Bir Almanya Klasiği Köln...

Saat 09.42’de Köln Merkez tren istasyonunda indiğimde hava, Kasım ayının sonunu dikkate aldığınızda hiç de fena değildi. Almanya’nın bir başka şehrine gelmiştim. Trende gelirken kendi kendime düşündüm, “Bu sürede ne kadar çok Alman şehri gördüm” diye. Köln denilince aklıma hep aynı şeyler geliyor nedense: Burada yaşayan Türkler, noel marketleri ve futbol takımı. Bir de gezialemini oluşturduktan sonra tanıtmaya başladığımız UNESCO Dünya mirasları listesindeki Köln Katedralini de eklemeliyim.

Diğerleri bir yana ama Köln’ün noel marketleri ilk kez İngiltere’de dil eğitiminde bulunduğum zaman dikkatimi çekmişti. O zamanda yine şimdiki gibi yeni yıl öncesiydi ve gazete ve dergilerde sürekli Almanya’nın bazı şehirlerine noel pazarları turlarının ilanlarını görüyordum. Diğerleri hep değişirdi ama kalıcı olan tek yer vardı: Köln. O zamandan beri bir gün bende noel marketlerini görmek için Köln’e gidebilecek miyim acaba diye düşündüğümü hatırlıyorum. Köln programımı ayarlarken ilk yaptığım şey noel marketlerinin ne zaman kurulduğunu öğrenmekti. İlan edildikten sonraki bir cumartesi günü işte buradayım.



Aslında ilk kez gelişim değil Köln’e. Tabi Dursun’la beraber gelip şöyle bir saat kadar tren istasyonu civarındaki gezimizi sayarsak. O zamanda istasyondan çıkınca şok olmuştum, şimdi de. Nasıl olmaz ki insan? Daha şehre adımınızı atar atmaz devasa Katedralle burun buruna geliyorsunuz. Bir yerde okuduğumu hatırlıyorum; “herkes bu muhteşem yapıyı yakından görsün diye tren garını katedralin hemen dibine yapmışlar”. Bence doğruluk payı var…

Hemen katedralin karşısındaki turizm danışmadan haritamı (0,20 €) aldım. Görevli bayana zaten gelmeden önce bildiğim gezilecek yerleri teyit etmek amacıyla işaretlettirdim. Bu arada merak ettiğim soruyu da sordum tabi: Katedralin güney kulesine merdivenle mi asansörle mi çıkılıyor? Cevap net: Merdivenle. Kalsın o zaman almayayım, 509 (yada kimine göre 533) basamağı çıkmaya hiç niyetim yok dedim ve anında bir U dönüşü ile katedrale yollandım.



Hemen katedralin önündeki meydanda Haç Çiçeği modelinde bir anıt bulunuyor. Etrafında dolaşırken açıklayıcı tabelalardan birisinin Türkçe olduğunu gördüm. Anıtın, Katedralin 1880 yılında tamamlanması anısına dikildiği ve orijinalinin katedralin tepesinde olduğu yazıyor. Yine anıtın biraz ilerisinde tarihi bir Roma kapısının kalıntıları bulunuyor. Önündeki tabelaya göre 50 yılından kalmaymış.

Katedralin önü sabahın bu erken saatinde dahi kalabalık. Gösteri yaparak üç beş kuruş kazanmak isteyenler de fırsatı kaçırmayarak şovlarını yapıyorlar tabi. Katedralin giriş kapısına geldiğimde kafamı yukarıya kaldırıp inceledim. Hani insanın kendisini karınca gibi hissettiği yerler nereler olabilir diye sorarasanız bana alacağınız cevaplardan birisi çok net: Köln Katedralinin hemen dibi.



1248 yılında inşaatına başlanan katedral (Kölner Dom) yüzyıllar boyunca parasızlıktan bir türlü bitirilememiş. En sonunda Prusya Kralının birisi “yeter kardeşim, bu ne rezillik” demiş ki ayırdığı kaynakla 1880 yılında nihayet tamamlanmış. Bitmiş bitmesine de bu sefer daha önceden yapılan yerler kararmış, hadi onları temizleyelim derken etrafında neredeyse yılın her zamanı iskeleler, temizleyiciler eksik olmuyormuş. Gerçi halen pek çok noktası kapkara ama bu onun ihtişamına gölge düşürmüyor tabi.

Eyfel Kulesi yapılmadan önce Avrupa’nın en yüksek kulesine sahip olan katedrali gezmek ücretsiz. Ama neredeyse tüm Avrupa katedrallerinde olduğu gibi “Hazineler” bölümü ile 509 basamaklı kuleye çıkmak ücretli tabi. Bunlar için tek başına 4 €, hem hazineler hem de kule için kombine bilete 5 € ödemek durumundasınız. Aslında içerisi de dışarıyla uyumlu biçimde karanlık geldi bana. Ama kabul etmek gerekir ki muhteşem bir yapının içindeydim. Hz. İsa’nın acı çekişini gösteren devasa vitraylar, ünlü Üç Aziz Kralın camlar içinde saklanan süslü sandığı, Meryem Ana heykeli, çarmıha gerilmiş Hz. İsa’nın yer aldığı Sacrament Şapeli ve daha ismini not almadığım pek görülecek şey var. Elbette meraklısına ve anlayana çok daha fazla şey ifade ediyordur buradakiler. Ama bir şeyi itiraf etmem lazım ki Aachen Katedrali kadar beni etkilemedi.



Katedralden çıkar çıkmaz hemen yan tarafında bulunan ve Köln’de 7 farklı yerde kurulmuş olan noel pazarlarının en büyüklerinden birisine daldım. Henüz yeni yeni hareketlenme başlamıştı. Köşede bir konser ve gösteri alanı, sağlı sollu onlarca dükkanla oldukça hoş göründü gözüme. Hepsinde olduğu gibi sıcak şarapçılar, bilumum yiyecek-içecek satıcıları, çikolatacılar, hediyelik eşya sergileri, ne ararsanız var yani. Şöyle bir turladıktan sonra diğer kapıdan çıkarak diğer pazarın kurulduğu Alter Markt’a vardım.

Alter Markt (Eski Meydan) adından da anlaşılacağı gibi Köln’ün en eski meydanı. Tarihi Köln bu bölgede yer alıyor. Meydanın bir tarafında renkli, az katlı ve küçük ortaçağ evlerini andıran yapılar var. Çok hoş görünüyor. Burası aynı zamanda Köln’ün gece hayatının da kalbinin attığı yer. Ara sokaklarda onlarca bar, restoran ve kafe var. Henüz erken sayılabilecek bu cumartesi gününde pek çoğu kapılarını açmamış. Meydanın bir diğer özelliği de meşhur Köln Karnavalının her yıl 11. Ayın 11. Günü saat 11.11’de burada başlaması. Ondan sonra şehir Şubat ayındaki büyük finale kadar ara ara kopma noktasına geliyormuş.


Meydandaki gezimi devam ederken tam ortasında bulunan General Jan-Von-Werth Heykeli dikkatimi çekti. Jan’ın popülaritesi askerliğinden ziyade bir aşk hikayesinden geliyor: Jan, gençliğinde başkalarının çiftliklerinde işçi olarak çalıştığı dönemde Griet adında güzel bir kızı sevmiş. Evlenme teklif etmiş ama çok fakir olduğu için Griet bu işçi parçasına yüz vermemiş. Jan yıkılmış bir şekilde şehri terk etmiş. Bu arada yıllar geçmiş, Griet bir türlü aradığı varlıklı kocayı bulamamış. Griet’in yıllara direnemediği dönemde bir gün “General Werth, çok yaşa” nidalarıyla atının üstünde şehre giren Jan artık popüler, saygın, zengin ama evliymiş. Hiçbir şeyin farkında olmayan Griet’te Jan’ı selamlarken Jan O’nu tanımış ve “ah, Griet, kim derdi ki böyle olacak?” demiş. Onu sesinden tanıyan Griet’in ağzından ise sadece “ah, bilebilseydim…” sözcükleri dökülmüş.



Hikaye böyle…Hatta 1838 yılında bu hikayeyi konu eden bir şarkı da bestelenmiş. Bu yüzden meydandaki anıt sadece başarılı bir generalin anısını değil aynı zamanda “siz siz olun, denginiz olanları basit sebeplerle reddetmeyin…Zaman ne getirir bilinmez” sözünün de simgesi olarak kabul ediliyormuş. Ne hikaye ama…

Meydanın bir tarafında yükselen kule ise Belediye Sarayı (Town Hall-Kölner Rathaus). 12. yüzyıla tarihlenen binanın ön cephesinin görüntüsü harika. Sanki iç içe geçmiş balkonlar var binada. Bina Almanya’da fiilen kullanılan en eski Belediye Binası olma özelliğini taşıyormuş. Tam oradayken bir evlenme olayını da şahitlik etmiş oldum.


Altermarkt’taki noel pazarlarının minik satış yerleri de çok ilginç. Kiminin tepesinde bir geyik kimisinde ise küçük noel baba figürleri monte edilmiş. Ayrıca ağaçlardan yapılmış heykeller de son derece ilginç geldi bana. Buraya daha sonra tekrar uğramaya karar verip yoluma devam edince Heu-Markt’a çıktım. Meydanın tam ortasında Prusya Kralı Friedrich Wilhelm III’ün at üstünde heykeli bulunuyor. 1878 yılında inşa edilen heykelin etrafında kim olduklarını bilmediğim bir hayli eşrafın da küçük heykelleri yapılmış. Tabi kış vakti gelince Avrupa’nın pek çok şehrinde çalışmalar yapıldığı için heykelin yakın plan doğru dürüst bir fotosunu çekebilmek pek de mümkün olmadı.

Geriye dönüp Alter Markt’ın Ren Nehrine doğru olan sokaklarında dolaşırken St. Martin Kilisesine tesadüf ettim. Köln’de Katedral dışında bir de “12 Romanesk Kilise” bulunuyor. Bunlardan en önemlilerinden birisi olan St. Martin, şık ve estetik ikiz kuleleriyle ön plana çıkıyor. 12. yüzyıla tarihlenen kilise 2. Dünya Savaşında ciddi biçimde tahrip olmuş. Sonradan onarılan kilisenin içi son derece ferah ve bakımlı.



Ara sokaklardan Köln’ün önemli alışveriş caddelerinden birisi olan Hohe Caddesine ulaştım. Sağlı sollu hediyelik eşya dükkanları, marka mağazalar ve restoranları izleyince kendimi yeniden Katedral Meydanında buldum. Bu kez ters taraftan yola devam edince karşıma çıkan hediyelik eşya dükkanlarından birisinden hatıra magnetimi aldım (3,5 €). Yola devam edince karşıma İstanbul Kebap çıktı. Alınmasın diye içeri daldım ve karnımı doyurdum (Döner + Ayran 4 €) İkram edilen çayı içerken hem sohbet ettik hem de notlarımı toparladım.



Kebapçıdan hareket ettiğimde saat 12.30 olmuştu. Bu seferki hedefim Komödienstrasse üzerinden Şehir Müzesi (Kölnisches Stadtmuseum) ni gezmek. Yolun sağ tarafında kalan St. Andreas Kilisesini fotoladıktan biraz sonra bu kez sol tarafta antik Roma dönemine ait kalıntılarla karşılaştım. Özellikle sütun üzerinde bulunan kurt figürü canlı gibi duruyordu adeta. Şehir Müzesine geldiğimde artık nispeten alışık olduğum bir olay geldi yine başıma: Müzenin bir bölümü bakımda, o yüzden kısmen ziyaret edebiliyorsunuz. Ama ücreti tam olarak ödüyorsunuz. Bende bankodaki görevli ile hafif bir tartışma yaşadıktan sonra vazgeçtim. Nasıl bir mantık anlamıyorum! Müzenin yarısını kapatıyorsun sonra diyorsun ki ücreti tam alacağım. Topu topu 5 € ama enayi yerine konmak gibi bir şey bu.



Bu arada Şehir Müzesinin tepesinde altın sarısı rengiyle kanatlı araba heykeli var. Orada ne aradığı hakkında bir fikrim yok ama ilginç bir manzara olduğu kesin. Biraz daha ilerlediğimde sol tarafta Roma Kulesi ile karşılaştım. Adı kule ama hepi topu 3-4 metrelik bir şey. Daha çok “kulecik” desek yeridir yani. Minik kuleyi geçtikten sonra sağa dönünce ilerlediğim yol beni bir diğer önemli kilise olan St. Gereon’a çıkardı. Bu da ünlü Romanesk 12’lerinden birisi. Sabahtan beri içim dışım kilise olduğu için uzaktan el sallamaktan öteye gitmiyorum bu sefer.



Yeni hedefim Ren Nehri’nin üstünden karşı tarafa ulaşım sağlayan teleferiğe binmek. Bunun için Zoobrücke’e doğru gitmem lazım. Aynı zamanda elimdeki notlara göre bu istikamette bolca Türk restoranı ve market bulunuyormuş. Bu arada devasa Katedrali aralardan halen görüyorum. O kadar haşmetli ki herhalde Köln’ün neresine giderseniz gidin görmemeniz mümkün değil. St. Ursula Kilisesi’ni de pas geçerek Eigelstein Caddesine çıkıyorum. Burası oldukça keyifli bir cadde. Deniz Kebap, Kısmet Fırını, Karadağ Süpermarket derken caddenin başından beri beni uzaktan izleyen ve bir zamanlar şehrin ana giriş kapılarından birisi olan Eigelsteintor’a ulaştım.

Şehrin ayakta kalan üç giriş kapısından birisi olan Eigelsteintor, 13. yüzyılda inşa edilmiş. Birbirine yapışık iki kulesi bulunan kapının şehir tarafında bir elinde kalkan bir elinde mızrak ve anahtar bulunan bir figür var. Bu figür, antik Roma dönemindeki dört önemli karakterden birisi olan çiftçiyi simgeliyormuş. Bana daha çok şövalye gibi geldi ama neyse. Zaten orijinali de Şehir Müzesindeymiş. Hani şu yarısı bakımda olan müzede…



Bu arada aklıma bu mevsimde teleferiğin çalışıp çalışmadığı takılıyor. Daha yolun yarısındayız, boşuna gitmiş olmayalım. Elimdeki haritada ilanı olacaktı diyerek inceleyince “Nisan-Ekim” aylarında açık olduğunu gördüm. Bir taraftan boşuna yolun geri kalanını gitmediğime sevindim bir taraftan da teleferikle gezemediğime üzüldüm tabi.

Kapının bulunduğu yer Eber Meydanına, meydan da her iki taraftan meşhur “Ring” caddelerine açılıyor. Zaten Köln’de tarihi ve gezilecek yerlerin neredeyse tamamı bu ön isimleri değişen ama sonları “….ring” şeklinde biten bulvarların içinde kalan bölüm oluyor. Yani hiçbir zaman bu ringlerin dışına çıkmanıza gerek yok.Nehre doğru devam ederken sol tarafımda kalan Theodor-Heuss Parkını seyretmek çok keyifliydi. Nasıl olmasın ki! Yeşillikler arasında adeta kaybolan, suni küçük bir göletin içinde yüzen ördekler. Hem de şehrin tam ortasında…



Romanesk Kiliselerin en genci olan (genç dediğime bakmayın, 13. yüzyılda tamamlanmış) St. Kunibert’in bulunduğu yerden nehir kenarına çıktım. Ren Nehri tüm güzelliği ile karşımdaydı işte. 1233 km .ile Avrupa’nın en büyük nehirlerinden birisi olan Ren Nehri, geçtiği her yerde farklı güzelliklere ev sahipliği yapıyor. Bunu daha önce Koblenz’de, Düsseldorf’da da yaşamıştım. Şimdi sıra Köln’de.

Ren Nehri boyunca sakin sakin yürürken, zaman zaman yanından geçtiğim gezi teknelerinin pek çoğunun ölü sezon kabul edilen bu mevsimde inzivaya çekildiklerine tanık oldum. Yürüyüşün sonu beni meşhur Hohenzollern Köprüsüne ulaştırdı. Aslında köprünün çok fazla bir esprisi yok. En büyük özelliği tam katedralin dibinde olduğu için neredeyse tüm kartpostal ve resimlerde katedralin hatırına onun da yer alması.



Hohenzollern Köprüsü, 1907 ila 1911 yılları arasında, daha önceden burada mevcut olan Katedral Köprüsü’nün yerine inşa edilmiş. İlk yapıldığında hem tren yolu hem de cadde olarak kullanılmış. Ancak 2. Dünya Savaşında müttefik kuvvetler Köln’ü kuşatınca bizzat Almanlar tarafından tahrip edilmiş. 1948 yılındaki onarımdan sonra uzunca bir süre sadece yaya kullanımına açılmış. Ancak daha sonra yeniden tren yolu ilave edilmiş. Sizin anlayacağınız Köln’ün yaklaşık 410 metrelik en meşhur köprüsü sadece trenler ve yayalar için.

Yarım ay şeklinde birkaç devasa metalle birleşen köprü aslında pek estetik de durmuyor ama sonuçta “köprüdür nasıl dursa yeridir” özdeyişini hatırlayıp yandaki yaya yollarından ilerliyorum. Bu arada köprünün yanında bulunan demirlerde her renk ve boyda kilitler asılı. Hem de yüzlerce. Üzerlerinde başta Almanca, İngilizce olmak üzere (hatta Türkçe de gördüm birkaç tane) “seni seviyorum…..”, “sana aşığım….”, “benimle evlenir misin?” türü yazılar var. Bir tür batıl itikat sizin anlayacağınız. Bunlara ilk kez Paris’te Arts köprüsünde (ikinci gidişimde kaldırılmıştı) ve daha sonra da Prag’da rastlamıştım.



İngilizcede “Love Padlocks” ya da “love locks” olarak söylenen bu olay bir tür “aşkımızı kilitledim” tarzı bir anlayış. Bir ömür boyu aşkımız ve sevgimiz yok olmasın edebiyatı da diyebiliriz. Kökeni hakkında biraz sağa sola bakındım ama kayda değer bir şey bulamadım. Benim hoşuma gider böyle şeyler. İnsanlar üşenmemiş, aşklarının bir göstergesi olarak gelip köprüye kilit asmış. Romantik ve hoş gerçekten.

Köprünün ortasına doğru durup Ren Nehrini ve Köln’ü seyre daldım. Ren Nehri tüm güzelliği ile karşımdaydı. İrili ufaklı tekneleri seyrederken birden kocaman bir yük gemisinin bacasını gördüm. Kim bilir ne taşıyor? Köln gerçekten büyük bir şehir. 1 milyondan fazla nüfusuyla Almanya’nın dördüncü büyük şehri olan Köln bizim Türklerin de oldukça kalabalık olduğu bir yer. Daha önceden Dursun’la geldiğimizde beni Türk mahallesinin bulunduğu Mülheim’a götürmüştü. Ama bu öyle böyle değil. Koca bir cadde (Keupstrasse) , sağlı sollu tamamen Türk. Kahveden, çiğ köfteciye, gelinlikçiden kuyumcuya, Urfa kebapçısından Antep baklavacısına ne ararsanız var. Ben hiç bu kadar kendimi Türkiye’de hissetmemiştim Avrupa’da…


Köprünün her iki yakasındaki başlangıç noktalarında dört faklı imparatorun (üç tane Wilhelm, bir tane Friedrich) at üzerinde heykelleri bulunuyor. Hepsi birbirine benziyor sadece isimleri farklı. Köprüyü tamamladıktan sonra geldik devasa Panorama binasının önüne. Tamamen camla kaplı dış cephesiyle 103 metrelik bina 2004 yılında tamamlanmış. Binanın zemin dahil 29. katına denk gelen teras bölümü ise başta katedral, Ren Nehri ve tarihi şehir olmak üzere Köln’ün her yerini seyretmenize imkan tanıyor. Toplam 565 basamaklı binanın terasına çıkmak için Allahtan asansör var.

Kölntriangle Panorama binasına çıkış ücreti 3 €. Eğer iki kişi iseniz 5 € yeter diyorlar. Bu böyle devam ediyor. Tek başına gezen bir insan için ne kadar sinir bozucu bir olay olduğunu daha önceki yazılarımda bolca sizlerle paylaştığım için artık detaya girmiyorum. Hava açık olduğu için yukarıdan manzara gerçekten hoş. Manzaraya bir camın arkasından bakıyorsunuz ama güzel olan sizin o camdan gördüğünüz eserin adı ve minik bir silüeti cama da işlenmiş. Yani nereye baktığınızı görüyorsunuz, ya da ne gördüğünüzü biliyorsunuz. Bu açıdan Ren, köprü ve katedral üçlüsü oldukça uyumlu ve güzel görünüyor. Keyifli olduğu kesin.



Yaklaşık 20 dakikalık manzara keyfinden sonra bu sefer köprünün diğer tarafından karşıya geçtim. Köprünün tamamlandığı noktadan sola aşağıya doğru kıvrılarak bu sefer nehrin diğer tarafına doğru yürümeye başladım. Biraz sonra karşıma Köln’ün bir diğer noel pazarı çıktı. Ama bu seferki nehir üzerinde bir gemide. Evet yanlış okumadınız, gemide. Süslü püslü gemiye binip pazarı gezmek için 2 € ödemeniz gerekiyor. Gelirin tamamı UNICEF yararına toplanıyor. Bu seferde gariban çocuklar benim iki euromdan eksik kalıversin diyerek yoluma devam edince birbirine bitişik, renkli, şirin evleriyle Fishmarkt’ulaştım.

Artık ortada balık satan bulunmasa da ortaçağda burada önemli bir balık pazarı kuruluyormuş. Küçük, şirin evler de 15-17. yüzyıldan kalma. Özellikle bu açıdan bakınca kiliseden ziyade bir ortaçağ şatosunu andıran yapısıyla minik evler birleşince ortaya harika bir görüntü çıkıyor. Meydanda bugün için evlerin dışında nehir manzarası ile bir şeyler yiyip içebileceğiniz mekanlar var. Meydanı geçtikten sonra da bu küçük evler nehir boyunca bir miktar daha devam ediyor.



Nehir boyunca yoluma devam ederek Çikolata Müzesine ve hemen müzenin önündeki başka bir noel pazarına ulaştım. Niyetim müzeyi gezmek ama muhtemelen bir okulun organizasyonu nedeniyle etrafta yüzlerce çocuk var. Değil sıraya girmek sıranın oraya gitmek bile mümkün değil. Almanca afişlerden anladığım kadarıyla Köln’deki önemli anıt ve eserlerin (katedral dahil) çikolatadan heykellerini yapmışlar ve ben de onların sergilendiği bir zamana denk geldim. Aslında tam bir piyango olacakmış ama…Gelmeden yaptığım araştırmalarda Köln’deki bu müzenin pek çok diğerleri arasında öne çıktığını söylüyorlardı ama nafile. Meraklısına ücreti 7,50 €. 3000 yıllık çikolata tarihi yanında birkaç atıştırmalık da fiyata dahil.

Müzenin bulunduğu minik adacıktaki noel pazarı çok büyük olmamasına rağmen son derece ilginç kurgulanmış. Örneğin, büyük bir gemi hayli kalabalık bir bar vazifesi görüyor. Palyaçolar sıcak şarap satıyorlar. Odun ateşinde kızaran balıklar nefis görünüyor. Bir köşede garip giysili adamlar bir gösteri sunuyorlar. Onun dışında alabildiğine kalabalık ve izdiham tabi ki. Seviyorum ben bu noel pazarlarını ama…



Saat 15.30 olmuştu ve artık merkeze dönüp biraz da alışveriş caddelerinde dolaşıp keşif yapmak istedim. Aslında eskiden reklamlarda dendiği gibi “yok birbirimizden farkımız ama biz …… bankasıyız”. Bildik mağazalar, markalar, aralara serpiştirilmiş pahalı kafeler, bir iki çok katlı AVM ve cumartesi olmasının da etkisiyle mahşeri bir kalabalık. Yani neredeyse yürüyemiyorsunuz desem yeridir. Hemen kestirme bir ara yol bulup Belediye Binasının oradan yeniden Alter Markt’a çıktım.

Güneş etkisini kaybettiği için artık kış kendini iyice hissettirmesine rağmen buralara kadar gelmişken Köln’ün meşhur Kölsch birasını içmemek olmaz dedim ve meydandaki kafelerden birisine oturdum. Hava soğuk olmasına rağmen arkamdan yanan tüplü soba bunu fazla hissettirmiyordu. Büyük bardak Kölsch’ümü ısmarladım (0,4 lt, 3,20 €). 26 farklı marka altında satılan Kölsch, bizim alıştığımız bira tadına hem yakın hem uzak. Mayhoş bir tadı var ama içimi güzel. Küçük de büyük de söyleseniz duruma göre ince uzun bardaklarda getiriyorlar. Bir biranın Kölsch olabilmesi için birinci şart bu bölgede üretiliyor olmasıymış. Düsseldorf gezisinde tattığım Alt birasından daha rahat ve kolay içimi olduğu kesin. Hatta daha da güzel bence.

Hava neredeyse kararmıştı. Yeniden katedralin oradaki noel pazarına geldiğimde yürümenin bile imkansız olduğunu gördüm. Gündüz gördüğüm yerle şimdiki yer arasında dağlar kadar fark vardı. Çok tatlı bir canlı müzik sesine doğru yürümeye çalıştım ve nihayet 10 dakika sonra amacıma ulaştım. Gündüz gezerken gördüğüm sahnede bulunan her yaştan 12-13 kişilik bir orkestra izleyenlere keyifli bir caz konseri veriyorlardı. Caz, çok tercih ettiğim bir müzik olmamasına rağmen ortamın güzelliği ve keyfiyle bende bu neşeli kalabalığa katıldım. Dans edenler (etmeye çalışanlar), tempo tutanlar, eşlik edenler…




Saat 17.45 olmuştu ve trenimin kalkmasına bir saatten daha az bir zaman kalmıştı. Mecburen bu keyifli ortamı terk etmek zorunda kaldım. Hafiften acıkmıştım. Gündüz tren istasyonunda gözüme kestirdiğim “Potato Point” e doğru yollandım. Farklı alternatifler arasında ne yesem diye düşünürken altı parça balık kroketli kocaman patatesi özel bir kutuda elime tutuşturdular (3,90 €). Hem balığı hem de patatesi oldum olası sevmişimdir.

Paketimle beraber trenin kalkacağı peron numarasına bakınca günün bombası patladı: 40 dakika rötar. Yapacak bir şey yok tabi. Tren istasyonundan dışarı çıkıp katedralin hemen dibindeki merdivenlere oturup hem katedrali, hem gelen geçeni seyrederek akşam yemeğimi mideye indirdim. Karnımız doydu ama kahve zamanı geldi diyerek doğruca istasyondaki Tschibo’ya yönlendim. 0,95 € ödeyerek aldığım kahveyle birlikte bu sefer hareketine 15 dakika kalan treni beklemek için 9 no2lu peronun yolunu tuttum…

Köln güzel bir şehir ama hiçbir zaman bir Roma, Viyana ya da Londra değil. Katedrali muhteşem, bunu sadece ben değil bütün dünya söylüyor. Ren nehri her zamanki gibi favorim. Noel Marketleri etkileyici ve hareketli. Büyük bir şehir olmasına rağmen gezilecek noktalar belirli bir kaç yerde toplandığından iyi bir programla 8-9 saatte gezilebilir. Tekrar gelir misin derseniz, mecbur kalmazsam hayır….



Seyahatle kalın….


 Yazılan Yorumlar...
hakangeziyor
(31 Ekim 2012)
Bahar hanım, hangi konuda yardımcı olmamızı istediğinizi belirtirseniz elimizden geleni yaparız tabi ki...
bahar
(31 Ekim 2012)
merhabalar
köln hakkına kısa bilgiler araşırıyorum bana bu konuda yardımcı olursanız çok seviniriz.
NEŞE
(30 Mart 2012)
Sevgili Hakan tam senin stilinde ,çok güzel bir yazı...Köln katedrali tam Alman gotiği tarzında bir yapı ve senin daha çok beğendiğin Aachen katedralinden de çok daha yeni,Aachen katedralinin kökeni 9 yy.a dayanıyor.Avrupa da şehirleri çeviren Ring bulvarlarının birçoğu,eskiden şehri çeviren surların yerine yapılan geniş caddeler,dolayısı ile ,senin de dediğin gibi gezilecek eski şehir tam ortasında bu bulvarların..Colonia eski bir Roma kenti ve bugün kullandığımız kolonya nın da ilk defa bu şehirde yapıldığını ve adını aldığını hatırlayalım ve bu güzel yazı için teşekkürler sunalım..