Arabamla Afrika - Tanzanya : 2-son (Tanga-Dar es Salaam-Zanzibar)

Arusha'dan 12 Mart Pazar günü sabahı ayrıldım. Daha önce de dediğim gibi "Büyük Kilimanjaro Tırmanışı"nı gerçekleştiremeyeceğim için, dağın güney kanadını, Moshi şehrinden yalayarak geçtim. Dar es Salaam'dan önce, ana yoldan ayrılıp kuzeyindeki Tanga'da Hint Okyanusu'na, denize varmak istiyorum. Mısır'da, İskenderiye'den sonra ilk defa denizi göreceğim; bu sefer Afrika'nın doğu kıyısında.

Tanga
Tanga; biraz mevsim dışı olması (yağmur mevsimindeyiz, malum), biraz da Tanzanyalı zenginlerin (ama genellikle Hintli ve Arap asıllı "Tanzanyalı" zenginler) sayfiyesi olmasından, şu sıralar ölü bir tatil kasabası görünümünde. Aslında önceleri doğu sahilinin özellikle Pers dönemi ve Oman Sultanlığı zamanında önemli bir limanıymış. Hatta, 1887 yılında Zanzibar Sultanı'nın, doğu kıyısını Almanlar'a kiralamasından sonra, iyi korunmuş limanı nedeniyle Almanlar'ın Doğu Afrika'daki başkenti oluvermiş, bu ünvanını 1891 yılında Dar es Salaam'a kaptırana kadar. Almanlar'ın ve 1916 yılından itibaren de İngilizler'in önemli bir ticaret merkezi olma özelliğini sürdüren Tanga, Swahili dilinde "yelken" anlamına geliyor. Acaba aynı ismi paylaşan mayoların, şeklinin minicik birer yelken parçasını andırıyor olmasından dolayı bu şekilde adlandırılmış olmaları mümkün müdür sizce? Tanga, koloni dönemi öncesinden birçok Arap ve Hint stili taşıyan binaları, daha sonraki dönemden de koloniyel yapıları ile Afrika doğu sahilinin tarihini pek güzel yansıtıyor.

Tanga'da sıcak bunaltıcı. Kaldığım otel kıyıdan içeride olduğu için, sahildeki Rashkazone Yüzme Kulübü'ne yüzmeye gidiyorum. Sahile indiğimde, gözümün önüne, fotoğraflarda ve filmlerde gördüğüm Ganj Nehri görüntüleri geliyor. Yüzlerce insan minicik koyda denize giriyorlar; elbiseleriyle, mayolarıyla ve ne buldularsa onlarla... Demek ki sokaklarda göremediğim herkes buraya toplanmış. Ben plaja inince, tüm gözler bu mzunguya (Swahili dilinde "beyaz adam" demek) dikiliyor. Arada birkaç Hintli dışında herkes Afrikalı. Otele dönüp duş almanın daha mantıklı olacağına karar veriyorum. Tanga'ya gelmek pek doğru bir karar değildi sanırım.

Kilimanjaro'yu güneyinden selamlıyorum

Pazartesi sabahı Dar es Salaam'a doğru yola çıkıyorum. Çoğunlukla herkes Dar es Salaam'ı (kısaca Dar olarak anılıyor, ben de bundan sonra öyle anacağım) Tanzanya'nın başkenti sanır. Sanır ve yanılır. Ben de öyle bilirdim. Ama, Julius Nyerere'nin arzusu doğrultusunda başkentin Dodoma'ya 1990 yılına kadar taşınmasına karar verilmiş. Ancak, bazı maddi kısıtlamalar sonucu bu, fiili olarak ancak 1996 yılının Şubat'ında gerçekleşebilmiş. Yani, Tanzanya'nın şimdiki başkenti Dodoma. Ancak yine de devlet dairelerinin ve büyükelçiliklerin çoğu Dar'da bulunuyor hala.

Julius Nyerere, Tanzanya'nın bağımsızlığına kavuşmasında önemli görev üstlenmiş. 9 Aralık 1961 yılında bağımsızlığını elde etmesinden, görevi Ekim 1985'te kendi isteğiyle Ali Hassan Mwinyi'ye devretmesine kadar başkanlığı sürdürmüş. Mwinyi de, Ekim 1995'te ülkede yapılan ilk çok partili genel seçimlerde liderliği rakibi ve şu andaki Başkan Benjamin Mpaka'ya kaptırmış.

Nyerere reformcu bir başkan olarak biliniyor. Ülkenin Sosyalist bir zihniyetle yönetilmesi, Sosyalist ülkelerle sıkı ilişkilerin kurulması, Nyerere'nin Güney Afrika ve Mozambik'teki oy hakkı bulunmayan Afrikalılar'ı sözlü olarak destekleyen demeçler vermesi, batının kendisine kuşkuyla yaklaşmasına neden oluyor. Nyerere'nin, İngiltere'nin Rodezya'nın tek taraflı bağımsızlık deklarasyonunu çekinceli olarak kabul etmesini ayıplaması, 1965 yılında İngiltere'nin bu ülkeye olan desteğini çekmesine neden oluyor. Ancak Nyerere'nin bu davranışlarını bir beyaz düşmanlığı olarak algılamamak gerekir. Tanzanya, 1975'te Kampala'da düzenlenen Afrika Birliği Organizasyonu (Organisation of African Unity, OAU) konferansından çekilir. Gerekçe "OAU'nun, bu toplantıyı Kampala'da yapıyor olması, Afrika'nın en kana susamış rejimini kabul ediyor anlamına gelir" olmuştur. Tanzanya, başta eski başkan Milton Obote ve şimdiki başkan Yoweri Museveni olmak üzere, İdi Amin rejiminden kaçan birçok Ugandalı'ya o zamanlar sığınma hakkı vermişti. Bundan rahatsız olan Amin Ekim 1978'de Tanzanya'ya saldırarak Bukoba ve Musoma'yı bombalamıştı. Tanzanya da, buna misilleme olarak Uganda'ya girmiş ve Amin'i devirerek Obote'nin yeniden iktidarı ele geçirmesini sağlamıştı. Ancak bu olay, diğer Afrika ülke liderleri tarafından -ilk saldırının Amin'den gelmiş olmasına rağmen- Nyerere'nin başka bir ülkenin iç işlerine karışması şeklinde yorumlanmış ve bu yüzden Nyerere suçlanmıştır.

Doğu sahilinin kumsalı ve gökyüzü

Nyerere, Tanzanya'nın büyük yüzölçümünde dağınık olarak yaşayan insanlara hizmet götürülmesinin güçlüğü ve maliyetinin yüksekliğinin farkındaydı. Bu nedenle 1967 yılında Ujamaa (aile şemsiyesi) adı altında bir proje başlattı. Bu, dağınık alanlarda yaşayan aileleri, belirli merkezlerde yerleşmeye özendirerek onlara götürülecek sağlık ve eğitim hizmetlerini kolay erişilebilir hale getirmeyi amaçlıyordu. Ayrıca, kooperatifçiliği yaygınlaştırarak, tarımda verimi arttırmak da hedeflenmişti. Başlarda Ujamaa projesinin başarıya ulaştığını gören hükümet, bulundukları mekanı hala terketmek istemeyen aileleri bu yeni yerleşimlere taşınmaya zorladı. Ancak nüfus yoğunlaşmasına karşın su ve diğer kaynakların yetersiz kalmaya başlaması, Tanzanya'nın peryodik kıtlık dönemlerinden birisinde büyük bir felakete sebep oldu. Ve sonuçta "köyleştirme" çalışması, amacına ulaşamadan sona erdi. Aslında bu proje devlete, gerek eğitim, gerekse sağlık hizmetinin halka ulaştırılması konusunda birçok kolaylıklar sağlamıştır. Ama bundan daha önemlisi, bağımsızlığını kazanmasının ardından geçen bunca yıla rağmen hala kabile çatışmalarından kurtulamayan diğer tüm Afrika ülkelerine karşın Tanzanya, Nyerere'nin birleştirme çabaları sonucu "yekpare" bir toplum özelliği kazanmıştır.

Dar es Salaam (ya da kısaca Dar)
Tekrar Dar'a dönecek olursak (aslında dönmemeyi yeğlerdim); şehre dışarıdan girişim nedense bana Ankara'ya Akköprü tarafından giriyormuşum hissini verdi. Ankara'nın eski halini iyi bilenler, Akköprü'yü hatırlayacaklardır. Eskiden İstanbul yolundan İtfaiye Meydanı'na (Gençlik Parkı'nın ana kapısının açıldığı meydan) doğru girerken, solda tarihi bir taş köprü vardı; hala duruyor mu, yoksa "iş bitirici" güzide başkanımızın alt-üst geçit icraatlarında o da alt üst oldu mu, bilemiyorum. Şehrin içine girince ("giremeyince" demek daha doğru olur, çünkü saatlerce trafikle boğuşuyorsunuz), sanki "belediyeye sıkı bir piyango çıkmış da, onun sevinciyle tüm altyapıyı yenilemeye karar vermiş, sonra da para bitince herşey yarım kalmış" gibi bir görüntü var. Her yer kazılmış, çoğu öylece kalmış, bazılarında ise çalışma aheste devam etmekte.Yollar eşilmiş ama, diyorum ya, para bitince onları da kapatamamışlar. Hele bir de yağmur mevsimi başlayınca...

Yanıma palet ve şnorkelimi almadığıma çok hayıflandım açıkçası. Hoş, araba 80cm derinliğe kadar sudan geçebiliyor ama, arabayla gidilemeyen yerlerde "kıyıya yüzmek" için benim tedbirim yetersizdi açıkçası. Şehrin merkezindeki tüm otel seçeneklerine "yüzerek" ulaşamadığım için, merkezin dışında, zenginlerin ve çoğu yabancıların yaşadığı, büyükelçilikler ve rezidanslarının ve hatta bir de Turquoise isimli Türk restoranının yer aldığı Msasani Yarımadası'na doğru bir otel kestiriyorum gözüme. Fiyatı -tabii ki- kitapta yazılı olanın iki misli olmuş. Resepsiyondaki görevli kıza sebebini sorduğumda otelin yeni renovasyondan geçtiğini öğreniyorum. Renovasyonda odaları da iki katı büyüttünüz mü, diye sorduğumda "Kaliteyi arttırdık" diyor. Görelim bakalım. Evet! Otelde kablosuz internet erişimi var. "Bu bile yeterli" diyorum. İnternet café aramak derdinden kurutulacağım gibi, hem tüm mesajlarımı kendi bilgisayarıma indirip cevaplandırabileceğim, hem de Skype ya da MSN Mesenger üzerinden Buket ve Alican'la uzun uzun konuşabileceğim.

Hava inanılmaz derecede sıcak ve rutubetli. Bol miktarda da sivrisinek var. Neyse ki odada klima mevcut. Yarın buradan derhal uzaklaşmalıyım. Bir başkentten bu kadar kısacık bahsetmek pek yakışık almıyor ama, Dar'da da bahsedilecek çok fazla birşey yok açıkçası.

Zanzibar
Evet! Bana piyangodan çıkan bir yer, Zanzibar. Daha doğrusu, Zannzibar'ı, fazla turistik bir yer olduğunu duyduğumdan, programıma almayı düşünmemiştim. Ancak bir dostumun, gönderdiği e-postada övgüyle söz etmesi, Buket'in de yüreklendirmesi sonucu iki günlük bir Zanzibar kaçamağını programa dahil ettim. Özellikle sonunda "bar" olması nedeniyle, dünyada bar ismi olarak en çok kullanılan yerdir herhalde, Zanzibar. Bu ismi açtıkları bara koyarken, ada hakkında bilgi edinen kaç bar sahibi vardır, bilemiyorum.

"Balayı adasındaki" otelin "balayı odası"

Zanzibar, Tanzanya kıyısının açıklarında, konum olarak Dar'ın kuzeyinde yar alan bir ada. Aslında "bir ada" yanlış oldu. Zanzibar, Unguja (Zanzibar Adası'nın kendisi) ve Pemba Adaları ile, birçok küçük adadan oluşan bir topluluk. Tanzanya'ya bağlı ama özerk bir yapısı var. Kendi başkanı ve parlamentosu olan Zanzibar, yine de atacağı tüm adımlarda Tanzanya'ya danışmak zorunda. Kendine ait küçük bir ordusu bile var ama, bu ordu göstermelik kimliğin ötesinde bir fonksiyona sahip değil. Ancak, -örneğin- ülkeye (ya da bölgeye) girişte pasaport ve gümrük kontrolundan geçiyorsunuz, ülkeye giriş için vergi ödüyorsunuz v.s. Şimdi gelelim hikayesine.

Zanzibar, Doğu Afika kıyılarında 13. yüzyıla dayalı Pers Şirazi egemenliği döneminde popüler olaya başlayıp, daha sonra18. yüzyılda Umman Sultanlığı'nın bölgede egemenliği ele geçirmesi ardından ilgi daha da artmış. Öyle ki, 1823'te Umman Sultanı Said, Zanzibar'ı Doğu Afrika üssü olarak seçmiş. Hatta, 1840'ta da başkent olarak ilan edip, sarayını buraya taşımış. Umman, Somali'den, Mozambik'in kuzeyine kadar olan tüm Doğu Afrika'yı kontrolu altında tutarken, 1888 yılında Almanya'ya "kiraya" vermesiyle bu kontrolu yitirmiş. Yine de, 1. Dünya Savaşı ardından Almanya'nın 1918 yılında Doğu Afrika'daki varlığını İngiltere ve Belçika'ya kaptırmasından sonra bile, Araplar'ın Zanzibar'daki varlığı devam etmiş; ta ki 9 Aralık 1961'de Tanzanya'nın bağımsızlığına kavuşmasından sonra Nisan 1964'te Tanzanya'ya bağlı özerk bir bölge olmasına kadar. Tanzanya'ya bağlanmış ama, dışarıdan öyle. İçinden baktığınızda Zanzibar kendisini ayrı ve bağımsız bir ülke gibi görüyor. Zanzibarlı da. Tanzanya'ya karşı öyle bir -düşmanlık demiyeyim ama- tepki var ki, ondan bahsederken kimse "Tanzanya" adını ağzına almıyor, herkes "mainland", yani "anakara" diyor.

Zanzibar'ın bu kadar stratejik bir yer olması ve yıllarca; önceleri Perslerin, ardından da Araplar'ın iştahını kabartmış olmasının sebebi, Doğu Afrika ticaretinin kapısı olması. Bu ticaret iki önemli meta üzerine kurulu: Altın (Tanzanya ve Zimbabwe bölgelerinden) ve daha da önemlisi esir. 19. yüzyılda Zanzibar'dan "dünya piyasaları"na gönderilen esir sayısı yılda ortalama 40,000 kadar. Bunun yaklaşık beş mislinin, toplandıkları yerlerden Zanzibar'a getirilişleri sırasında yolda öldüklerini, yine çok daha fazlasının (yaşlı, hasta, çelimsiz v.s.), toplandıkları köylerde, daha toplanma işlemi sırasında öldürüldüklerini düşünürsek, köle ticaretinin Afrikalı'ya ne kadar "pahalıya" malolduğunu anlayabiliriz.

Köle ticaretinin, özellikle İngilizler'in bölgede denetimi ele almasıyla -neredeyse- tümüyle kesilmesinin ardından, yerine geçen yeni meta olan fildişi de, yine yüzbinlerce filin hayatına malolacaktır. Dolayısıyla, Zanzibar'ın Şirazi egemenliği ile başlayan, ardından Arap egemenliği ile süren ticari altın çağı, Afrika'nın "can varlığı"na önemli ölçüde zarar vermiştir.

"Balayı adasındaki" otelin kumsalı

Zanzibar'ın bu kadar uzun süre Müslüman egemenliğinde kalması da, halkının büyük ölçüde Müslüman olması sonucunu getirmiş. %96'sı Müslüman olan Zanzibar dışında, Dar es Salaam başta olmak üzere Tanzanya'nın doğu kıyısında yaşayan halkın önemli kısmı da Müslüman.

Tarihi hakkında bu kadar bilgi verdikten sonra, biraz da "fiili" olarak Zanzibar'a gelelim isterseniz. Zanzibar'a Dar'dan hergün birçok feribot kalkıyor. Bunların bazıları hızlı, bazıları çok hızlı, bazıları da yavaş feribotlar. Eğer arabanızı da götürmek istiyorsanız tek seçeneğiniz yavaş olan feribotlardan birini tercih etmeniz. Bunların da değişik zamanlarda kalkıp, değişik sürede kateden çeşitleri var. Ama, ne olursa olsun, adaya araba götürmenin bedeli -pazarlık gücünüze bağlı olarak- USD400.00-500.00'dan başlıyor. Hem bu bedelin yüksekliği, hem de yavaş faribotun "yavaşlığı", iki günlük bir Zanzibar macerası için arabayı götürmeyi fazlasıyla anlamsız hale getirdiğinden, hızlı feribotlardan en uygun olan bir tanesini seçip, arabasız olarak adaya geçmeyi uygun gördüm. 14 Mart Salı sabahı saat 10:30'daki hızlı feribota yetişecek şekilde otelden ayrıldım. Ayrılmadan önce, yanımda yük etmek istemediğim bilgisayarımı ve diğer bazı fazla eşyalarımı, arabanın arkadaki "güvenli" bölgesine koyup, asma kilidi de taktım. Arabayı, otelin otopark bekçisinin en rahat görebileceği, resepsiyon girişine en yakın bir yere parkedip, bekçiye de yüklü bir bahşiş verdim, iyi göz kulak olması için. Resepsiyonu da, park bekçisine göz kulak olmaları için uyardım tabii.

Hızlı feribotlar, bizim İstanbul'da şehir hatlarında çalışan deniz otobüslerinin ufak kopyaları; onlar da Avustralya yapımı. Biraz daha büyük olanları yaklaşık 1.5, küçük olanları ise yaklaşık 2 saatte katediyorlar, adaya kadar olan mesafeyi. Adada yanaştıkları iskele, Zanzibar Şehri'nin (ya da daha çok anılan adıyla Taş Şehir/Stone Town) yük iskelesi. Dizi dizi duran konteynerlerin, yüklenip boşaltılmakta olan kamyonların arasından geçerek gümrüğe varıyorsunuz. Ufak bir form doldurma ve pasaport kontrolundan sonra taksicilerin saldırısına uğruyorsunuz. Ben bu kadar turistik bir yerde, yaya olarak otel aramanın zorluğunu tahmin ettiğim için, şehre çok uzak olmayan, nispeten ucuz bir otelde önceden iki gecelik rezervasyon yaptırmış, hafızama güvenmediğim için de ismini elimin üzerine yazmıştım. Taksicilerin saldırısından, ellerimi yüzüme siper ederek kurtulup, öncü kuvvetlerden sıyrılabilen "işbilir" turistleri avlamak üzere bekleyen artçı kuvvetlerden gözüme kestirdiğim yaşlıca bir şöföre yanaştım. Zanzibar'a ikiyüzotuzsekizinci kez gelen biri edasıyla "Mtoni Marine Center'a gideceğiz" dedim. Arkasından da ekledim "Binbeşyüz Şilin!" (yani "bizim" paramızla yaklaşık USD1.20). "Olur mu abi, resmi listesi dörtbin"le başlayan pazarlığı kesin bir tavırla sonlandırdım: "Peki, başkasını bulurum". "Abi, hiç olmazsa üçbin verseydin", "İkibinden bir kuruş fazla vermem". Zorlu bir mücadelenin ardından ikibin Şilin'e ikna oldu. Bu arada diğer taksicilerin saldırısından da kendimi korumaya çalışıyorum. Ölü sezonda turistik yerde taksici olmak da güç, oraya turist olarak gitmek de...

Okyanusun balıkçıları

Şehrin biraz dışındaki Mtoni Marien Center'a geliyoruz. Yolda giderken, şöföre, beni akşam şehre götürüp getirmesi, ertesi gün adada -önceden dersimi çalışırken öğrendiğim- görülecek yerleri gezdirmesi ve sonraki günün sabahı da tekrar aldığı yere, yani feribot iskelesine bırakması için bir rakam öneriyorum. Al takke ver külah pazarlığı ile o işi de bağlıyoruz. Böylece ulaşım derdinden kurtuldum.

Buket, Zanzibar için "balayı adası" denildiğini söylemişti. Oteldeki odaya girince bunun doğru olabileceğini düşündürüyordu, içerinin dekorasyonu. O günü, otelin havuzu başında ve denize girerek geçirdim. Böylece Hint Okyanusu'nda da yüzmüş olduk. İstanbul'da kar mı yağıyor demiştiniz?

Akşam şehre, balık yemeğe indim. Zanzibar Şehri (ya da Stone Town), Bodrum'un bundan yirmibeş-otuz sene öncesini hatırlatıyor. Daracık sokaklar üzerine dizili iki katlı, kireç boyalı binaları ile, sahildeki balıkçı lokantaları ile, hediyelik eşya satıcıları ile... Tek farkı sahildeki kumsalı.

Zanzibar sahilindeki balıkçı lokantaları


Zanzibar’da güneşi batırıyoruz

Şehirde biraz dolaşıp, güneşin batışından önce sahildeki balık lokantalarından birinde, uygun bir masaya oturdum. Güneş batışı ve arkasından yediğim mürekkep balığı dolması muhteşemdi.

Yemekten sonra taksici Hüseyin'le buluşacağım yere yürürken, sahil boyunca lüks lambalarıyla aydınlatılmış iki sıralı masaların kurulduğunu fark ettim. Bu masaların üzerinde etin ve deniz ürünlerinin her çeşidi şişlere dizilmiş olarak müşterilere sergilenmekteydi. Bunlardan beğendiklerinizi hemen oracıkta ya kızartıyorlar, ya da kömür ateşinde pişiriyorlar. Doğrusu onca para verip mürekkep balığı dolması yediğime hayıflandım. Burası çok daha iştah açıcı ve renkli bir yer. Herkes de burada yiyor; yerlisinden turistine...

Zanzibar'a giderseniz, akşam yemeğinizi burada yiyin, benim gibi yapmayın

Ertesi günkü tur programı şöyle: Önce baharat turuyla başlıyoruz güne. Arkasından Jozani Ormanı'nda -bu sefer- kırmızı kolobus maymunu kovalamaca. Adanın doğu sahilindeki Paje kumsalında öğle yemeği ve ardından yunuslarla dans. Günün sonunda şehir turu ve otele dönüş.

Saat dokuzbuçukta taksici Hüseyin beni almaya geldi. Bu arada, Zanzibar'a gitmek isteyecekler için Hüseyin'in GSM numarası +255 777410511. Havaalanı ya da feribot iskelesinden karşılama, ada içerisindeki ulaşım v.s. işleriniz için önceden arayabilir ya da SMS gönderebilirsiniz. İyi derecede İngilizce biliyor ve Zanzibar'da turist gezdirme tecrübesi de iyi. Bu arada, bulutlar sıkı bir yağmurun geleceğinin habercisi.

Baharat, Zanzibar'ın önemli gelir kaynaklarından. Adanın orta bölümlerini kaplayan baharat bahçeleri, aynı zamanda turistlerin gezi planlarında da yerini almış olan mekanlardan. Genellikle bahçe sahibi aile üyelerinden birinin rehberliğinde geziliyor bahçeler. Zencefil, karanfil, vanilya, karabiber, limon otu (diye bir ot), tarçın, hindistan cevizi ve daha adını sayamadığım bir sürü baharat çeşidini, yetiştiriliş ve işlenişini öğrenmeniz, bitkilerden örnekler toplamanız mümkün. Hatta isterseniz, çiftlikteki çocuklardan biri sizin için hindistan cevizi ağacına tırmanıp "hindistan cevizi toplama" gösterisi bile yapıyor. Tabii bahşişi karşılığı...

Rehberin elinde tuttuğu sarmaşık bir vanilya.

Her ne kadar benim gibi damak zevkinden yoksun ve yemek kültüründen fazla nasibini almamış birisi için başta fazla ilgi çekici gelmediyse de, gezinin bitiminde kararımdan dolayı pek de şikayetçi değildim.

Baharat bahçeleri gezisinin son dakikalarında, sabahtan beri tepemizde gittikçe alçalan kara bulutlar yavaş yavaş damlalarını dökmeye başlamışlardı. Nitekim, arabaya binmemizden biraz sonra damlalar yağmura, hemen arkasından da tufana dönüştü. Jozani Ormanı'na vardığımızda maymunların peşinde iyi ıslanacağım belliydi artık. Neyse ki, ormanın yönetim binasında bana eşlik edecek rehber, birer şemsiye aldı da, iliklerimize kadar ıslanmaktan kurtulduk. Kırmızı kolobus maymunu bulmak, öyle şempanze ya da goril bulmak gibi değil. Zaten Jozani Ormanı denilen bölge düzlük. Zanzibar adasının kendisi düz zaten. En yüksek noktası benim gezdiğim baharat bahçesindeydi ve rehber "burası adanın en yüksek noktasıdır" dediğinde açıkçası pek aklım ermemişti. Neyse! Jozani Ormanı'na "dalıp" da birkaç yüz metre yürüyünce zaten kırmızı kolobuslar sizi karşılıyor. Zanzibar'a özgü olan kırmızı kolobus çeşidine Kirk Kırmızı Kolobusu deniliyor ve yalnızca buraya özgü bir primat. Ancak maymunlar da insanlar gibi, yağmurun altında dolaşmaktan pek memnun olmadıkları için, onları -şemsiyem olsa da- doğru dürüst görmem mümkün değil. Maymunların yerine, saklandıkları yerden sarkan onlarca kuyruk görüyorum, ağaçların arasında. Rehbere, bu şekilde devam etmenin pek anlamı olmadığını, öğleden sonra yağmur dinerse tekrar gelip maymunları görebileceğimi söylüyorum.

Ormandan ayrılıp adanın doğu kıyısındaki Paje kumsalına doğru yola çıkıyoruz. Bu yağmurda pek bir keyfi olmayacak ama... Göz alabildiğine kumsal. Terkedilmiş şemsiye ve şezlonglar, kıyıda birikmiş yosunlarla pek iç açıcı bir görüntüsü yok. Ama buranın kumu bir başka. Rengi beyaz ve çok ince, -neredeyse- sanki un gibi.

Bu da kolobusların kırmızı olanı

Yemekte balık yemeyi beklerken, restoranda tavuktan başka bir besin maddesi bulunmadığını öğreniyoruz. Bugün yatağın ters tarafından da kalkmamıştım ama... Yağmur zaman zaman ara verip yeniden başlıyor. Bugün yunuslarla birlikte olma işi de yatar. Bu amaçla tekneyle denize açılmak gerekiyor. Bu yağmurda tekneyle açılırsak -herhalde- yağmurda aldığı sudan batar. Yemekten sonra geri döneceğiz mecburen. Dönerken Jozani Ormanı'ndan geçeceğimiz için, yağmurun dindiği bir aralığa denk gelmesi için dua etmekten başka çare kalmıyor artık. Herkes yağmur duasına çıkar, ben ise dinsin diye dua edeceğim.

Deniz kenarında tavuk yiyip karnımızı doyurduktan sonra dönüş yoluna geçiyoruz. Ormana geldiğimizde yağmur hafiflemişti. Ofisin olduğu yerde rehberi alıp, maymunların bulunduğu bölgeye doğru gittik ve beklemeye başladık. Nitekim, bir süre sonra yağmur kesildi ve hedefe hücuma geçtik. Kolobuslar da yağmurda saklandıkları yerde sıkılmış olacaklar ki, onlar da sevinç çığlıkları atarak daldan dala uçuyorlardı.

Günümüz, şehir turu ile noktalanıyor. Şehirde dikkate değer tek yer Saray Müzesi. Bu bina, 1911-1964 yılları arasında Zanzibar Sultanı'nın resmi ikametgahı olarak kullanılmış. Önce Sultan Khalifa bin Haroub bin Thuwain (1911-1960), daha sonra Sultan Abdullah (1960-63) ve son olarak da Ocak 1964'te Sultanlığın sona ermesine kadar Sultan Jamshid tarafından...

Zanzibar Sultanlık Sarayından Bir Kare


Sarayın cümle kapısı ve taksici Hüseyin


Islak ve yorgun bir şekilde otele döndüm. Ertesi gün sabah saat ondaki feribotla Dar'a döneceğim. Bu yüzden, yemeğimi yedikten sonra erkenden yattım.

Sabah saat dokuzda Hüseyin otelden beni alıp feribot iskelesine bıraktı. Hava yine bulutlu. İskelede beklerken yağmur hafiften atıştırmaya başlamıştı. Feribota binene kadar şiddetini arttırmadığı için şanslıyız. Bu seferki deniz otobüsü öncekinden biraz daha büyük. Sanırım bizim İstanbul'daki iç hatlarla aynı. Bunların tek farkı, arka havuzluklarının olması ve -isterseniz- burada seyahat edebiliyor olmanız.

Bu feribotla yol 1.5 saat sürdü ve saat 11:30 gibi Dar iskelesine yanaştık. Yağmur burada da hafiften atıştırıyor ve şiddetlenmesi an meselesi. Hemen bir taksiye atlayıp, arabayı bıraktığım yere, daha önce kaldığım otelin otoparkına gittik. Yolda yine tufan başlamıştı. Kendimi taksiden resepsiyona zor attım ve yağmurun şiddetinin azalmasını bekledim. Yavaşladığında, çantalarımı yerleştirmek için dışarı çıktım. O kadar bahşişe güvenlik sorumlusu herhalde gözü gibi bakmıştır arabama. Herhangi bir problem gözükmüyor. Resepsiyondaki kıza da teşekkür edip, Dar'dan ayrılmak ve güneye, Malawi'ye gitmek üzere yola çıktım.



Denizden Dar Manzaraları

Malawi sınırına kadar yaklaşık 930km yolum var. İki gece yol üzerinde, Mikumi ve Mbeya'da yatıp, üçüncü gün Malawi'ye girmiş olacağım.

Mikumi'de yatacağım yer Genesis Hotel&Camping overlander'cıların buluşma noktası. Dar'dan doğru gelirken, Mikumi Ulusal Parkı'ndan hemen sonra. Ancak, yalnız iki arabaya rastlıyorum: Hollandalı genç bir çift (Cape Town'dan Nairobi'ye gidiyorlar) ve Güney Afrika'lı bir adam (birkaç ülke dolaşıp dönecek). Bu yol da bir ulusal parkın içinden geçiyor; Mikumi Ulusal Parkı. Hem de bu sefer Tanzanya'nın en işlek yollarından birisi. Dar'ı ülkenin güney sınırlarına bağlıyor ve asfalt. Ancak bu ulusal parktan geçerken Serengeti ya da Ngorongoro'daki gibi giriş ücreti ödemek zorunda kalmıyorsunuz. Parkın girişini ayırmışlar ve ücret burada alınıyor. Ama, asfalttan giderken de fillerle, babunlarla içiçesiniz. Leopar olduğu da söyleniyor ama, insanlarla bu kadar samimi olmak isteyeceklerini sanmıyorum.

İkinci gün Mbeya'ya doğru baobab ağaçları başlıyor. Alican'ın o kadar merak ettiği bu şişman gövdeli ağaçların da bol bol fotoğrafını çekiyorum. Aslında, baobab ağaçları en iyi kurak mevsimde fotoğraflanıyor, yapraklarını döktükten sonra. Ama, o kadar beklemem mümkün değil. Artık aşağıdakiyle idare edecesiniz.

Yaprakları varken baobabların gövdelerinin cüssesi pek belli olmuyor ama

18 Mart Cumartesi günü öğle saatlerinde Tanzanya sınırından, Malawi'ye geçmek üzere çıkıyorum.
Size, bu yazımı bitirmeden önce, son olarak tanzanitten bahsetmek istiyorum kısaca. Bu kıymetli taş, dünyada yalnızca Tanzanya'nın Arusha şehrine yakın Mererani Tepeleri ve Usangi bölgesinde çıkıyor. Bulunuş öyküsü de şöyle: 1962'de çoban Ali Juyavati, Mererani Tepelri cıvarında bir çalı yangınından sonra dolaşırken, yerde hiç görmediği mavi kristal bir taş bulur. Ali bu taşı alıp, Arusha'da bu işten anlayacağını tahmin ettiği birilerine gösterir ve taş, daha sonra bir yolla New York'un tanınmış mücevher firması Tiffany&Co.'ya ulaşır.1967'de Tiffany, bulunduğu ülkeye ithafen "tanzanit" adını verdiği bu kıymetli taşı dünya mücevher piyasasına tanıtır.

Tanzanit doğada mat olarak bulunuyor. Dikkatli bir prosesle ısıtıldığında ise, o koyu mavi parlak halini alıyor. İşte adaşımın bu taşı -parlak güzelliğini- farkedip bulmasına, o çalı yangını sebep oluyor. Dünyada varlığının duyulmasından sonra, elmasa göre çok daha az rastlanır bir taş olması nedeniyle, piyasalarda tanzanit fiyatları bir anda fırlıyor. Tanıtımının ardından geçen 30 yılın sonunda, 1997 yılında Kuzey Amerika'da safirden sonra ikinci en popüler taş haline geliyor; yakut ve zümrütü sollayarak (ya da buralarda "sağlayarak"). 1997 yılında ABD'deki tanzanit ticareti USD300 milyon olarak hesaplanmış. Ancak Tanzanya hükümeti, yaptığı bir araştırma sonucu bu ticaretin %90'ının ülkeden kaçak olarak çıktığını tespit etmiş ve bunun için önlem almaya çalışmış.

Filler yolun 5-10m yakınına kadar geliyorlar.

Tanzanit ticareti, 2001 Aralığı'nda basında çıkan bir haberle ciddi bir darbe yemiş. 1998 yılında Nairobi ve Dar es Salaam'daki Amerikan Büyükelçilikleri'ne düzenlenen bombalı saldırılara adı karışanlardan dördünün, yasadışı tanzanit ticareti ile ilgili olduklarına ilişkin bu haberden sonra Amerika'nın üç büyük mücevher satıcısı, tanzanit ticaretini boykot ettiğini açıklamış. Tanzanitin Usame bin Laden ve örgütü El-Kaide'yi finanse eden önemli bir araç olduğuna ilişkin spekülasyonlardan sonra, bu üç firmanın arasında bulunan ve tanzaniti dünyaya ilk tanıtan Tiffany&Co, bu örgütle herhangi bir ilişkisi olmadığına dair açıklama yapmak zorunda kalmış. Haberin duyulması ve spekülasyonların ardından, Ocak 2002 sonunda, son zamanlarda gramı USD300.00'a kadar çıkmış olan tanzanitin fiyatı bir anda USD100.00 seviyesine gerilemiş. Bunun üzerine Tanzanya Hükümeti, bu konuda özellikle Amerika pazarını tatmin etmak amacıyla ülkedeki tanzanit ticaretinde önemli denetim mekanizmaları oluşturmuş.

Tanzanya burada sona eriyor. Gelecek yazıda, Malawi'de buluşmak dileğiyle...