Aralık ayının ortalarında soğuk ama güneşli bir pazar günü yine Almanya’nın bir başka güzel şehri Aachen’dayım. Normal şartlarda Lüksemburg’dan buraya gelmek oldukça meşakkatli bir iş. Trenle Trier’e gidiyorsunuz, oradan bir aktarma yaparak başka bir şehirde yeniden tren değiştiriyorsunuz derken varana kadar zaten günün yarısı gidiyor. Kış mevsiminde de havanın 17.00 gibi karardığını hesaplarsanız geriye gezmek için pek bir şey kalmadığı kesin.
Noel pazarları Avrupa’da çok popüler. Bu yüzden turizm firmaları bu dönemde Lüksemburg’dan bazı şehirlere, özellikle de Alman şehirlerine, günübirlik otobüsler kaldırıyorlar. Yunanlı meslektaşım Anita’nın tavsiyesi üzerine internet sitelerini tararken Vandivinit firmasının Aachen’a otobüs turu düzenlediğini görünce kaçırmak istemedim. Hem doğrudan ulaşım imkanım oldu hem de normal koşullarda ödeyeceğimin yaklaşık yarısını ödedim (25 €).
07.45’de Lüksemburg garından hareket eden lüks otobüs, tam iki saat onbeş dakika sonra Aachen’da belediyenin tur otobüsleri için belirlediği Bendplatz’daki otobüs park yerine vardı. Merkeze yaklaşık bir kilometre mesafe var. Şoför arkadaş bizlere şehrin küçük bir haritasını vererek nerede olduğumuzu gösterdi ve gitmemiz gereken yönü tarif etti. Hareket saatinin de 17.30 olduğunu hatırlattı.
Aachen, Almanya’nın kuzeybatısında, Kuzey Ren Vestfalya eyaleti sınırlarında kalıyor. Hatta Almanya’nın en kuzeydeki kentlerinden birisi. Hollanda ve Belçika sınırlarına çok yakın olduğu için biraz Alman biraz da flaman özellikleri taşıyor. Yaklaşık 260.000 nüfuslu kentte 40.000 kadar öğrenci bulunuyor. Kutsal Roma Cermen imparatorluğunun kurucusu Şarlman’ın damgasını vurduğu şehrin katedrali UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alıyor. Şehrin %90’ı 2 Mayıs 1656 yılında bir ekmek fırınında başlayan yangınla kül ve moloz yığınına dönmüş. Katedral, belediye binası ve bugün için Gazete Müzesi olarak faaliyet gösteren Grobes Haus gibi taş binalar ise bu büyük yangından fazla yara almadan kurtulabilmiş. Bu tarihten sonra bir zamanların asil şehri yeniden inşa edilmiş.
Aralık ayı için oldukça güzel bir havada park yerinde ring yapan otobüs yerine yürümeyi tercih ettim ve vurdum kendimi Kruppstrasse’den aşağıya doğru. Biraz sonra karşıma listemdeki görülecek yerlerden birisi olan Ponttor çıktı. Öndeki minik iki kulesiyle oldukça hoş görünen (bakım çalışmasına rağmen) 14. yüzyıla tarihlenen kapı, Aachen’ın kuzey bölgesindeki giriş kapılarından birisiymiş ve şehir surları ile birleşiyormuş. Anlamı “köprü kapı” ama ortada nehir falan yok. Sonradan araştırınca Romalılar zamanında burada yoğun bir bataklık mevcutmuş ve insanlar burayı ancak köprü marifetiyle aşabildiklerinden kapının ve bulunduğu semtin adı bu köprüden gelmiş.
Pontstrasse’yi devam ettiğimde zaten merkeze doğru da gitmiş oluyorum. Hemen solumda kalan Heilig Kilisesinin kulesi oldukça yüksek. Tarihi 14. yüzyıla kadar gitse de defalarca tadilat görmüş. En son da 2. Dünya Savaşından sonra yenilenmiş. Kapalı olduğu için içeriyi görmek nasip olmadı ama notlarıma göre içeride güzel dini eserler ve tablolar mevcutmuş.
Kilisenin hemen çapraz karşısında yer alan Back Werk Kafeden sıcak kahvemi alıp (1 €) merkeze doğru devam ediyorum. Pazar günü olması nedeniyle dükkanların neredeyse tamamı kapalı. Ayrıca sabahın erken sayılabilecek bir saati olduğundan ortalıkta pek kimse de gözükmüyor. Bu arada birkaç tane Türk restoranı da gözümden ve kameramdan kaçmıyor tabi.
Merkeze yaklaştığımı artan kalabalıktan dolayı anlamamak mümkün değil. Noel marketlerin kurulduğu meydan aynı zamanda Aachen’ın her anlamda merkezi. Zira görkemli Belediye Binası (Town Hall-Rathaus) da burada yer alıyor. 14. yüzyıla tarihlenen bina 18. yüzyılda gotik tarzına dönüştürülmüş. Bu yüzden de oldukça şatafatlı ve gösterişli görünüyor. Hatta ilk anda ünlü katedral sanmadım dersem yalan olur. 1656 ve 1883 yıllarında iki büyük yangın yaşayan bina yapılan onarımlarla etkisinden hiçbir şey kaybetmemiş. Özellikle kuzey cephesinde bulunan çok sayıda heykel etkileyici. Bunların Alman kral ve imparatorlarının heykelleri olduğunu daha sonradan öğrendim. Büyük bölümü de buradaki birinci katta taç giymiş. Bina gezilebiliyor ama elimdeki notlara göre saat 18.00’e kadar açık olduğu için bu öğlen saatini kapalı alanda geçirmek istemedim.
Meydanda ve buraya çıkan bazı yan sokaklarda kurulmuş olan noel pazarları elbette ayrı bir hava katmış lakin şehrin en güzel yerini de gezilemeyecek hale getirmiş. Çok büyük bir meydan olmadığı için daraltmış gibi geldi bana. Öğlen saatlerinde nispeten daha rahat ama bir iki saat sonra burada iğne atsan yere düşmeyecek hale gelince canınız içeri girmek bile istemiyor. Noel marketlerinde her yer de gördüğüm klasik şeyler satılıyor. O yüzden detaya girmeyeceğim. Ama Köln’de gezdiğim marketler kadar etkileyici ve büyük değil açıkçası.
Meydanın arka tarafındaki katedralin kendisini ziyaret etmeme yönelik tüm ısrarlı taleplerine rağmen niyetim turizm danışmayı bularak üç ülkenin sınırlarının kesiştiği Dreiländereck hakkında bilgi almak. Elimdeki notlar Hollanda’nın Vaals kasabasına gidilmesi gerektiğini söylüyor ama detay yok. Yolumun üzerinde beyazlar içinde Tiyatro Binası Roma döneminden kalmış gibi duran sütunlarıyla son derece estetik görünüyordu. Tam önündeki meydanda bulunan tek başına bir at heykelinin ise ne anlama geldiğini anlamadım ama onun da kendine göre hoş bir havası olduğu kesin.
Freidrich Wilhelm Meydanında yer alan Elisenbrunnen Sarayı içindeki turizm danışmayı bulmam çok kolay oldu. Görevli bayan üçsınır noktasına gidebilmem için önce 25 sonra da 149 no’lu otobüse binmem gerektiğini ve gezi dahil bunun yaklaşık 3-4 saat tutacağını söyleyince sınır ziyaretimi bir başka geziye bırakmaya karar verdim. Zaten şehirdeki tüm zamanım altı saat kadar. Bayan görevli Lousberg’e gidip Aachen’ı yukarıdan seyretmenin de oldukça keyifli olduğunu, pek çok turistin bunu bilmediğini söyledi. Ayrıca tuttukları istatistikler için sorduğu sorulardan sonra Türk olduğumu öğrenince Frankenberger tarafında eski ve tarihi binalar bulunduğunu, ayrıca Türklerin de orada yaşadıklarını, belki ilginç olabileceğini söyledi. Hepsini notlarıma ekledim.
Peterstrasse’den devam ederek sağa doğru Blondelstrasse’ye dönünce tanıdık pek çok yerle karşılaştım: Atlas Grill, Urfa Döner, Side Kebap… Pazar günü olmasına rağmen açıktılar. Önlerinden yola devam edip biraz ilerleyince Kaiserplatz’a çıktım. Daha buraya gelirken tüm görkemiyle St. Adalbert Kilisesi karşıdan görünüyordu. Aachen en eski kiliselerinden birisi olan St. Adalbert, Prag kökenli doğu Avrupa’lı aziz Adalbert’e adanmış. 2. Dünya Savaşından nasibini alan kilise sonradan onarılmış. Yan tarafında eski duvarlarla oldukça görkemli görünüyor doğrusu. Meydanın bir diğer önemli figürü olan Wilhelm Heykelini de selamladıktan sonra cadde ve sokaklarda dolaştım. Pazar gününün ıssızlığı zaten merkeze göre nispeten daha tenha olan bölgeye iyice vurmuştu. Turizm danışmadaki bayanın söylediği Frankenberger tarafında gerçekten Aachen’ın eski ve hoş mimaride evleri bulunuyor. Aynı zamanda fırından süpermarkete pek çok da Türk dükkanı. Ancak neredeyse tamamı kapalı.
Yaklaşık bir saatlik bu tur boyunca kırmızı tuğladan yapılma, görkemli ve hatta katedralden bile yüksek kuleli St. Joseph Kilisesi, farklı mimarisi ve kuleleriyle Herz Jesu Kirche ile 13. yüzyıla tarihlenen ve bugün için Aachen Tarih Müzesi olarak işlev gören Frankenberg Kalesi (Pazar günü kapalı) aklımda kalanlar arasında. Güzel bir parkla bütünleşmiş olan kale dış görünüş itibariyle ihtişamlı ancak biraz kendi kaderine terk edilmiş gibi duruyordu. Bunun dışında önünden geçtiğim ama bakımda olduğu için gezme şansım olmayan ince uzun kuleli Trinity Kilisesi (Dreifaltigkeitskirche) ni de unutmamak lazım.
Aachen Merkez tren istasyonuna ulaştığımda diğer Alman şehirlerindekilerin aksine ilk defa tren istasyonunda saat kulesi göremedim. Saat var da kulesi yok. Hayret! Römer Caddesinden devam edince şehrin güney tarafındaki diğer tarihi giriş kapısı olan Marschiertor’a ulaştım. 13. yüzyıla tarihlenen iki kuleli kapı oldukça sağlam ve her an kullanıma hazır görünüyor. Zaten 2. Dünya savaşından nasibini aldığı için daha sonra kapı da onarımdan geçirilmiş. Kocaman bir yapıya küçücük kapılar inşa etmişler. Güvenlik için olsa gerek. Aachen’ı ortaçağda çevreleyen surların ayrılmaz parçası olan kapının merkez girişi tarafında bronz bir asker figürü var. Genelde askerler ayakta durur ama bu oturuyor.
Artık Aachen’ın UNESCO Dünya Mirası listesinde bulunan meşhur Katedralini gezme vakti gelmişti. Katedral yolunda farklım mimaride bir yapı dikkatimi çekince oraya doğru yolandım. St. Michael ve St. Dimitrios Kilisesi imiş meğerse. Yunan-Ortadoks kilisesini merak edip içeriye girince bir konserin provasını yapan gençleri gördüm. Oldukça keyifli şarkılar söylüyorlardı ve ben bunların dini ilahiler olduğunu hiç zannetmiyorum.
Oradan ayrılıp katedralin bulunduğu Münsterplatz’a ulaştığımda saat tam 12.30’du. Burada da noel pazarları kurulmuştu ve saatlerin ilerlemesiyle kalabalıklaşmıştı. Katedrale geldiğimde saat 14.30-16.00 arası kapanacağını öğrenince etrafı gezme fikrimden vazgeçip önce katedrale girmeye karar verdim.
1978 yılından beri UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alan Aachen Katedrali kuzey Avrupa’nın en eski katedraliymiş. Başlangıcı 800 yılına, İmparator Şarlman zamanın dayanan katedrale 14. ve 15. yüzyıllarda kuzey ve güney şapelleri eklenmiş. 1767 yılında ise Macar şapeli eklenmiş. Kulesi ise 1884 yılında tamamlanmış. 936-1531 yılları arasında 30 Alman kralı ve 12 kraliçesinin taç giyme törenlerinin yapıldığı katedral 1930 yılından beri de piskoposluk merkezi olarak kullanılıyormuş.
Katedrale minicik bir kapıdan büyük bir kalabalık olarak giriş yaptık. Gerçi büyük bir bronz kapı var ama ne hikmetse ya kullanılmıyor ya da bugün kapalı. Bir katedral olarak düşünüldüğünde aslında çok büyük değil. En azından Köln Katedrali ya da Milano’daki Duomo Katedrali kadar devasa değil diyebilirim. Kapıdan içeriye girer girmez ilk dikkatimi çeken sağ taraftaki siyah dişi kurt heykeli. Onun çapraz karşısında ise 1400’den önceye tarihlenen Meryem ve Çocuk Heykeli.
Büyük salona geçip başımı yukarıya kaldırdığımda gördüğüm haşmet ve güzellik karşısında neredeyse dilim tutuldu. Sekizgen şeklindeki kubbe bölümünün tavanında bir tarafta Hz. İsa ve etrafında havarileri ile altın sarısı renkte bir resim. İnanılmaz canlı ve güzel görünüyor. Resmini çekmeye çalıştım ama benim amatör makineyle ancak burada gördüğünüz kadar oldu. Ve oradan aşağıya doğru sarkan devasa bir avize. Barbarossa Avizesi olarak adlandırılan bu eser Yeni Kudüs’ü simgeliyormuş ve 1165 yılında Frederick I Barbarossa tarafından hediye edilmiş.
Tüm tonozlarda, duvarlarda mavi, kırmızı ve sarı renkte işlemeler, burası gördüğüm en renkli katedral diyebilirim. Sekizgenin etrafında dönerek gezime devam ettim. Zaten o kadar kalabalık ki bir yerde birkaç saniyeden fazla kalmanız neredeyse imkansız. Ana altarın bulunduğu yere geldiğimde bir kez daha ağzım açık seyretmeye başladım. Üstte asılı bir Meryem Heykeli, hemen alt tarafında ise camekanda sergilenen Aziz Mary Mihrabı (Shrine of St. Mary). Altın sarısı renginde bu sandığın içerisinde Aachen’a ait dört faklı kutsal emanet saklanıyormuş. Her yedi yılda bir sergilenen emanetlerin bulunduğu sandığın etrafında dini figürler bulunuyor.
Hemen sağ köşede ise yine altın renginde bir vaiz kürsüsü var. Zaten adı da Altın Kürsü (Golden Ambo). Daha önce sekizgen orta bölümde bulunan kürsü 1414 yılında şimdiki yerine nakledilmiş. Döndükçe her seferinde bir kez daha şaşırmaya başladım. Bu seferde devasa vitraylar gözümü aldı. O kadar büyük ve geniş ki hayran olmamak elde değil. Elimdeki broşüre göre 32 metre yüksekliğinde ve 1000 metrekareden fazlaymış. Gerçekten nefis.
Katedraldeki gezime St. Nicholas Şapeli, Macar Şapeli, St. Matthew’s Şapeli ile devam ettim. Dışarı çıktığımda bir süre kendime gelmeye çalıştım. Aşırı kalabalıktan mı yoksa içerisinin etkileyiciliği mi beni bu hale soktu bilmiyorum ama tek kelimeyle bugüne kadar gezdiğim en güzel ve renkli katedral olduğunu söyleyebilirim. Belki dışarıdan diğerleri kadar gösterişli değil ama içerisi aklınızı başınızdan alıyor. Dini mekanların bir ağırlığı kasveti olur ya, burada onu hiç hissetmedim. Ben, gerçekten hayran oldum diyebilirim. Tüm bunların üzerine Hazineler bölümünü gezmeye bence hiç gerek yok. Katedral başlı başına bir hazine bence. Ama meraklısı için giriş ücretinin 5 € olduğunu da belirteyim.
Çıkınca girişin sağ tarafında metalden yapılma katedralin küçük kopyasıyla hatıra fotoğrafını da çektirdikten sonra bir süre Münsterplatz’daki noel pazarlarını gezdim. Aslında hep aynı şeyler bu yüzden artık ben anlatmaktan siz de okumaktan sıkıldınız. Gezerken gözüm arada sırada katedrale takılınca sanki daha büyük gibi geldi bana. Belki de çok dibinde gezdiğim içindir. Buraya açılan Ursuliner Caddesinin hemen başındaki havuzun etrafında dizilen komik insan figürü heykellerini de fotoğrafladıktan sonra yeni istikametim Belediye Binasının arkasındaki noel pazarı. Burayı da insan seliyle birlikte turladıktan sonra nispeten daha sakin Hühnermarkt 17 numarada yer alan Couven Müzesini ziyaret etme vakti gelmişti.
Size daha önce büyük yangından ve şehrin yeniden inşa edildiğinden bahsetmiştim. İşte o dönemde önce bir eczane olarak faaliyet gösteren, daha sonra Andreas Monheim tarafından satın alınıp zamanın önemli mimar–mühendislerinden birisi olan Johann Joseph Couven’a restore ettirilen “Monheim Haus” bugün Aachen’ın en önemli müzesine ev sahipliği yapıyor. Her ne kadar müze bir ailenin eski evi olsa da 18 ve 19. yüzyılların mimarisine, eşyalarına ve yaşantısına tanıklık etmiş pek çok eser barındırdığından bir tür şehir müzesi işlevi görüyor.
Giriş ücreti olan 5 €’yu ödedikten sonra binanın en eski yapısı olan sol taraftaki küçük eczane dükkanına girdim. Pek çok şeyin yanında odadaki en etkileyici parça eski bir saat. Sadece saat ve dakikayı değil gün, hafta ve ayları da gösteriyor. Duvarda da Monheim aile bireylerinin resimleri mevcut. Mutfak bölümü neredeyse tüm orijinalliğini muhafaza etmiş. Kış döneminde evin bazı yerleri ısıtılıyormuş ve mutfak da bunlardan birisiymiş. Camekanlı bölümde yer alan devasa kahve değirmeni çok ilginç. Alt kattaki odanın duvarlarındaki fayanslara işlenmiş bin bir çeşit motif de ayrı bir güzellik katmış. Üst kattaki imparatorluk salonu ise koltuklardan masaya, duvardaki tablolardan şöminesine kadar buram buram 18-19. yüzyıl kokuyor. Bu arada Müzede geçici olarak açılmış olan sergide eski dönem noel süslerini de görme imkanım oldu.
Yaklaşık 45 dakikalık bu keyifli turdan sonra artık Belediye Binasını ziyaret etme vakti gelmişti. Kapıya geldiğimde şok! Kapalı…Tabi sabah buraya gelip önündeki merdivenlerden noel marketlerin resmini çekmenin yanında hemen dışarıda duran panoya baksaydım Pazar günleri öğleden sonraları kapalı olduğunu öğrenecektim. Elimde turizm danışmadan aldığım broşürle kapıda kalakaldım. Benim aynı kaderi paylaşan bir çiftle makus talihimize gülerken karnımın da acıkmış olduğunu fark ettim. Pek çok yer kapalı olduğundan biraz ilerleyip öğlene doğru açık olduğunu gördüğüm dönercilerden birisi olan Urfa Döner’e girdim. Ekmek arası döner 3 €, ayran 1,20 €. Fena değildi ama memlekettekilerin yerini tutmuyor tabi.
Tekrar ana meydana gidip bir süre daha da dolaştım. Saat 16.00’ya geliyordu. Bende turizm danışmadaki bayanın söylediği tepeye çıkarak hem daha önce görmediğim yerlerde dolaşmaya hem de yukarıdan Aachen manzarası izlemeye karar verdim. Kabaca söylemek gerekirse, Mostardstrasse, Neupforte, Hermanstrasse güzergahından ağaçlık, hafif meyilli, Kupferstrasse’ye geldim. Artık elimdeki turistik harita işlevsizdi ama çok fazla da gidecek bir mesafem kalmamıştı. İmdadıma belediyenin koyduğu büyük harita yetişti ve nereye “tırmanacağımı” gördüm.
Başladım yukarıya doğru çıkmaya. Ara bölüm gibi bir yerde beş tane antik Roma dönemine ait sur dimdik ayakta duruyor. Herhangi bir tabela ya da açıklama bulunmadığı için yola bu sefer merdivenlerden devam ettim. Güneş etkisini kaybettiği için hava iyice soğumaya başlamıştı. “Hakan, nefis Aachen manzarası seni bekliyor, ha gayret” gazları eşliğinde tepeye çıktım.
Minik bir dikilitaşın oraya seyir tepesi tarzı bir şeyler yapmışlar. Oradan bakıyorum, bir şey göremiyorum. Havada açık, öyle bulutlu falan değil. Bir daha bakıyorum, silüetler dışında seçebildiğim tek bir yapı yok. Bir de çok eskiden kaldığı her halinden belli olan güneş saati olsa gerek metalden bir şey var ama tam olarak çözemedim açıkçası. Haydi dedim, öbür tarafı seyredeyim. İşte o zaman çok net bir şekilde Aachen Şehir Stadını gördüm. Gün içinde bazı noktalarda sarı siyah atkı ve formalarıyla taraftarları gördüğüm için muhtemelen bugün bir maça ev sahipliği yapmıştı. Bir zamanlar Mustafa Denizli’de Aachen takımının teknik direktörlüğünü yapmıştı.
Geldiğim yerin ters tarafından otobüs park yerinin bulunduğu yöne doğru yüksek ağaçların arasından yaptığım yürüyüş saat 17.20’de son buldu. 17.30’da kalkacak olan otobüse kendimi attığımda günün yorgunluğu tüm bedenimde hissediliyordu. Ama ben böyle yorgunlukları seviyorum. Aachen’ı da sevdim. Katedraline bayıldım. Sadece katedrali gezmek için bile Aachen’a gelinir diye düşünüyorum...
Seyahatle kalın…
|