Arabamla Afrika - Ruanda : 3 (Kigali) | |
Nyungwe Ormanları'ndaki buluşma noktasından ayrılıp, yorgunluğumu da göz önüne alarak, yavaş yavaş ve arada mola vererek Kigali'ye doğru ilerliyorum. Hava bulutlu ama yağış gelecek gibi görünmüyor. Butare'ye varana kadar çevrede dağ taş çay tarlaları. Çay, Ruanda'nın önemli gelir kaynaklarından; kahve ile birlikte. Molalarda insanlarla sohbet etmeye çalışıyorum. Ruandalı'nın anadili Kinyarwanda. Resmi dil olarak Kinyarwanda dışında Fransızca (tabii Belçika sömürgeliği zamanından) ve İngilizce (bu da soykırımdan sonra) de kabul edilmiş. Bunun dışında, özellikle kuzey ve doğu bölgelerde Kswahili (ya da KiSwahili) dili de konuşuluyor. Ama güney-batı kırsal kesiminde Kinyarwanda dili dışında dil bilenine rastlamak pek mümkün olamıyor. Aşağıdaki hanımla anlaşmamız bu nedenle çok güç oldu; daha doğrusu anlaşamadık. Ama, fotoğrafını çekmem karşılığında para istemeyeceği konusunda anlaştık; fotoğrafları göstermem şartıyla tabii... Kendi fotoğraflarını görmek çok hoşlarına gidiyor. Hele bir de onlara fotoğraf çektirip, o fotoğrafı gösterirseniz bayılıyorlar, bir çığlıktır gidiyor artık. Buraların genel derdi bu. Eğer fotoğraflarını çekiyorsanız, para vermelisiniz. Çünkü, gelen bütün turistler, kendileri için ilginç olan bu görüntüleri fotoğraflamak karşılığı para teklif ede ede, bu bir kural haline gelmiş. Para ver, fotoğrafını çek. Öyle ki; geçen yazımda bahsettiğim bisikletçiler, o durumlarının fotoğraflanmasını istemezlerken, para teklif ederseniz istediğiniz pozu veriyorlar. Sonuçta, herşeyi para, kalem, tişört, defter karşılığında yapan bir toplum yaratmış bu turistler. Durdukları mola yerinde, çevrelerini saran çocuklara, bel çantalarından çıkarttıkları düzineyle bir örnek kalemi dağıtıp, sonra da onlara "Hadi bakalım! Şimdi de dizilin, fotoğraflarınızı çekelim" diyen turist gruplarına rastlamak hiç de zor değil. Peki bu çocuklara bir şeyi elde etmenin ancak emek sarfederek mümkün olduğunu kim öğretecek, öğretmenleri mi? Çalışmadan, sadece "talep ederek" para, kalem, tişört sahibi olmayı "öğreten" bunca turist varken... Bunun sorumlusu yalnızca turistler değil tabii; onlara bu yolu gösterip "mutlu olmalarını" sağlayan rehberlerin de katkısı yabana atılmaz. Bu arada, yukarıdaki bayanın görünüşü sizi aldatmasın, benden çok genç (yani 47'nin çok altında). Ama erken yaşlanıyorlar. İstatistik sonuçlarına göre de, ortalama bayan ömrü 50.1, erkek ömrü de 48.1 yıl. Bu fotoğrafı neden buraya koydum? Kadının sırtında bağlı çocuğu görüyor musunuz? Mışıl mışıl uyuyor. Resmi büyütürseniz, gözündeki sinekleri de seçebilirsiniz. Üçü konuyor, beşi kalkıyor ama onun umuru değil. Biraz önce başka bir kadın, yüzü görünsün diye -benim istemememe rağmen- başını yana doğru çevirdi. Keyfi kaçan çocuk bastı feryadı. Benim itirazım üzerine rahat bıraktılar ve yeniden gördüğünüz pozisyona geçmesi birkaç saniye sürmedi bile. Bu çocuklar böyle iki yaşına kadar ya sırtta, ya da göğüste bağlı dolaşıyorlar. Yürürken, çalışırken, dinlenirken sürekli anneye yapışık, sürekli fiziksel bir temas var ve anne kokusuyla birlikte. Afrikalı'nın sükûneti bundan olsa gerek, diye düşünürüm hep. Kigali 2 Mart Perşembe akşamüstü Kigali'ye vardım. Her büyük şehirde yaptığım gibi, arabayla bir şehir turu atıp, önemli gördüğüm belli başlı noktaları (oteller, restoranlar, elçilikler, bankalar, internet caféler v.s.) GPS'ime yükledim. Bu hem benim sonraki oryantasyonum için faydalı oluyor, hem de diğer gezginlerin kullanması için T4A'ya göndermek üzere depoluyorum. T4A (Tracks for Africa) Güney Afrika orijinli bir grup ve dünya çapında binlerce üyesi var. Afrika'yı GPS'leriyle dolaşan -benim gibi- yüzlerce gezginden gelen bilgileri gözden geçirip derliyorlar ve herkesin kullanımına açık GPS haritaları hazırlıyorlar. Ben de, Afrika'ya giriş yaptığım Nuweiba'dan (Mısır) beri tüm yol izlerimi ve önemli noktaları T4A'ya vermek üzere hazırlıyorum. Güney Afrika'ya ulaştığımda bir CD'ye kopyalayıp vereceğim. Kalacağım otel, Becky ve arkadaşlarının daha önce kaldıkları ve beğendiklerini söyledikleri Hotel Okapi. Bodrum kattaki odalar nispeten ucuz ve sessizmiş, Becky'nin söylediğine göre. Onlardan birine yerleşiyorum. Geceliği USD20.00, kahvaltı hariç. Bu arada geçen yazımda Becky'den bahsederken "Chris'in arkadaşı" demiştim; Chris kim, diye soranlarınız oldu (2 kişi). Okuyanlar hatırlayacaktır; Chris, Mısır Batı Çölü'nde, Bahariye kasabasında tanışıp, daha sonra Etiyopya'da Gonder'e kadar birlikte yolculuk ettiğimiz İngiliz yol arkadaşım(dı). Ben bu yazıyı yazarken o da -herhalde- Ruanda'nin bir yerlerinde olmalı. Akşam yemeğini, şehrin merkezinde Hintliler'in işlettiği bir süpermarketin yanında bulunan Hint lokantasında yiyorum. Burada (ve neredeyse tüm Sahra Altı Doğu Afrikası'nda) ticaret hemen hemen tümüyle Hintliler'in elinde; Kenyası'ndan Ugandası'na, Ruandası'ndan Tanzanyası'na kadar. Üstelik yalnızca başkentlerde değil, tüm büyük kentlerde de... Bu sadece İngilizler'in Uganda demiryolu inşaatı için getirdikleriyle mi böyle olmuş, bilemiyorum. Kigali gayet derli toplu ve sevimli, tipik bir Afrika başkenti. Düzenli ve geniş caddeleri, yemyeşil geniş bahçeler içinde eski koloniyel binaları ve son birkaç yılda yapıldığı anlaşılan -genellikle banka genel müdürlükleri olan- çok katlı ama şık mimaride yapıları, diğer başkentlere oranla (Nairobi, Kampala gibi) çok daha az ve gürültüsüz trafiği ile sakin bir şehir. Yeni yerleşime açıldığı anlaşılan ve lüks villaların olduğu semtleri şehir merkezinin biraz daha dışında kalıyor. En büyük sorun ise elektrik. Genellikle uzun süreli elektrik kesintileri yaşamak pek sürpriz değil, Kigalililer için. Benim kaldığım üç gün boyunca yalnız bir gece elektrik vardı. Diğer geceler kesikti ve bu nedenle otleden çıkamadım. Elekrikler kesikken gece sokakta yürümek çok tehlikeli. Yol kenarlarında bulunan su kanallarına düşüp biryerlerinizi kırmanız işten bile değil çünkü. Yok canım, başka türlü tehlikeden bahsetmiyorum. O, en azından Ruanda için geçerli değildir, eminim. Su kanalları neden mi açık? Burada yağmur yağdığı zaman, öyle bizlerin bildiği gibi yağmıyor. Bir anda başlıyor ve neredeyse göz gözü görmeyecek şiddette -bazen- bir-iki saat sürüyor ve bitiyor. İşte o arada inen suyu deşarj etmek için tek çare, böyle açık kanallar yapmak olmuş, sanırım. Benim Kigali'ye vardığım akşam Becky ve iki arkadaşı da gelmişler ama, ben onları göremedim. Ertesi sabah kahvaltıda karşılaştık. Sonraki günlerde de bir-iki yemekte birlikte olup sohbet ettik. Benim Kigali'deki ikinci günüm, arabanın bakım ve temizliği ile geçti diyebilirim. Ön akstaki yağ sızıntısı artmaya başlamış, can sıkıcı. Daha sık gözlemem lazım. Daha sonra biraz da yazılarıma yoğunlaştım. Bunun için internet cafélerden birine çöreklenip biraz Ruanda ile ilgili bilgi toparladım ve kitap okudum. Kigali ve aynı zamanda Ruanda'daki son gün programım ise Soykırım Müzesini gezmek. Ruanda'da Soykırım "Gizlenmek için bir yer ararken Jérome'u buldum, bacakları kesilmişti. Onu yalnız bırakamazdım. Birlikte kaçmak için kucağıma almaya çalıştım ama, tam o sırada komünün (Hutu milislerinden bahsediyor) aracı yanımda durdu. Maşate (bir tür kesici alet) ve diğer öldürücü aletlerle doluydu. Adamlardan birinin, beni öldürmek için araçtan indiğini görünce, Jérome'u yere bırakıp kaçtım. Ve o, Jérome'un "işini bitirdi". Bunu, birinin beni takip edip-etmediğini anlamak için arkama baktığımda gördüm. Jérome'un yüzündeki çaresiz ifadeyi hiçbir zaman unutmayacağım. Bunu ne zaman hatırlasam, bütün gün ağlıyorum. Eric, 13 yaşında" Yukarıdaki fotoğraf, Soykırım Müzesinin bahçesinde bulunan plaketlerden birisine ait. Soykırıma şahit olan yüz binlerce çocuktan birisinin, olaylardan çok sonra, 13 yaşındayken tanık olarak verdiği ifadeden bir alıntı. Soykırım sırasında daha da küçüktü. Belki 12, belki de daha küçük... O yaşta bir çocuğun yaşadığı travmayı düşünebiliyor musunuz? Bırakın o çocuğu, bütün bir toplumun, bir milletin yaşadığı travma.. 1994 yılında, Afrika'nın göbeğinde ve tüm dünyanın gözleri önünde bir soykırım yaşandı. Ve o "tüm dünya", bütün örgütleriyle; Birleşmiş Milletleri'yle, tüm yardım kuruluşlarıyla, sivil toplum örgütleriyle bu soykırımı seyretti. Hem de bu teknoloji devrinde, televizyonlarının başında, gazetelerinin baş sayfalarında ve internette. Olayın sebepleri çok eski bir geçmişe dayanıyor aslında. Ama bu öyle bir geçmiş ki, ülkenin kaderini belirlemeye soyunan "medeniyet" kalesi ülkelerin umursamaz ve bencil politikaları ile yönlendirilmiş ve kaçınılmaz sonu hazırlamış. Ruanda'nın ilk sakinleri, bugünkü nüfusun da küçük bir bölümünü oluşturan Twa'ların ataları sayılan Pigmoid'ler. Twa da aslında "yerli avcılar" anlamına geliyor. Bunlara, yaklaşık M.Ö. 700 yıllarında, o zamanlar tüm Orta Afrika'ya, verimli tarım arazileri bulmak için yayılan Bantu dili konuşan çiftçiler katılıyor. Hutular adı verilen bu yeni topluluk, azınlıkta kalan Twalar'ın av bölgelerinin çoğunu da ele geçiriyorler ve onların ormanlık bölgelere doğru çekilmelerine sebep oluyorlar. Bu iki gruba, daha sonra hayvancılık ustası, uzun ve zayıf yapılı insanlar (olasılıkla, Orta Nil bölgesi, yani Sudan ve Etiyopya'nın güneyinden, göçmeye başlayan Maa dili konuşanlar, ya da Maasailer'den bir kol) 10. ila 14. yüzyıllar cıvarında gelmeye başlıyorlar. Tutsi (ki "hayvan sahipleri" anlamına geliyor) adı verilen bu yeni grup, ülkede otoriteyi de bir şekilde kendi lehlerine oluşturuyorlar. Yıllarca Tutsi bir kral (ya da mwami) tarafından yönetilen ülkede dikkate değer bir hiyerarşik yapı oluşturuluyor. Bu yapıda, üst düzey tüm yöneticiler Tutsi'yken, kral tarafından -gösterdiği yararlılıklardan ötürü- bir Hutu'nun "Tutsilik"le ödüllendirilmesine de rastlanabiliyor. Bu arada, işleri bozulup fakirleşen bir Tutsi'nin Hutu'luğa düşmesine de... Twa'ların, toplum içerisinde pek esamesi okunmazken, Tutsi ve Hutu lâkapları, soy tanımlamasından çok, birer sosyal statü göstergesi haline dönüşmüş. Tutsiler'in serfleri konumunda olan Hutular'ın statülerinin değişmesi de mümkün olabilmeye başlamış. Öyle ki, bir süre sonra, belli sayıda hayvana sahip olmak -otomatik olarak- Tutsiliğe terfi etmeye ve hatta Tutsi bir kadınla evlenmeye olanak sağlar olmuş. Bu duruma gelen bir Hutu'nun -tabii ki- Tutsi patronunun emrinde çalışması söz konusu olmuyormuş. Bu gelenek, Ruanda Krallığı'nın ömrü boyunca bu şekilde sürmüş. Hatta, Ruandalılar'ın ve kralın haberi olmadan 1885 yılında yapılan Berlin Konferansı sırasında şimdiki Brundi ile birlikte Ruanda-Urundi adı altında Almaya'nın hegemonyasına "terk" edildikten sonra bile... Almanlar, hayatlarında gitmedikleri topraklara, böyle "piyangodan" sahip olunca, oraya alel-usül birinin gitmesini uygun görmüş olacaklar ki, 1894 yılında Kont Güstav Adolf von Götzen'i görevlendirmişler. Güney doğudaki Rusumo Şelalesi tarafından girerek, o zamanki mwami, yani Kral Rwabugiri'nin bulunduğu yere kadar giden Kont, kendi ülkesini o ana kadar dünyanın merkezi sanan Kral'a, artık Almanya diye yeni bir patronun himayesine girdiği haberini verip garip bir sürpriz yapmış. Gerçekten, o zamana kadar dünyaya kapalı bir toplum olarak yaşayan Ruanda, Afrika ülkeleri içinde, köle ticaretine paçayı kaptırmamış birkaç taneden birisi. O zamana kadar, çevresinde, "medeniler" tarafından keşfedilmeyen ülke kalmazken, 1894'te Alman Kont'unun gelişine kadar ya kimse gitmeye cesaret edememiş, ya da girmeye çalışanlar püskürtülmüş; 1874'te Amerikalı kâşif Henry Stanley'in başarısız denemesinde olduğu gibi. Almanlar'ın duruma hakim olmasıyla, gerek Katolik, gerekse Protestan cemaatine bağlı misyonerler derhal kolları sıvayıp, bu bakir toprakların insanlarının gözlerini açmak ve onları -temsil ettikleri dinin onlara vermiş olduğu yüce görevle- cemaate kazandırmak için var güçleriyle çalışmaya başlamışlar. Ancak, Belçikalılar'ın, büyük komşu Kongo'da bulunmalarının ve "sömürgecilik" konusunu daha ciddiye alarak konuya derinlemesine hakim oluşlarının avantajını kullanarak Ruanda üzerinde emellerini fiiliyata dökmeleri; Almanlar'ın -daha himayelerine yeni almışken-, 1. Dünya Savaşı hezimeti sonucu, "hay"dan gelen ülkeyi "huy"a kaptırmalarına ve dizginleri Belçikalılar'a bırakmalarına sebep olmuş. Belçikalılar, Runada'yı, kendileri için yiyecek kaynağı olarak kullanmışlar. Bunu yaparken de, ülkede ciddi bir altyapı ve örgütlenme gerçekleştirmişler. Her ne kadar, krallığın mevcut hiyerarşik yapısı Avrupa medeniyetini bile hayrete düşürecek kadar örgütlüyse de, yapının içerisine kendi gözlemcilerini -her kademeye- yerleştirmekten de geri kalmamışlar. Bu dönem içerisinde yollar, tahıl depoları, okullar yapılmış; tarımda verimi geliştirici tekniklerin yaygınlaştırılması ve zaman zaman oluşan kıtlığa karşı dayanıklı besin ürünleri yetiştirilip, bunların depolanması kültürünün geliştirilmesi, çok dağlık olan coğrafyada erozyona karşı teraslama çalışması yaptırılması, kooperatifçiliğin geliştirilmesi, ihracata yönelik ürün yetiştirilmesinin (özellikle kahve ve çay) özendirilmesi ve böylece ülkeye likit para girişinin sağlanması gibi ülkeyi kalkındırıcı birçok program yürürlüğe konulmuş. Ancak, bu arada, nüfustaki azınlığına karşın, önceden beri süregelen Tutsi egemenliğinde de, Hutular'la aradaki sosyal fark gitikçe açılarak devam etmekteymiş. Bunun sebebi, biraz da Belçikalılar'ın, Tutsiler'i, eğitilmeye ve yönlendirilmeye daha yatkın olmaları nedeniyle kayırıyor olmaları imiş. Hatta bir süre sonra, ortaya ölçüler, standartlar çıkmaya başlamış; boylar, kafa çapları, göğüs ve bel çevreleri, bacak uzunlukları falan... Bu bana biraz Nazi Almanyası'nı hatırlatmadı değil hani. Uygulanışları da yaklaşık aynı zamanlar; yani 1940'lı yıllar. Bu yıllar, Belçikalılar tarafından Ruandalılar'ın "tasnif" edilmesi yıllarıdır. Yeni çıkarılan bir yasayla artık, nüfus cüzdanlarına insanların "menşei" de yazılmaya başlanacaktır. Bu daha sonra, soykırımın yaşandığı 1994'e kadar değişmez bir kural olarak kalacak ve katliamlar sırasında Tutsiler'in, diğerlerinden daha kolay ayrılmalarını sağlayacaktır. Bu arada, Hutular'ın arasından -az da olsa- okuma şansı bulup, kendini yetiştiren, daha sonra Avrupa'ya gidip, orada eğitimlerini tamamlayan gençler arasında bağımsızlık kıvılcımları alevlenmeye başlamış. Yönetimi elinde bulunduran Tutsiler'in de bir süredir içinde bulunan aynı kıvılcım, daha sonra büyümüş ve Belçika'yı -biraz da Birleşmiş Milletler'in baskısıyla- ülkenin egemenliği yolunda adım atmaya zorlamış. 1959 Haziranı'nda Mwami (kral) Rudahigwa'nın hastanede ölümü ve bu konuda Belçika'nın parmağı olduğuna yönelik söylentilerin çıkması, ardından PARMEHUTU partisinin (Hutu kanadı partilerinden en güçlü olanı) şeflerinden birisinin UNAR taraftarları tarafından dövülmesi, örgütlenmiş Hutu çetelerinin ülke çapında saldırı, kundaklama, yağma ve öldürmeye başlamalarına sebep olmuş. Tutsiler'in misillemesi ile yaklaşık iki hafta süren olaylarda her iki taraftan da toplam 1,231 kişi ölmüş. Olaylardan sonra, Hutu yandaşı olarak bilinen Belçikalı Albay Guy Logiest komutasında askeri bir yönetim kurulmuş ve yönetimdeki tüm Tutsi liderler Hutular'la değiştirilmiş. 1960'ta yapılan şaibeli seçimleri PARMEHUTU Partisi kaznınca, Birleşmiş Milletler, seçimlere hile karıştığı savıyla tekrarını istemiş. 1961'de tekrarlanan seçimlerin sonucu yine Hutular'ın lehine sonuçlanınca Grégoire Kayibanda'nın başkan olduğu Hutu yönetimi devri başlamış. Bunu takip eden yıl içerisinde Butare'de (üniversite kentiydi, hatırlayacaksınız) yaklaşık 150 Tutsi öldürülmüş, 5,000 ev yakılıp, yaklaşık 22,000 kişi göçe zorlanmış. Temmuz 1962'de bağımsızlığına kavuşan Ruanda'da, çıkarılana Quotas kanunu ile, herkesin genel nüfusa oranı ölçüsünde devlet hizmetlerinden yararlanması öngörülmüş. Bu da, o sıralarda genel nüfusa oranı %9 olan Tutsiler'in, eğitim, istihdam gibi olanaklardan ancak %9 oranında yararlanmasını getiriyormuş. Hutular'ın Ruanda'da yönetimi ve -dolayısıyla- gücü ele geçirmeleri, ülke tarihinde yeni bir dönüm noktası ve Tutsiler için de kötü günlerin başlangıcı olmuş. 1993 yılına kadar binlerce Tutsi çeşitli milis saldırıları ve devlet güçleri tarafından gözaltı ya da tutuklu durumda gördükleri işkenceden ölmüşler. 21 Ekim 1993 tarihinde komşu Brundi'nin Hutu başkanının askeri darbede öldürülmesi, ülkedeki gerilimi arttırdı. Birleşmiş Milletler, güvenliği sağlamak amacıyla UNAMIR (UN Assistance Mission for Rwanda/Birleşmiş Milletler Ruanda Özel Destek Grubu) birliği göndermeye başladı. 6 Nisan 1994 tarihinde, Devlet Başkanı Habyarimana'nın Brundi'nin yeni Devlet Başkanı Cyprien Ntaryamira ile brilikte bindikleri uçağın Kigali yakınlarında -kaynağı hiç bir zaman belli olamayacak- bir roket saldırısıyla düşürülmesi ve her iki başkanın da ölümü, zaten kaynamakta olan kazanı taşırdı. O güne kadar Tutsiler aleyhinde propoganda yapmakta olan devlet radyosu Radio-Télévision Libre des Milles Colines, o geceden itibaren Tutsiler'in düşman oldukları ve görüldükleri yerde öldürülmeleri gerektiğini bildirmeye başlamıştı. Gazetelerde (hepsi hükümete "yakın"dı) yayımlanan bildirilerde de, Tutsiler'in "itlafı"na yönelik açıklamalar maddeler halinde veriliyordu. O gece hızlı ve örgütlü bir şekilde başlayan Tutsi kıyımı, devlet güçlerinin de katılımıyla, büyük bir hızla ülkenin her yanına yayıldı. Dört ay süren sokırımda bir milyonun üzerinde Tutsi ya da Tutsiler'e bir şekilde yakın olan Hutu katledildi. Duruma engel olmaya çalışan UNAMIR komutanının Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Güvenlik Danışmanı nezdinde yaptığı girişimler sonuçsuz kaldı ve bizzat Genel Sekreter imzasıyla gönderilen mesajla, durumun Ruanda'nın bir "iç meselesi" olduğu ve kesinlikle karışılmaması gerektiği bildirildi. İlaveten; gönderilen destek birliği yardımı ile ülkedeki yabancıların tahliyesinin ardından, mevcut 2,500 askerden oluşan UNAMIR birliğinin 250 askere düşürüleceği de tebliğ edildi. Böylece, Hutu milis kuvveti interahamwe ile devlet güçlerinin işi daha da kolaylaşmış oldu. 30 Nisan 1994 günü Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin aldığı kararla, Ruanda'ya 6,800 kişilik bir Barış Gücü gönderilmesi kararlaştırıldı. Ancak birliğin oluşturulması ile ilgili tartışmaların uzaması, katliamın boyutunu gittikçe arttırıyordu. Fransa, Barış Gücü'nün ulaşmasına kadar sivillerin güvenliğini sağlamak üzere Haziran ayında 2,500 kişilik bir birlik göndermeye karar verdi. Opération Tuquoise adı verilen bu girişimin ardından Tutsi direnişçi birliği RPF Kigali Havaalanı ve çevresinde denetimi ele geçirdi. Fransız birlikleri, ülkenin çeşitli yerlerinde kontrolu ele alıp, süren katliamın önüne geçti. Sonuçta, resmi kayıtlara göre 1,200,000, gayrı resmi söyleme göre de 1,500,000 Tutsi ve onlarla bir şekilde ilişikili Hutu öldürüldü bu soykırımda. Ve dünya bu katliama seyirci kaldı, başta söylediğim gibi. Bizler, bu durumun seyircisi olarak, televizyonlarımızın başında; bir zamanlar kendilerini dünyanın merkezinde sayan ve hiçbir şeyden haberi olmayan bu insanlara "medeniyet"in kontrolu altına girdiklerini tebliğ etmek üzere gönderilen Alman Kont Götzen'in ülkeye girdiği Rusumo Şelalesi'nin üzerindeki köprüden, Akagera Nehri'nde "akan" cesetleri, köprünün üzerinden Tanzanya'ya geçmeye çalışan kolu-bacağı kesik, ne olduklarını anlayamamış insanların şaşkın bakışlarını izliyorduk. Öyle bir şaşkınlıktı ki, Kont Götzen'den, kendi bilgileri dışında, dünyanın başka bir yerinde ülkelerinin "medeni hami"lerine peşkeş çekildiğini öğrendiklerinde duydukları şaşkınlıktan beter... 5 Mart Pazar günü, sınırdan Tanzanya'ya geçerken, askerlerden izin isteyip iki ülkeyi birleştiren Rusumo Köprüsü'nün ortasına kadar yürüdüm. Akagera Nehri'nin Ruanda'dan gelen tarafına bakarken, ekranda gördüğüm "akan" cesetler gözümün önüne geldi. Ve üzerinde durduğum köprüden, çaresizce Tanzanya'ya geçmeye çalışan "kurtulmuşlar"... Aradan 12 sene geçti. Yaralar sarıldı mı? Gayret ediliyor. Kimse Tutsi ve Hutu söcüklerini kullanmıyor, kullanmak istemiyor artık; Tutsi de olsalar, Hutu da... Daha önce bahsettiğim Gisenyi ve Kibuye kasabalarına gitme sebebim de, buraların en büyük Tutsi kıyımlarının yaşanmış olduğu yerlerden olmalarıydı. Müze, İngiliz Holocaust Merkezi desteği ile hazırlanmış. Son kısım, dünyada daha önce yaşanmış çeşitli soykırımlara ilişkin bölümlere ayrılmıştı. Bunlar arasında 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası'nda yaşanan Yahudi soykırımı, çok yakında yaşadığımız Bosna-Hersek'teki soykırım da vardı. Ve 20. yüzyıl başında yaşandığı iddia olunan Ermeni soykırımı da, maalesef... Üzüldüm. Bu konuyu ve Ruanda'yı burada kapamak istiyorum. Aslında daha yazılacak ve konuşulacak çok şeyler vardı ama... Biliyorum, hepinizin içini çok kararttım. Benimki çok daha fazla kararmıştı. Neyse ki, Kigali'deki Soykırım Müzesi'nden çıktığımda yağmur yağıyordu. Not: Ali Eriç'in Afrika gezisinin bu yazıdan önceki yazısı Arabamla Afrika - Ruanda : 2 (Gisenyi, Kibuye, Nyungwe Ormanı Ulusal Parkı) Ali Eriç'in 186 günlük Afrika gezisinin başlangıcı ile ilgili detaylar için Arabamla Afrika - Suriye : 1 (Başlangıç ve Halep) gezi yazısını okuyabilirsiniz. |