Arabamla Afrika - Kenya : 2 (Nairobi ve Maasai Mara)

Nairobi'ye vardığımda, önceden koordinatını GPS'e yüklediğim Fairview Hotel'i bulmam zor olmadı. Otelin sokağına girdiğimde ilk karşılaştığım tabela şöyle diyordu: "Nairobi'nin en güvenli sokağında bulunuyorsunuz!" Eh, şans işte. O kadar endişelendiğim (ya da endişelendirildiğim) bir konuda böyle bir sokağı bulmak, dört ayak üstüne düşmek gibi bir şey aslında. Ama, bir yandan da anlam veremiyorum, niye böyle bir tabela konulmuş olabileceğine. Birazdan (artık otele yaklaşmış olmam gereken bir noktada) bir tabela daha: "İleride 'dostça' bir kontrol noktası!" (A friendly check-point ahead!). Haydaa, hayırdır! Neyse, tüfekli iki asker beni gülümseyerek durdurdu; önümde, aralarından sıkı bir slalom yaparak geçilebilecek şekilde yerleştirilmiş, her biri yaklaşık 2m çapında ve 1m yüksekliğinde yuvarlak beton bloklar var. Yani, bariyeri yarmak imkânsız. Güler yüzlü askerler nereden gelip nereye gittiğimi, aracın içinde neler olduğunu sorduktan sonra, arabanın arkasını açtırdılar. İçimden "şimdiye kadar indirten olmadı ama, burada indirtirlerse yandık" diyorum. Onların da o kadar eşyadan kafaları karıştı, birbirlerine bakıp telsizlerine sarıldılar. Adımı ve plaka numaramı bildirip, durumu anlattılar ve bana dönüp beklememi rica ettiler. İyi, bekleyelim de, neyi? Birisinin gelip durumu inceleyeceğini bekleyecekmişim. "Peki de," dedim, "neden bütün bu güvenlik?". "Sizin emniyetinizi sağlamak için" dedi, içlerinden bir tanesi, son derece inandırıcı olmaya ve şirin görünmeye çalışarak. "Geleceğimi nasıl haber almıştınız?" dedim ben de, espri yaptığımın üzerine basarak. "Biz her şeyi haber alırız" diye cevap verdi, diğeri. İyi bakalım. Birazdan kafasında bir kasket, üzerinde sade bir gömlek ve yazlık bir kumaş pantalonla genç bir "beyaz adam" çıkageldi. Benim elimi sıktı, arabanın etrafında -dikkatli gözlerle süzerek- döndü, açık duran bagaj kapısından içeriye bir göz attı ve sorgu başladı. Yumuşak bir sesle sorduğu tüm sorulara ben de sakin bir biçimde cevap verdim; sorguya çekiliyordum, belli. Sakindim/olmak zorundaydım, çünkü sakin olmazsam eşyaları indirmekle ödüllendirilebilirdim, bunun farkındaydım. Seyahatimi çok ilginç buldu, biraz hikâyemi dinledi. Beni, cesaretimden dolayı tebrik etti, elimi sıktı ve bol şans dileyip askerlere ufak bir baş işareti yaparak yol vermelerini istedi. Gitmeden, ona da sordum, bütün bu güvenlik önlemlerinin ne anlama geldiğini. "Sizin güvenliğiniz için". Sırıttım, inanmamış bir ifadeyle. O da gülümsedi "İyi araba" deyip, baş parmağıyla da onayladı, söylediğini. Otelin bahçesine de iki ayrı ağır, çelik bariyeri aşarak girdim. Resepsiyonda check-in işlemim bittikten sonra onlara da sormadan edemedim, bu güvenliğin sebebini. Hep aynı cevap. Sonunda eşyalarımı odaya taşıyan çocuk açık etti, karşıda Amerikan Elçiliği olduğunu. Neyse, Nairobi'nin en güvenli yerinde olduğumdan emindim artık.

FOTOGRAF: Allan Karuga Wayne / Wikimedia Commons / CC-BY-SA 3.0

Belki hatırlarsınız, Nairobi'deki Amerikan Elçiliği'ne 1998 yılında -yanlış hatırlamıyorsam- bomba yüklü bir kamyonla yapılan saldırı sonucu 263 kişi ölmüş, beşbine yakın kişi de yaralanmıştı. Şu anda bu yer bir anıt-park haline getirilmiş durumda ve yirmi Kenya Şilini karşılığında gezebiliyorsunuz. Şimdiki elçilik binası da, benim kaldığım otelin karşısındaymış. Ama öyle olduğuna dair -anormal güvenlik önlemleri dışında- en ufak bir işaret (Amerikan bayrağı bile) görünmüyor. Öyle olunca kimse yerini bilemeyecek sanıyorlar herhalde. Bana biraz devekuşunu hatırlattı, ama...

Neyse, seyahatimin başından beri kaldığım en lükse ve -eminim- en güvenli otelde geçirdiğim üç gece/iki gün boyunca yazmak, yemek ve içmek dışında fazla bir aktivitem olmadı. Bir ara, Buket ve Alican'la döndükten sonra gideceğimiz yerleri önceden ziyaret edip yol izlerini ve yerlerini GPS'e yüklemek, arabanın buzdolabında eksilen içecek stoklarını tazelemek için Kenya'nın meşhur hipermarket zinciri Uchumi'lerden birini ziyaret etmek ve Kenya Havayolları'ndan biletimi almak için çıktım. Onun dışında otelde, zaman zaman havuz başında geçirdiğim sürede eksilen kilolarımı geri alabilmek için yapmış olduğum çalışmaların semeresini görüyordum.

İstanbul'a dönüş
26 Aralık sabahı, arabada bulunan, seyahate çıkarken "abartılı derecede" fazla almış olduğum bazı malzemeleri taşıdığım 2 parça bagaj (sırt çantam ve arabanın üzerindeki alüminyum kutu) ile, bilgisayar çantamı alıp taksiye atladım. Tahminim, 60-65 kilo civarında bagajım vardı; yani 20kg'lık bagaj hakkımdan 40-45 kilo daha fazla. Biletimi alırken şehirde bulunan ofisteki görevliye, fazla bagaj için ne kadar ödemem gerekeceğini sormuştum. O da bana bunun kilogram başına USD6.00 olduğunu söylemişti. Kafamdan bir hesap yaptım; USD250-300.00 civarında bir "fazla bagaj ücreti" ödeyecektim ki, bu operasyona değer, diye düşündüm. Havaalanında, güvenlik kontrolünde memurların biraz kafası karıştıysa da, fazla sorun olmadan geçtim. Ama check-in biraz sorunluydu. Önce, 42kg gelen alüminyum kutumu bölmem gerektiğini söyledi, check-in yapan hanımefendi. Bu, her parçanın 32kg'dan ağır olmaması gerektiğine ilişkin uluslararası bir kuralın gereğidir, unutmuştum. Bana bavul stretch'leme işi yapan adamın yardımcı olabileceğini söyledi. O işi hallettik, güzel de oldu. Parça sayısı üçe yükseldi. Sonraki aşamada fazla bagajımın 47kg olduğu anlaşıldı ve bunun için vezneye ödeme yapmam gerektiğini bildirdi, aynı hanımefendi; buna zaten hazırım. Veznedeki diğer hanımefendi, 47kg için ödemem gereken miktarın USD1,502.00 olduğunu söylediğinde geleneksel kaynar su vaziyeti oldu; buna hazır değildim açıkçası. İçindekilerin, bunun yarısı kadar etmeyeceği, benim biletimin bile -İstanbul'dan normalinin 2.5 katı "kazık" fiyatına alınmış olmasına rağmen- bu kadar tutmadığı, şehirdeki bilet satış görevlisinin verdiği fiyatın çok daha farklı olduğu yönündeki tüm yakarışlarım para etmedi. Nedense, basiretim bağlanıp, durumu kabullendim ve fazla kilolardan "atarak" kurtulmaya karar verdim. Toplam bagaj ağırlığım 37kg'a düşene kadar neleri ayırmadım ki; arabanın birçok yedek parçası (alternatör, komple debriyaj seti v.s.), bazı giysiler, bazı kitaplar v.s. Bir de "bunları ne yapacağım" meselesi var tabii. Gözüme, "stretchçi" çocuğu kestirdim. Ona gidip "Al bunların hepsi senin. Giyecekleri kullanırsın, kitapları atarsın, yedek parçaları da satarsın" diye verdim. Çocuğun gözleri büyüdü, ne yapacağını şaşırdı. Kaç aylık maaşı kıymetinde ganimete kondu, ne yapsın. Oradaki güvenlik amirini de bulup, eşyaların hikayesini ona da anlattım ve artık tüm bunların yeni sahibinin "Stretchçi" olduğunu söyledim. Sonra da gidip check-in işlemimi yaptırdım. "Hanımefendi"nin beklediği böyle bir son değildi, o başka bir "son" bekliyordu, biliyorum. Daha doğrusu sonradan "dank" etti. Belki en fazla USD50-100.00'lık "bahşiş"e bakardı. Dedim ya, basiretim bağlandı, düşünemedim. İstanbul'a doğru yol alırken, Kenya Havayolları'nın en idealist yolcusu olmanın verdiği huzurla yemeğimi yedim, şarabımı içip uykuya daldım.

Turafrika'nın ikinci bölümü
Turafrika'nın ikinci bölümü 10 Ocak Salı sabahı Nairobi Jomo Kenyatta Havaalanı'na Buket ve Alican'la birlikte inişimizle başladı. Arabamı otoparkında bırakmış olduğum Fairview Hotel'e taksiyle ulaştıktan sonra, yol yorgunluğu ve uykusuzluğumuzu, önce odada dinlenip, daha sonra da havuz başında yatarak atmaya çalışıyoruz. Seyahat sırasında lüks otellerde konaklamaya alışkın olmayan bendeniz de, fırsatı değerlendiriyorum doğrusu. Akşam yemeği için, Kenya denilince bazılarımızın ilk aklına gelen Meryl Streep'in başrolünü oynadığı "Benim Afrikam" (Out of Africa) filmine sahne olan bir yerde, Karen Blixen'in kahve çiftliğinde bulunan Karen Blixen's Coffee Garden Restaurant'dayız.

FOTOGRAF: Krg / Wikimedia Commons / CC-BY-SA 3.0

Karen Blixen, adı geçen filme kaynak olan aynı isimli kitabın yazarı Danimarkalı Isak Dinesen'in gerçek adı. 1914 yılında evlendiği ve aynı zamanda kuzeni olan Baron Bror von Blixen-Finecke ile Kenya'ya gelip bir kahve çiftliği kuruyor. Ancak Baron'un kahve yetiştirmekten daha önemli işlerle meşgul olması sonucu kaptığı frengi, Karen'in hayatının kalan kısmına yalnız ve hastalıkla boğuşarak devam etmesine neden oluyor. 1. Dünya Savaşı sonrası dünyada yaşanan kahve krizi nedeniyle bozulan işleri toparlayamayıp, çiftliğe kilit vurduktan sonra Danimarka'ya dönen Karen, hayatına daha başarılı olduğu bir konuda, edebiyat alanında faaliyet göstererek devam ediyor, öldüğü 1962 yılına kadar. Kitaptan esinlenerek çevrilen Benim Afrikam filmine de sahne olan Karen Blixen'in Kenya'daki yaşamını geçirdiği evi, daha sonra Danimarka Hükümeti tarafından, müze haline getirilmek şartı ile Kenya'ya armağan ediliyor. Bizim yemek yediğimiz restoran ise, kahve çiftliği alanı içerisinde, Karen Blixen'in evinin yakınında yer alıyor.

Ertesi gün programına göre, Nairobi Ulusal Parkı'nda ilk "safari"mizi yapacağız. Bu aslında biraz "oyuncak safari".

Safari, Kswahili (ya da Swahili) dilinde "uzun seyahat" anlamına geliyor. Eskiden (19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başları) daha çok, Ernest Hemingway, Theodore Roosvelt gibi ünlüler tarafından meşhur edilen uzun süreli av gezileri için kullanılıyorsa da, son zamanlarda -neyse ki- yanlızca turistler için ulusal parklar ya da koruma alanlarında gerçekleştirilen "yaban hayatını izleme turları" için kullanılmakta.

Size, bunları "sokaklarda" bile görebileceğinizi söylemiştim. (Photo by Alican ERIC)

Her ne kadar doğal ortam ve içerisindeki yabani hayvanlar gerçekse de; hem alanın -safari yapılan diğer milli parklara oranla- çok küçük olması, hem de sakinlerinin çoğunun -aslen- doğal mekanları olmaması nedeniyle, burada yapılan safari pek safariden sayılmıyor. Ancak, 1988 yılındaki ilk Kenya gezimiz sırasında Nairobi Milli Parkı'nda geçirdiğimiz o kısa zamana rağmen, gördüğümüz yabani hayvan çeşidini -açıkçası- bu sefer gittiğimiz tüm milli parklarda yaptığımız o uzun safarilerde bile göremedik. Bu nedenle, kısa süreli Nairobi seyahati yapan -örneğin- iş adamları için rahatlıkla "safari yaptım" dedirtebilecek nitelikte bir yer. Ama tabii sabah erken başlamak kaydıyla... Eğer -bizim gibi- saat onda başlarsanız, yalnızca -neredeyse- Nairobi sokaklarında bile görebileceğiniz ceylan, impala, zebra ve zürafalarla, babun maymunu ve devekuşundan başka birşey göremezsiniz. Aslan leopar, çita gibi vahşi yaratıklar ise çoktan avını avlamış, karnını doyurmuş ve vahşi doğa özlemiyle yanıp tutuşan iki ayaklı yaratıkların şerrinden uzakta, sesiz bir gölgelikte şekerlemelerini yapmaktadırlar.

Kenya'nın en eski ulusal parkı olan Nairobi Ulusal Parkı 1946 yılında açılmış. 117km² bir alana sahip park, şehir merkezinden yalnızca 7km uzakta bulunuyor. Özellikle yırtıcı nüfusunu koruyabilmek için başlatılan "vahşi hayat korunması için kiralama programı" kapsamında, göçer hayvanların göç yolları üzerinde yer alan çiftlik arazileri, Maasailer'den kiralanıyor. Böylece, son yıllarda parktaki hayvan nüfusunun ciddi miktardaki düşüşünün önüne geçilmiş. Ancak, kiralanan bu göç yolu bantlarında 2003 yılı Mayıs ve Haziran aylarında, karınlarını Maasailer'in sürüleriyle doyurmaya kalkan aslanlardan bazılarının mızraklarla vurularak öldürülmeleri, çözülmesi gereken yeni sorunların doğmasına neden olmuş.

Nairobi Ulusal Parkı'nın meraklı sakinleri, babun maymunları (Photo by Alican ERIC)

Bu arada size kısaca Maasailer'den bahsetmeliyim. Masailer olarak da anılan Maasailer, genel olarak Kenya ve Kuzey Tanzanya'da yaşayan, Doğu Afrika'nın en çok bilinen yarı-göçer kabilesidir. Genellikle ince, uzun vücut yapısına sahip olan Maasailer'in, 15. yüzyıldan sonra Sudan'ın Nil havzasından göçtüğü tahmin edilen kabile gruplarından oldukları tahmin edilmekte. Savaşçı olarak bilinmelerine karşın, hayvancılıkla hayatlarını geçiren Maasailer için hayvanları (büyük baş) çok önemli. Yağmur Tanrıları Ngai tarafından dünyanın tüm sığırlarının kendilerine verildiğine inanan Maasailer, tanrılarının kendilerine bahşettikleri bu emanetlerine sahip çıkmak için, başka kabilelerle, kanlı katliamlarla sonuçlanan çatışmalara girebilmektedirler. Moranlar (savaşçı genç erkekler) tarafından "kim en yükseğe sıçrar" temalı danslarında, gruptaki her erkek diğerlerinden daha yükseğe sıçramaya çalışarak sahip olduğu dayanıklılık ve çeviklik konusunda yeteneklerini ispat etmeye uğraşır. Şimdilerde iyice azalan bir diğer "erkeklik" gösterisi adeti de, evlenmek isteyen damat adaylarının geçmek zorunda oldukları "aslan avlama" sınavı. Bir de Afrika'daki aslan nüfusunu beyaz avcıların azalttığını söylerler. Bu kadar Maasai evlenebildiğine göre, beyaz avcının bu konuda ne kadar masum olduğu meydanda.

11 Ocak Çarşamba akşamının programı ise The Norfolk'ta yemek. Kenya'nın en eski ve meşhur oteli The Norfolk'un terasında bulunan Lord Delamere Terrace Bar & Resaturant, Nairobi'deki yabancı misyonun buluşmak için sıkça uğradıkları bir mekandır. 1988'den beri, barın konumu dışında fazla bir değişiklik geçirmemiş olmakla birlikte, manzarası tümüyle farklı artık. Daha doğrusu, manzarası kalmamış artık. Önceki ziyaretimizden hatırladığım hafif meyilli bir çayırlıktan tırmanarak çıkılan The Norfolk'ta, şehrin -az- gürültülü merkezini seyrederek keyifli bir yemek yenilebilirdi. Şimdi ise çevresini saran beton bloklar ve önündeki işlek caddeden geçen arabaları seyrederek yiyorsunuz yemeğinizi. Keyif mi? O size kalmış.

Fairview Hotel'de geçirdiğimiz son gecenin ertesi, Nairobi'de kalacağımız ikinci mekanımıza, Safari Park Hotel'e taşınmak için otelden ayrılıyoruz. Tebdil-i mekanın sebebi ne mi? Bir tur grubu ile Kenya'ya gelen ve o akşam Kenya'daki son gecelerini Nairobi Safari Park Hotel'de geçirip ertesi günü dönecek olan sevgili komşularımız Asiye ve Hayati çiftine hoş bir sürpriz yapmak.

Gündüz, arabanın çekişindeki nazik eksilme ve egzost gazındaki keyfe keder yağ dumanı için, oteldeki taksicilerin tavsiye ettiği Bush Rover isimli atelyeye gidip durumu gösteriyorum. Atelyedeki Hint asıllı İngiliz söylediklerimi dinledikten sonra motorun sesi ve egzost dumanını inceledi. Beni, paranoyak bir delinin suratına bakan bir ifade ile süzdükten sonra -tedavime katkısı olacağını düşünmüş olacak ki-, öğleden sonra supap ayarı için gelmemi söyledi. Ben haklıydım tabii. İkinci silindir emme supabı ayarsızdı ve onların hissetmediği çekiş ve duman problemi -az da olsa- çözüldü. Gerisi yakıt kalitesinden kaynaklanıyor, buna karar verdim artık.

Nairobi'nin biraz dışındaki Safari Park Hotel'e gittiğimizde, dostlarımızın da otele yerleşmiş olduklarını öğrendik. Kapılarını çaldığımızda bizleri karşılarında görünce şaşırdılar tabii ve -umarız- sevindiler de... Akşam programımız, -Buket'le yıllar sonra tekrar gitmek istediğimiz mekanların sonuncusu olan- Carnivore.

FOTOGRAF: khym54 / Wikimedia Commons / CC-BY-SA 3.0

Carnivore bir et lokantası. Ama öyle bildiğiniz et lokantalarından değil. Aslında bizim meşhur "ocakbaşı"larımızı andırıyor. Yalnızca boyutları biraz büyük bir "ocak" başı... Bu ocakta, kömür ateşinde pişen etleri, pişirildikleri kocaman şişlerin üzerinde masaya getiren garsonlar, istediğiniz kıvamdaki bölümünden istediğiniz miktarda eti kesip tabağınıza bırakıyorlar. Peki bildiğiniz et lokantalarından farkı nedir? Servis yapılan etlerin zebradan timsaha, ceylandan devekuşuna türlü çeşitli yaban hayvanına ait olması. Kenya'ya düzenlenen safari turlarının çoğu, Nairobi'deki bu restoranda yenilen akşam yemeği ile sona eriyor. Tabii, kendi doğal ortamlarında yaşamlarını büyük bir merakla izlediğiniz hayvanların, son olarak da tadına bakmak biraz çelişki ama...

Naivasha Gölü
13 Ocak'ta, Büyük Yarık Vadisi'nin (Great Rift Valley) -tekrar- içine dalmak üzere Naivasha Gölü'ne doğru yola çıkıyoruz. Naivasha, Maa dilinde (Maasailer'in kendilerini özgü dili) "hırçın su" anlamına geliyor. Aniden çıkan fırtınalarından dolayı konulmuş bu isim. Bir zamanlar, İngiltere ile Güney Afrika arasında çalışan Imperial Havayollarına ait deniz uçaklarının, Nairobi ve Kisumu yolcuları ve postası için indiği durak noktası imiş. Gölün güneyini dolaşan Moi South Lake Yolu'ndan doğru dolaşarak Hell's Gate Ulusal Parkı'na ulaşabiliyorsunuz. İsminin nereden geldiğini bilemiyorum ama, öyle cehennemi hatırlatacak bir yapısı yok. 68km² büyüklüğündeki parktaki jeotermal kaynaklardan borularla taşınan yüksek basınçlı su buharından, yine park içerisindeki Olkaria Jeotermal Elektrik Santralı vasıtasıyla elektrik enerjisi elde ediliyor ve Kenya'nın elektrik enerjisi ihtiyacının %15'i bu santralden sağlanıyor.

Nairobi-Naivasha yolunda bir pazar yeri (Photo by Alican ERIC)

Akşam Naivasha Gölü kıyısında bir otelde kalıyoruz. Bungalovlardan oluşan otelin göle kadar uzanan geniş bir arazisi var. Her ne kadar resepsiyondaki kız bizden başka kalanlar olduğunu söylese de, biz ve çalışanlardan başka kimseyi göremiyoruz çevrede. Zaten dört ya da beş bungalov var. Akşam yemek siparişlerini daha odamıza yerleşirken alıyorlar. Fazla bir seçenek yok zaten. Kuş gribine rağmen -"bize birşey olmaz abi" diyerek- tavuk ve salata istiyoruz. Yemek saati olarak 19:00 kararlaştırılıyor. Gerçekten açız ve saat 19:00'da restoran(!)da olduğumuzda yemeğimizin de hazır olacağını bilmek bizi rahatlatıyor. Ama öyle olmuyor maalesef. Biz saat 19:00'da restoran(!)da hazır oluyoruz ama, tavuklar -herhalde hızlı koşuyorlardı ki- ancak bir saat sonra hazır olabildiler. Yabani yaşamın zor koşulları bizi yormuş. Erkenden uyuyoruz.

Ertesi günü, Naivasha Gölü'nde motorla hipopotamları görmeye gideceğiz. Sabah dokuzda hareket ediyoruz. Hipopotamlar ailecek yaşıyorlar, gölün sığlıklarındaki "kendi sulaklarında". Bir baba ve birçok anneden oluşan ailenin ebeveyn kadrosu, çocukları ile gündüzün gölün içerisinde, gece de kıyıdaki otluklardalar. Yiyecek ihtiyaçlarını akşamları göl kıyısındaki "kendi bölgelerinde" bulunan otları yiyerek sağlayan hipopotamların -beklenenin aksine- ciltleri çok hassas. Bu nedenle, ciltlerini güneşten koruyabilmek için gündüzlerini sürekli suda geçiriyorlar. Yine de vücutları, suyun yüzeyinde kalan kafa ve sırt kısımlarının güneşten korunabilmesini sağlayan kırmızı bir sıvı salgılıyor. O cüsselerine rağmen iyi yüzücü olan ve tek bir nefesle 10 dakika kadar suyun altında kalabilen hipolar (İngilizce'de böyle kısaltıldığı için, kolay olsun diye ben de böyle kısaltıyorum) daha doğar doğmaz yüzmeye başlıyorlar. Çünkü, anneleri suda doğum yapıyor. Ailede birden fazla erkeğe müsaade edilmiyor. Bu nedenle, doğan erkek evlatlar kaderlerine terkediliyor. Kendi imkanları ile hayatta kalmayı başarabilen erkekler ancak, gözüne kestirdikleri bir ailenin reisi olan erkeği alt ederse aile sahibi olabiliyor. Yenilen eski reis ise, kaderine razı, kendisine hayatının kalan kısmını yalnız geçirebileceği ücra bir köşe arıyor. Aslında son derece munis bir hayvan olan hipolar, kendi yaşam alanlarına yapılan tecavüzlere tahammül edemiyorlar. Yanlışlıkla otlağına ya da sulağına giren bir kişinin, bu tecavüzü hazmedemeyen aile reisi hipo tarafından cezalandırılması sonucu kurtulma ümidi pek fazla olamıyor. Bizi gezdiren rehber, bu yüzden her yıl Naivasha Gölü'nde yaya(!) olarak avlanan balıkçılardan ciddi sayıda ölümlerin olduğunu söyledi.

Nakuru Gölü Ulusal Parkı
Tekne gezisinden sonra hedef Nakuru Gölü Ulusal Parkı. Naivasha'dan Nakuru Gölü'ne gitmek için toprak ve bozuk olan güney yolunu takip edebileceğiniz gibi, geriye dönüp -akıllı insanlar gibi- Nairobi-Nakuru asfaltına da çıkabilirsiniz.

Nakuru Gölü flamingoların önemli yaşam alanlarından (Photo by Alican ERIC)

Flamingoların yurdu Nakuru Gölü'nü içinde barındıran ulusal parkta, önceden rezervasyon yaptırmadan ilk kez bir safari lodge'da kalmayı deneyeceğiz. Ulusal parkın benim GPS'imde görünen tek ve en zor ulaşılan kapısına varabildiğimizde hava yavaş yavaş akşamın hazırlıklarına başlamıştı. Ama ulaştığımız bu kapıdan bilet alınması mümkün olamadığı ve bizim içerideki her iki lodge'da da rezervasyonumuz olmadığı için -aslen- ana kapıya gitmemiz ve bileti oradan almamız gerekiyordu. Ama oradaki görevli halimize acıyıp, bize özel bir geçici izin çıkardı ve içeri girebildik.

Sakın ola ki, bir ulusal parkta bulunan bu konak yerlerine önceden rezervasyon yaptırmadan -hatta tercihan bir acente aracılığıyla rezervasyon yaptırmadan- gitmeyin. Yoksa fena sövüşleniyorsunuz. Hoş rezervasyonlu da gitseniz -biraz daha az- sövüşleniyorsunuz ama... Biz böyle elimizi kolumuzu sallayarak resepsiyona "Merhaba! Yeriniz var mı acaba?" diye gidince görevlinin şaşkınlıktan bir süre nutku tutuldu. Daha sonra oda fiyatını söylediğinde de benimki, tabii...

...ve bufaloların (Photo by Alican ERIC)

Otele yerleştikten sonra ana kapıya gidip hemen biletlerimizi alıyoruz. Ulusal parkların içerisinde biletsiz olarak ya da zamanı dolmuş biletle dolaşmanın ağır cezaları var. Bunun denetiminin de -özellikle Nakuru Gölü gibi kontrolü kolay yerlerde- yapılıyor olduğuna ertesi gün şahit olduk, nitekim. Fakat, onbinlerce (belki yüz binlerce) flamingodan oluşan bir halıyla kaplı göl manzarasını seyretmek de her şeyi unutturuyor gerçekten. Yılın belli zamanlarında göldeki flamingo nüfusu 1.5 milyonu bulabiliyormuş.

...ve siyah gergedanların (Photo by Alican ERIC)

Her ne kadar leopar ve aslan da görülebildiği söylense de, biz o kadar şanslı değildik. Ancak, Nakuru'da ilk kez beyaz gergedan görme imkânımız oldu, bu parkta beyaz gergedan nüfusu rehabilitasyonu programı uygulanıyor olması sebebiyle. Tabii yine bol miktarda gördüğümüz zürafa, zebra, bufalo, babun maymunu ve diğer "çok bulunanlar"ı saymıyorum.

...ve zürafaların (Photo by Alican ERIC)




Maasai Mara Ulusal Parkı
Nakuru'dan sonraki Kenya'daki son ulusal parkımız, meşhur Maasai Mara (ya da Masai Mara). Kenya'ya safari yapmak uzere gidip de Maasai Mara'yı programına almayanı ayıplarlar. Kenya'nın güney-batısında Tanzanya sınırında yer alan Maasai Mara Ulusal Parkı'nın, sınırın öte tarafındaki devamı ise Serengeti'dir. Daha doğrusu, Maasai Mara Serengeti Ulusal Parkı'nın devamı olarak kabul edilir. Özellikle Haziran (güneyden kuzeye) ve Ekim'deki gnu (bir antilop türü) göçü ile meşhur olan Maasai Mara, bu göç sırasında Mara ve Talek Nehirleri'ni geçmeye çalışırken bazı talihsiz gnuların aslan va leoparlara yem oluşları sahneleriyle tanınır.

(Photo by Alican ERIC)

Kenya'nın en büyük ulusal parkı olma unvanının yanı sıra, başta Büyük Beşler (fil, gergedan, aslan, leopar ve bufalodan oluşan "avlanması en zor ve tehlikeli" beşli grubun, "gözüpek avcılar" arasındaki lakabı) olmak üzere çok çeşitli hayvan nüfusunu içinde barındırması özelliği nedeni ile turist grupları için çok cazip bir mekan. Bu nedenle de birçok safari lodge'a (konaklama yeri) mekan olmuş. 320km² gibi hatırı sayılır büyüklüğüne rağmen, özellikle Şubat-Mart ayından itibaren başlayan "yüksek sezon"da gelen turist sayısının çokluğu, parkı bir "yol geçen hanı"na dönüştürmüş. Turistlere safari yaptırmak amacı ile, tavanı yükselerek aynı zamanda bir gölgelik işlevi gören özel üretilmiş araçlar, park sahası içerisinde -özellikle aslan, çita, leopar gibi- az rastlanabilen hayvanları bulmak ve müşterilerine gösterebilmek için dört dönüyorlar. İçlerinden birisi, avlanmakta olan ya da yakaladığı avını afiyetle yiyen bir yırtıcı bulduğu an hemen en uygun görüş açısını sağlayabileceği noktaya aracını parkedip, içindeki ziyaretçilerin bu keyifli manzarayı doya doya seyretmeleri ve bol bol fotoğraf ve video çekmelerine yardımcı oluyor. Onun bu keşfini farkeden diğer araç sürücüleri de derhal olay mahalline intikal edip, kendi turistlerinin diğerlerine göre daha iyi konuşlanmasını sağlamak için başka bir yönden yaklaşıyor. Bir süre sonra oluşan manzara şöyle: Ortada birkaç aslan, yakaladıkları antilobu kemal-i afiyetle yemekte ve etrafına bir çember şeklinde dizilmiş birsürü minibüs dolusu turist de bu tarihi anı tespit etmek amacıyla birbirlerinin üzerinden sarkarak en uygun çekim pozisyonunu yakalamaya uğraşmakta.

(Photo by Alican ERIC)

Bu durum, özellikle avlanma zamanları turist gezdirme saatlerine denk gelen leopar ve çitaların keyfini kaçırmış olmalı ki, son zamanlarda Maasai Mara'daki leopar ve çita nüfusunda hissedilir bir azalma olduğu gözleniyormuş. Çoğunun, kendilerine daha rahat avlanabilmek amacıyla yeni yerler bulmak sevdasına kapılıp parkı terk ettikleri ve gittikleri yerlerde de tek başlarına fazla yaşama şansı bulamadıkları için ölüp gittikleri söyleniyor. Bunun, avlanmak amacıyla safari yapmaktan ne farkı kaldı? Her ikisi de hayvan nüfusunun azalmasına sebep olmuyor mu sonuçta?

(Photo by Alican ERIC)

Maasai Mara'da geçirdiğimiz iki gecenin ardından, Kenya'yı tamamlamak ve Uganda'ya geçmek üzere, 17 Ocak Salı günü Kenya'daki son durağımız olan Kisumu'ya doğru yola çıkıyoruz.

Kisumu'ya yaklaşırken ve şehrin içerisinde, dikkatimizi çekecek kadar çok sayıda bisiklet görüyoruz. Daha önce alışık olmadığımız kadar çok olan bisikletlerin (aslen Kenya'nın her tarafında bisiklet çok ama, burada daha ciddi bir enflasyon başgösteriyor) arkalarında minderler var ve genellikle ikinci bir kişi bu minderde oturarak seyahat ediyor. Önce pek bir anlam veremiyoruz ama sonradan Buket'le Alican bu bisikletlerin "taksi bisiklet" olabileceğini söylüyorlar. Gerçekten de öyleymiş, burada taksi bisikletler var. Şehirde, her köşebaşında bekleyen birkaç bisikletli yanlarından geçerken size "Taksi lazım mı abi!" diye sesleniyor. Bu "taksi bisiklet"leri daha sonra Uganda sınırına kadar, hatta sınırı geçtikten sonra da yoğun olarak göreceğiz. Yerel ismi boda-boda bunların. Aslında İngilizce "border-to-border" ("sınırdan sınıra") deyiminden geliyor ama, bura İngilizcesiyle söylenince "boda-boda"ya dönüşmüş.

Kisumu, Afrika'nın en büyük, dünyanın ise ikinci en büyük doğal gölü olan Victoria Gölü kıyısında kurulmuş olan bir şehir. Nairobi ve Mombasa şehirlerinden sonra üçüncülük konusunda Nakuru ile yarışan Kisumu'nun, kurulduğu 1900'lerin başlarında adı Port Florence olarak geçiyor. Bu ismin nereden geldiğini, anlatacağım Doğu Afrika Demiryolu Hattı inşaatının hikayesinden öğreneceksiniz.

Efendim! 1800 sonlarında İngiltere, Almanya ve Fransa, Doğu Afrika'yı aralarında paylaşmak için anlaşırlar. Buna göre; Almanya o zamanki Tanganika'yı (şimdiki Tanzanya), İngilizler Kenya ve Uganda'yı, Fransızlar ise Madagaskar'ı kontrolları altına alırlar. Bu paylaşımın gerçekleşmesi ardından, buralarda önceden beri ticari faaliyetlerde bulunan İngiliz işadamaları, Uganda'nın ticari açıdan gelişmesini sağlamak amacıyla bir demiryolu hattının inşa edilmesinin şart olduğu konusunda hükümete baskı yapmaya başlarlar. Başta gönülsüz davranan hükümet, daha sonra bir fizibilite çalışması yaptırır ve 1895 yılında demiryolu inşaatının başlamasına karar verilir. Aynı zamanda, bölgedeki İngiliz yatırımlarının korunması amacıyla Britanya Doğu Afrika Himaye Birliği (Protectorate) oluşturulur. Yabancı bir ülkede, bilinmeyen bir yere ulaşmak üzere, öngörülemeyen bir bütçeyle yapılacak böyle bir demiryoluna muhalefetten gelen sert tepkilere rağmen, baş mühendis George Whitehouse süpervizörlüğünde 1896 yılında inşaat başlar.

Yerli halktan çalıştırılmak üzere eleman teminindeki güçlük sonucu, Hindistan'dan vasıfsız işçi getirilerek inşaat sürdürülür. 1899'da demiryolu Nyrobi isimli bir Maasai sulağına ulaştığında, burada ilk uç şantiyesi oluşturulur. Bu şantiye, daha sonra yönetim merkezi ve ardından da bugünkü başkent olacaktır.

Sonunda, 20 Aralık 1901 tarihinde, yani başlandığından 5 yıl 4 ay sonra, demiryolu, ülkenin batısındaki Viktorya Gölü kıyısına ulaşır. İnşaat, İngilizler'e üç milyon İngiliz Sterlini'nden fazlaya, çalışan Hintli işçilerden de binlercesinin hayatına malolmuştur. Ulaştığı noktaya, baş mühendisin eşi Florence Preston'ın adına ithafen Port Florence denilir. Daha sonra bu isim Kisumu olarak değiştirilecektir. Demiryolu inşaatında çalışan Hintli işçilerin büyük kısmı da sonraları, İngilizler'le -yerli halka nazaran- daha uzun yıllara dayalı geçmişleri ve ticarette -yine yerli halka nazaran- tecrübeli olma avantajlarını kullanarak, Kenya ve Uganda'da ticari faaliyetlere başlarlar. Sonuçta, gerek Kenya'da, gerekse Uganda'da bugün ticaretin önemli kısmını elinde tutan kişiler oldukları gibi, en zengin iş adamları listelerinde de üst sıralarında hep onlar yer alır. Kisumu'da daha önce bahsetmiş olduğum o lüks villaların büyük çoğunluğu Hintli işadamlarına aittir.

18 Ocak Çarşamba günü, Kenya'dan Uganda'ya geçmek üzere yola çıkacağız. Otelden ayrıldıktan sonra Buket birkaç hediyelik eşya alıyor. Daha sonra bir marketten, arabanın buzdolabında eksilen içecekleri ve yolda atıştırmak üzere yiyecekleri tedarik ediyoruz. Hedefimiz, Uganda'ya geçeceğimiz sınır kapısı olan Busia kasabası. Aslında Kenya'dan Uganda'ya geçiş için ana sınır kapısı Malaba'dadır. Ancak ben, tali bir yol üzerinde bulunan Busia'nın daha tenha ve bu nedenle geçişimizin daha rahat olacağını düşünüyorum. Yaklaşık 3.5 saatlik rahat bir yolculuktan sonra Busia'ya varıyoruz. Vardığımız anda da muameleciler başımıza üşüşüyor. Hatırıma, seyahate ilk başladığımda, Cilvegözü Sınır Kapısı'ndan çıkarkenki muameleci akını geldi.

Çoğunu püskürtüyorum ama, bir tanesi var ki, peşimi bırakmak niyetinde değil. Hiçbir şansı olmadığını, herşeyi kendi başıma yapmak niyetinde olduğumu ve benim isteğim dışı yönlendirmeleri karşılığında benden tek kuruş (cent) alamayacağını söylememe karşın yapışık kardeşler gibi dolaşıyoruz. Gümrük işlemleri ve pasaport kontrolları bittiğinde iyi dost olmuş, artık Kenya'nın halinin ne olacağı konusunda sohbetlere başlamıştık. Yine de başta söylediklerimden taviz vermedim ama, ona benden sonra bu rotayı takip edecek kişilerden sebeplenme şansı vermek için fotoğrafını ve kontakt bilgilerini yayımlama sözü verdim. Maalesef, fotoğraf -Entebbe'de giden diğerleri ile birlikte- yok oldu ama, adı ve mobil telefonu aşağıda. Olur da, izleyicilerden birisi ileride bu sınırdan geçerse, ufak bir ücret karşılığı yardımı dokunabilir. Teşekkürler Victor!

Victor Opio Mungayo
GSM : +254 722 372119

Kenya anıları, uzun süreli bir aradan sonra tamamlandı. Gecikmenin ve fotoğrafların kaynağının yabancı olmasının (aslında yabancı sayılmaz, oğlumdan) sebebi, Uganda yazısında açıklanmıştı.

Bu arada, dostlardan gelen destekleyici ve beni yaşadığım ikinci hırsızlık olayına karşın yoluma devam etmek konusunda yüreklendiren mesajlar için teşekkürler.

Not:
Ali Eriç'in Afrika gezisinin bu yazıdan önceki yazısı Arabamla Afrika - Kenya : 1 (Marsabit ve Nanyuki)

Ali Eriç'in 186 günlük Afrika gezisinin başlangıcı ile ilgili detaylar için Arabamla Afrika - Suriye : 1 (Başlangıç ve Halep) gezi yazısını okuyabilirsiniz.