaşı'ndan sonra Batı Hint Adaları'nda yaşayan Afrika kökenlilerin, doğdukları kıtaya geri dönebilmeleri için Sashemene'de ikamet etme olanağı tanıyor. Bu imkandan yararlanmak isteyen birçok Afrika kökenli Jamaika'lı ve diğer Batı Hint Adası vatandaşı Sashemene'e yerleşiyor. Ölümünden sonra, 2005 yılında da Bob Marley'in naaşının mevcut mezarından alınıp Sashemene'e gömülmesi konusu ortaya atılıyor. Eşi Rita, Bob Marley'in esas vatanının Etiyopya olduğunu söylüyor. Hatta Marley'in 60. doğum günü, Şubat 2005'te, Sashemene'de bir ay süren törenlerle anılıyor. Dolayısıyla, Bob Marley'in Sashemene'le ilgisinin ve Sashemene'de yüzlerce Bob Marley'in bulunmasının (belki de onların çoğu, daha önce oraya yerleşen Jamaikalılar'ın çocukları/torunları) sebebi bu hikayeye dayanıyor. Shashemene'e girdiğinizde birçok "Bob Marley" görebiliyorsunuz yollarda. Shashemene'li her erkeğin hayali Bob Marley olabilmek, sanırım. İşte Moyale'deki Bob Marley de böyle birisi. Onu görür görmez Shashemene'li olduğunu anladım, saçlarından. Yolda karşılaştık ve direk "Hey! Sen Shashemene'li misin?" diye sordum (oralarda böyle şeyler yapmak son derece normal çünkü). "Evet!" dedi ve benden barda bir bira ve yemek kazandı. Böyle kişilerle dost olmanın faydası, köyle ilgili tüm bilgileri tek kaynaktan ve uğraşmadan alabilme imkanı. Köyde var olan toplam 5 otelde kimlerin kalıyor olduğunu hemen öğrenebiliyorsunuz. Çünkü, Bob ve arkadaşı döviz işi yapıyorlar, turistler "yararına". Sonuçta, ertesi gün Kenya'ya geçecek tek turistin (turistlerin) yemek yediğimiz otelde kalan genç Amerikalı çift olduğunu öğrendim. Onlar da birazdan çıkageldiler. Ama, Sudan'daki olaydan sonra ara bölmeyi Nairobi'ye kadar bir daha açmamaya yemin ettiğim için, daha önce Nando'nun (Katalan çılgın bisikletçi) oturduğu koltuğu kullanma, dolayısıyla çifti yanımda götürme şansına sahip değildim. Aralarında bir oyun oynamalarını ve kazananın (ya da kaybedenin) benimle gelmesini önerdiysem de -nedense- kabul etmediler. Anlaşılan, haydutlarla baş başayım. Onlar ise kamyon kasasında seyahat edecekler. Gelelim injera ve wat'a. Injera, darıya benzer ve tef (ya da teff) denilen yöreye özgü bir bitki tohumundan elde edilen unla, krep gibi pişirilen bir çeşit ekmek. Hafif (pek de hafif sayılmaz ama) ekşimsi bir tadı olan krep diyebiliriz. Wat ise kavrulmuş koyun eti, ya da tavuk, ya da ciğer, balık, çeşitli sebze, mantar gibi çok değişik malzemelerden yapılan bir yemek. Bunların her birisi ayrı birer wat yemeği olabildiği gibi, karışık wat da olabiliyor. Karışık wat, büyük (tepsi gibi) bir tabağa, dibinde tabak büyüklüğünde bir injera üzerine parça parça yerleştirilmiş koyun wat'ı, tavuk wat'ı, balık wat'ı, fasulye wat'ı ... ile oluşturuluyor. Bir nev'i ordövr tabağı gibi. Siz, gelen tepsi-tabağın dibindeki injeradan elinizle bir parça kopartıp, bunu kaşık olarak kullanarak, watlardan istediğinizi "kaşıklıyorsunuz". Kaşıkladıklarınızı ağzınıza attıktan sonra parmaklarınızı yalayarak temizlemeniz tavsiye olunur, yoksa üzerinize damlayıp leke yapma riski var tabii. Muhabbetimiz ve yemeğimiz bittikten sonra otelime dönüp, "otelci"den (modern dünyada "resepsiyonist" deniliyor) aldığım bir kova suyla "yarım duş" aldıktan sonra yatıyorum. Ertesi gün sabahı, çaycıda (burada Sudan'daki gibi çaycı kızlar yok maalesef) iki parça çörek ve çayla kahvaltımı yaptıktan sonra saat 08:30'da sınırı geçmek üzere kontrol noktasına yönleniyorum. Hızlı ve sorunsuz pasaport ve triptik işlemlerinin ardından sınırı geçip, Kenya topraklarına tekerlek basıyorum. Moyale'nin öteki yarısındayım artık… Kenya’da görüşmek üzere… Ali Eriç'in 186 günlük Afrika gezisinin başlangıcı ile ilgili detaylar için Arabamla Afrika - Suriye : 1 (Başlangıç ve Halep) gezi yazısını okuyabilirsiniz. |