İsveç ve Filmin İkinci Yarısı 3- Göçmenler | |
Bir zamanlar, Avrupalılar “Türk kadınlarının neden şalvar giydiğini” sorarlardı. Sonraları, bir de ne görelim, şalvar tüm Avrupa’da moda oluvermesin mi? Anadolu köylerinden gurbetçi işçilerimiz aracılığıyla Avrupa gettolarına ulaşan şalvar, oradan Parisli modacıların butiklerine, sonra da bizim büyük kentlerimize geliverdi. Anadolu kadınlarında görüldüğünde dudak bükülen şalvar, “Paris üzerinden” gelince nedense pek bir sıcak karşılanıverdi bizim şık hanımlarımız tarafından da!.. Benzeri bir durum, siyah tenliler için de söz konusu olmadı mı? Bir süre öncesine dek, renklerini birazcık olsun açmak için özel kremlere, beyaz ırka birazcık olsun benzeyebilmek için kıvırcık saçlarını düzleştiren berberlere avuç dolusu para harcayan siyahlar, bir süre sonra akıllarını başlarına alıp “Black is beautiful!” (Siyah güzeldir!) sloganını kullanmaya başladılar. Bir süre sonra, bir de ne görelim! Modacılar, kıvırcık saçlı siyahi güzelleri, manken olarak podyumlara çıkarmaya başlamasınlar mı! Bu kez de beyaz tenli, düz saçlı hanımlar, kuaförlere avuç dolusu para verip, saçlarını kıvır kıvır yaptırmak için kuyruğa giriverdiler alelacele! Bu “moda” meselelerine akıl sır erdirmenin de pek mümkünatı yok gibi sanki! Bir zamanlar, Fransa Kraliçesi Marie Antoinette hamile kaldığında, tüm saray kadınları, kraliçeyi izleyip benzeri elbiseler diktirmişler terzilerine! Böylece, sırf kraliçe hamile kaldı diye “hamile elbisesi modası” sarmış ortalığı. Bir dönem de Gorbaçov modası çıkmıştı ya, Stokholm sokaklarında, politikaya uzaktan yakından ilgi duymayan gençlerin bile sırtında orak-çekiçli tişörtler, ceketlerinde de Leninli rozetler belirivermişti. Ey moda sen nelere kâdirsin!.. Bir dirhem et bin ayıp örtmüyor mu? Göçmenlerle ilgili izlenimlerini sorduğum bir İsveçli arkadaşım anlatmıştı: “Göçmenler hep toplu halde geziyorlar. Zamanları da çok her halde ki, bir kişinin yapacağı işi birkaç kişi yapıyorlar! Bir de, çok yemek yiyorlar galiba! Örneğin, biz İsveçliler, dönerli sandviçi öğle, ya da akşam yemeği diye yeriz, oysa yabancılar, yemek arası atıştırma olarak görüyorlar koca sandviçi!”. İsveçliler, bizlere nazaran, gerçekten de daha az yemek yerler! “Günde bir kahvaltı, iki yemek” yerine, “iki kahvaltı, bir yemek”le yetinirler. Kadın, erkek hemen herkes çalıştığı için öğleyin ya işyerinin lokantasında, ya da dışarıda yerler yemeklerini. Restoranlar öğle yemeklerini hayli ucuzlatmışlar! Aynı restoranda, öğleyin yediğiniz yemeği, akşam yeseniz belki iki kat fazla ödemek durumunda kalabilirsiniz! İsveçliler, akşam yemeği yerine de, genellikle kahvaltıyı tercih ediyorlar. Bizdeki gibi kapsamlı akşam yemekleri nadirdir İsveç’te! Kimi İsveçlinin akşam yemeği, biraz peynirle, bizdeki peksimeti andıran, ancak, çok daha ince olan “kıtrak ekmek”ten ibaret olabilir! Kimi İsveçliler, ekmeklerini kendileri yapar. Çünkü bizdekinin tersine, ekmek hayli pahalıdır İsveç’te! Yemek kültürleri pek gelişkin olmayan İsveçliler, ne “bir dirhem etin bin ayıp örttüğünü”, ne de “canın boğazdan geldiğini” bildiklerinden, yemekten kısarlar da kısarlar! Ben, marketlerde, “iki küçük domates, bir muz!” satın alan İsveçlilere her rastladığımda hayrete düştüğümü anımsarım ilk zamanlar! Yemekten kısıp biriktirdikleri paralarla da İsveçliler “güzellik onsa, dokuzu dondur!” diyerek ha bire yeni elbiseler alır, ya da “tebdil-i mekândaki ferahlığı keşfetmek üzere” yurtdışı seyahatlere koşuştururlar... “Ülkemize gelip, evlerimizi elimizden alıyorlar!” Kimi İsveçliler, bazı göçmenlerin bir yandan işsiz oldukları gerekçesiyle işsizlik maaşı alıp öte yandan da, örneğin bir restoranda “kara çalışarak” yani vergi ödemeksizin haksız gelir elde ederek ortalama bir İsveçlinin maaşının neredeyse iki katı kazanabilmesinden şikâyetçidir. Kimi İsveçliler de, çocuk parası bütçesinden en fazla, İsveç ortalamasının üzerinde çocuk sahibi olan yabancıların, özellikle de Türklerin yararlanmasından yakınırlar! Oysa, İşçi Sendikaları Konfederasyonu LO, yayımladığı raporlarda, “İsveçlilerin doğurganlık oranının düşüklüğünün kaygı uyandırdığını ve göçmenlerin, bu açığı kapatıp, tersine dönen piramidi normalleştirmekte önemli bir faktör olduğunu” belirtiyor. Yine aynı raporlara göre, genç bir grup olan göçmenlerin, çalışma hayatına katılma oranı, İsveçlilerinkinden daha yüksek! Ayrıca, göçmenler, büyük çoğunlukla, tozlu, pis, iş kazası riskinin yüksek olduğu alanlarda, yorucu, rutin ve kendini geliştirmenin imkânsız olduğu işlerde çalışıyor. Raporlarda, iş koşulları yanı sıra, konut açısından da göçmenlerin zor durumda bulunduğu ve göçmen evlerinin, İsveçlilerinkinden dört kat daha sıkışık olduğu belirtiliyor. Bir yabancının altında, son model bir araba görünce, “işte, bizim toplumumuzun nimetlerini istismar ederek böyle lüks yaşıyorlar!” diyerek toptancı ve kolaycı yaklaşımlarla meseleleri açıklamaya çalışan İsveçliler de çıkıyor zaman zaman! Kimi İsveçliler de, İsveçli kızlarla birlikte olan yabancı erkeklere kızar, “ülkemize gelip kızlarımızı elimizden alıyorlar!” diye köpürürler! 18 yaşını bitirmesine karşın, konut sıkıntısı nedeniyle hâlâ ailesiyle birlikte oturmak zorunda kalan bir kısım genç de, hemen ilk elde, göçmenleri suçlar ve “ülkemize gelip evlerimizde oturuyorlar, biz de açıkta kalıyoruz!” diye söylenirler! Yabancılardan şikâyet eden İsveçlilere karşı, göçmenler de savunmaya geçip ağır toplarından birini ateşleyiverirler punduna getirip! İsveç’in 2.Dünya Savaşı sırasında Hitler’e karşı direnmediği, bu yetmezmiş gibi, saldırgan Almanya’ya çelik sattığı hatırlatılır İsveçlilere. Üstüne üstlük, Alman askerlerini Norveç’e taşıyan trenlerin İsveç topraklarından geçmesine izin verilmesi İsveç’in savaştaki tarafsızlığına ciddi şekilde gölge düşürmüştür! Her ne kadar, sosyal demokratlar ve liberallerin bir bölümü, Almanya’nın yayılmacı politikasına karşı çıkmışlarsa da, kimi gazeteler savaş sonuna dek Hitler’den desteklerini esirgememişlerdir! “Nasıl yani, bir gecede mi konuyor bu evler?” Bizdeki “başlık parası” geleneğini duyup da “Türk babalar kızlarını satıyorlarmış doğru mu?” diye soran İsveçlilere de rastlanır zaman zaman. Kimisi, İsveç’te yaşayan 15-16 yaşındaki Türk kızlarının, aile baskısıyla Türkiye’ye götürülüp evlendirildiğini, ya da Türk ailelerinde çocukların dövüldüğünü duyar ve şaşkın şaşkın sorular sorar bu konularla ilgili. Kültürel farklılık jest ve mimiklerde bile ifadesini buluyor. Bizler, “Hayır” anlamında “Cık” dediğimizde, ya da başımızı yukarı kaldırdığımızda veya “Evet” anlamında aşağı indirdiğimizde İsveçlilerin soran bakışlarıyla karşılaşırız hep! Ne yapalım, biz de onların, dudaklarını öne uzatıp içlerine derin bir nefes çekmesinin “Evet” anlamına geldiğini anlayamıyorduk ilk zamanlar! Bir yerlerden “gecekondu” sözünü duyup, bunun ne demek olduğunu soran İsveçlilere de bu kavramı anlatmak hayli uzun sürüyor doğrusu! İsveççe’ye doğrudan çevirme gafletinde bulunursanız, “nasıl yani, bir gecede mi konuyor bu evler?” diye soranlar çıkıyor. İsveç’teki Türklerin, aile ziyaretlerinde, erkeklerin salonda, kadınların da erkeklerden ayrı, çocuklarla birlikte mutfakta oturmasını anlayamadıklarını söylüyor kimi İsveçli de. Kimisi de, bazı Türk ailelerin, kızlarını hastanelere getirip kızlık zarını kontrol ettirdiklerini yoksa da diktirdiklerini, ya da bazı Türk kadınlarının erkek jinekologa muayene olmak istemediklerini duyduklarında, merakla nedenini soruyor... İsveçli kız - yabancı erkek! İsveçli kızların “yabancı erkekler” hakkında neler düşündüğünü anlatan bir kitapta bakın neler yazılı: “İsveçli erkeklerden farklı olarak yabancı erkekler, üç, beş şişe bira içmeksizin kızlarla ilişki kurabiliyor, dansa kaldırabiliyorlar. Kızların, salonun bir köşesinde, tek başına kalması, katiyen söz konusu olmuyor. Yabancı erkekler, kızlara sık sık sarılıyor, yanaklarını okşuyorlar. Ama ondan hoşlandığınızı gösterirseniz, hiç kıymetiniz kalmıyor! Yabancı gençler, ne istediklerini biliyorlar, erkeksi davranışları var, daha duygulular, kızlara duydukları ilgiyi açıkça gösteriyorlar. Genç göçmen erkekler, görünüşlerine, neredeyse kızlar kadar önem veriyorlar. Uzun uzun aynada kendilerini seyrediyorlar, bunu yaparken de pek utandıkları söylenemez. Ancak, yabancı erkekler eleştiriye açık değil! İlişkiyi bitirdiğinizi söylediğinizde, deliye dönüyorlar. Her halde, gururlarına yediremiyorlar! İlişki bitince, İsveçli kızlara hemen, “orospu!” damgasını basıveriyorlar! İşin ilginci, erkeğin arkadaşları da artık selam vermez oluyor! Göçmen gençlerin söylediklerinin yarısına bile inanmak zor! Ne yaptığınızı adım adım izlemeleri rahatsızlık verici! Bir de her şeye onlar karar vermek istiyor! İsveçli kızların suskun oturup onlara tâbî olmasını istiyorlar. Türk erkeklerinin büyük çoğunluğunun Türkiye’de nişanlısı var. Bir kısmı 18-19 yaşlarında olmalarına rağmen evli. Karısı evde bekliyor, kendi ise dışarıda İsveçli kızların peşinde!” . Göçmen erkeklerin çoğunluğu ise “İsveçli kızlarla evlenilmez” diyor ve ekliyorlar, “ama arkadaş olarak çok iyiler”... “Türkiye’den önce, beni öpmüş tek erkek babamdı!” Türkiye’ye tatile gelen İsveçliler, bizde, “taşıtların neden o kadar çok korna çaldığına bir türlü akıl sır erdiremediklerini” söylüyorlar. Hele, İstanbul trafiğiyle tanışmış olanlar, bir kâbusu hatırlamışçasına başlarını iki yana sallamakla yetiniyorlar. Bazı İsveçliler de, Türkiye’de kahvelerin önünden geçerken hayatlarında hiç görmedikleri, tanımadıkları insanların kendilerine çay, kahve ikram etmek istemesi karşısında düştükleri hayreti anlatıyorlar heyecanla! Türkiye’ye gelen İsveçli bir grup, Türk çayının methini duydukları için bir kahveye girip çay ısmarlıyorlar. Az sonra, kahveci, ince belli, ufacık bardaklarla çayları getiriyor. Bunlar da afiyetle içip el kol işaretleriyle çayın çok güzel olduğunu belirtiyorlar. Garson da gülümseyip gidiyor. İsveçliler, çayın arkası gelecek diye bekliyorlar. Bekliyorlar çünkü çay bardağının minikliğini görünce “Her halde, bu minik bardak tatmak için, beğenirsek büyük bardakla getirecekler demek ki!” diye düşünüyorlar. Bekle, bekle, ne gelen var, ne giden! Sonra anlıyorlar ki çayın hepsi oymuş!.. Türkiye anılarını anlatan İsveçliler, bizim memlekette erkeklerin sokakta şapır şupur öpüşmesine nasıl hayret ettiklerini söylerler hep. Hele kasketli olanların, önce kasketlerini yana çevirip sonra da birbirlerinin yanaklarına doğru hamle yapması İsveçlilere pek ilginç geliyormuş! Gerçi, bu öpüşme olayına takılan sadece İsveçliler de değil anlaşılan. Bir zamanların ABD Büyükelçisi Hupe de “Türkiye’ye gelmeden önce beni öpmüş tek erkek babamdı, fakat, Türkiye’ye geldikten sonra herkesle öpüşmeye başladık!..” şeklinde bir demeç vermişti basına... Terk edilemeyen kimliğin sırrı! Stokholm’ün göçmen-yoğun banliyölerinden Rinkeby’nün Sağlık Merkezi’nde çocuk doktoru olarak çalışan bir İsveçli bayan, İsveç’te yaşayan vatandaşlarımızın büyük bölümünün memleketi olan Konya’nın Kulu kazasına yaptığı ziyareti şöyle anlatmıştı: - “Kulu’yu gördükten sonra, İsveç’te yaşayan Kululular’ın, kendi kimliklerini neden terk etmediklerini daha iyi anladım. Her ne kadar, maddi yaşamda, çeşitli zorluklarla karşılaşılsa da insan ilişkilerinde müthiş bir sıcaklık ve zenginlik var! Bunu gördükten sonra, İsveç’te de yaşıyor olsalar, Kululular’ın ülkelerini bir türlü unutamamalarını rahatlıkla anlayabiliyorum. Biz, bir ay süresince, Türkiye’de o denli sıcak bir ilgi ve konukseverlik gördük ki, bunun etkisiyle olsa gerek, İsveç’e döndükten sonra, arkadaşlarla öğle yemeğine çıktığımızda, param yetişmediğinde benim yerime hesabı ödeyen arkadaşıma, ‘İşte şimdi, gerçek bir Türk gibi davrandın!’ dedim. Hiç unutmuyorum, bir keresinde, kızımı Kulu’da berbere götürmüştük. Dükkânın sahibi, bizi hiç tanımamasına rağmen, çocuklara dört tane gazoz ısmarladı, şekerler, meyveler ikram etti. Saç kesmek için aldığı para da topu topu sekiz kron! Bir ilginç nokta da İsveç’e hiç gelmemiş Kululular’ın dahi Upplands Väsby, Rinkeby, Tensta gibi semtleri ezbere bilmesi. Herkesin İsveç’le ilgili anlatacak çok şeyi var, çünkü her ailenin bir bölümü İsveç’te!”. İsveç’te yaşayan Türklerin, İsveçli doktorlardan beklentilerinin neler olduğunu sorduğumda da şöyle demişti: - “Ben de aynı soruyu, Kulu’da çalışan bir Türk doktora sordum. Anladığım kadarıyla, Türk hastalarımız, İsveçli doktorların daha otoriter davranmasını ve daha düzgün kıyafetli olmasını istiyorlarmış. Rinkeby Sağlık Merkezi’nde ben, Türk hastalarıma, kendi hastalıklarının ne olabileceğini, nasıl bir tedavi düşündüklerini sorduğumda ‘doktor sensin!, sen bileceksin!’ yanıtını alıyorum. Kulu’da görüştüğüm doktorlarda, İsveç sağlık sistemi ve İsveçli doktorlar hususunda bir küçümseme hissettim! İsveç hastanelerinde iyi teknik cihazlar olduğunu söylüyorlar ama, bizim ilaçsız tedavi yöntemlerimizi pek beğenmiyorlar”... İsveçli başhekim Türk hastalarını anlatıyor Bir başka kez de Rinkeby Sağlık Merkezi’nin başhekimi bir bayan doktorla söyleşi yapmıştık. O da hayli ilginç şeyler anlatmıştı Türk hastaları konusunda: - “Sırt ağrısından şikâyetçi Türk hastalarımızın kimisi, böbreklerinin röntgeninin çekilmesinde ısrar ediyor. Sırt ağrısının nedeninin başka olduğunu söylediğimizde, bazen hayal kırıklığına uğruyor ve iyi tedavi görmediklerini düşünüyorlar! Röntgeninin çekilmesinin, tedavisine yararı olacağı düşüncesi maalesef çok yaygın! Psikolojik problemleri olan bazı hastalarımız da, fiziksel bir hastalıkları olduğunda ısrar ediyorlar. Onları, hastalıklarının temelinde psikolojik nedenler olduğuna inandırmak hayli zor oluyor!”. Göçmenler arasında “erken emeklilik ve hasta yazılmaların yaygınlığı” ile ilgili sorumuzu da şöyle yanıtladı başhekim: - “Ben, bu durumu, ‘kültür çatışması’ olarak niteliyorum. Örneğin, kadın dışarıda sekiz, on hatta on altı saat temizlik, bulaşık gibi işlerde çalıştıktan sonra, eve geldiğinde, bu kez de çocuklara bakmak, kocasıyla ilgilenmek ve ev işleri yapmakla yükümlü oluyor. Bu yüke, uzun süre dayanmak mümkün değil. Bu durumda, kimileri, uzun çalışma saatleri sonucu elde edilen yüksek kazançtan fedakârlık etmek yerine, hasta yazılmayı tercih ediyor. Her halde, en doğrusu, günde sekiz saatten fazla çalışılmaması ve ev işlerinin de karı, koca tarafından ortaklaşa yapılması. Bu şekilde, Türkler arasında sıkça görülen erken emeklilik ve hasta yazılmaların önüne geçilebilir. Bu durumda olanlar hasta değildir, sadece çok aşırı çalışmaktadır”. Türk ailelerinde kadınların dövülmesi olaylarıyla sıkça karşılaştıklarını ifade eden başhekim bu konuda şunları söylüyor: - “Kimi kadınlar, dayağı, evlilik içinde olağan karşılıyor. Sağlık merkezine başka bir hastalık için geldiklerinde, kadınların vücudunda ve özellikle de göğsünde çürük izleriyle karşılaşıyoruz. Nedenini sorduğumuzda da ‘kapıya çarptım!’, ‘düştüm!’ gibi yanıtlar alıyoruz. Bazı Türk kadınları, dayak karşısında, çaresiz kalıyor. Evliliklerinin tehlikeye gireceğini, evde huzursuzluğun artacağını düşünerek hastaneye, Sosyal Büro’ya, ya da polise başvurmuyorlar. Biz, ayda ortalama üç, dört dövülmüş kadınla karşılaşıyoruz burada. Ama bunlar, bizim, başka bir hastalığın teşhisi sırasında tesadüfen gördüklerimiz! Bu nedenle, gerçek sayılar muhtemelen bu rakamın üzerindedir. Kadınların dövülmesi olaylarına, aynı sıklıkta olmamakla birlikte, Kuzey Ülkeleri’nde de hâlâ rastlanabiliyor. Bu konuda da Finliler başı çekiyor”. Görücü usulle evlenip İsveç’e gelen Türk kadınlarında sıkça rastlanan psikolojik rahatsızlıkların nedenini soruyoruz başhekime: - “Kadınlar buraya geldikten bir süre sonra, kocaları onları evde yapayalnız bırakıp örneğin, İsveçli bir kadınla birlikte yaşamaya başlayabiliyor. Kadın da, erkeğin ailesinin baskısı altında, dilini bilmediği bir ülkede yalnızlığa itiliyor. Bütün bunlar da kalp hastalığı, baygınlık gibi sonuçlar yaratabiliyor. Ayrıca, bazı Türk erkeklerinin, hem ekonomik gelirin azalmasından, hem de kadının kendisinden daha çok şey bilmesinden çekinmesi nedeniyle, karısının kendini geliştirebileceği bir takım kurslara gitmesine izin vermemesi, ilerde sorunlara yol açabiliyor”. Son olarak, yıllardır tedavi ettiği Türk hastaları hakkındaki düşüncelerini soruyoruz başhekime: - “Türk göçmen grubu çok hoş özelliklere sahip. Fazla konuşmadan vücut hareketleriyle hastalıklarını anlatıyorlar. Örneğin, karnı ağrıyan hasta, öne doğru eğilip eliyle karnını tutuyor, başı ağrıyorsa, başını tutuyor, alnını kırıştırıyor. Türklere özgü bir şey daha var. Tedavi bittiğinde, özellikle yaşlı kadınlar beni kucaklayıp öpüyorlar. Evde yapılmış tatlılar getiriyorlar, el örgüsü oyalı mendiller armağan ediyorlar. Bütün bunlar çok duygulandırıyor beni!”... Kültürler çatışıyor! Bir keresinde, sevimli sevimli gülümseyip öğrendiği üç, beş kelime Türkçe’yi göstermek isteyen yirmi yaşlarında bir İsveçli kızla karşılaşmıştım. Anlattıklarıyla, Rinkeby, Tensta gibi göçmen-yoğun mahalleleri bir de onun gözüyle görmüş oldum. Rinkeby meydanında, Türklerin işlettiği pizzacıya girdiğinde, kendisine gösterilen muameleyi “süper servis” olarak niteliyordu İsveçli kız. Birdenbire, “sanki yurtdışına bir seyahate gitmiş gibi” hissediyormuş kendini; kapılar açılıyor, buyur ediliyor, el üstünde tutuluyormuş. Söylediklerine bakılırsa, Türk-yoğun bir mahalle olduğu için kimilerince Türkeby (Türk köyü) de denilen Rinkeby’de İsveçli kız olmak pek güzel bir şeymiş!.. Sevinci, üzüntüsü, öfkesi, nefreti hâsılı tüm duyguları, yüzünden, gözlerinden, el, kol işaretlerinden, mimiklerinden okunur göçmenlerin. Oysa İsveçli, Akdenizliler, Latin Amerikalılar gibi hararetli hararetli tartışmıyor. Hararetliden de geçtik, İsveçlilerin kendi aralarında yaptıkları sert tartışmalar bile, İsveççe anlamayan insanlara, Türkiye’de bazı hanımların düzenlediği tatlılı, börekli günlerde yapılan hanım hanımcık konuşmalar gibi gelebilir! İsveçli, genelde karşısındakiyle anlaştığı konuların altını çizmeye gayret ediyor, anlaşamadığı konulardaki fikrini de karşı tarafı incitmemeye son derece dikkat ederek belirtiyor. Tartışma sertleşmeye başlarsa, “hava bugün ne kadar güzel değil mi?” benzeri bir ara nameyle konuyu değiştirmeyi tercih ediyor İsveçli. Tabii iş, parti liderlerinin özellikle seçimler öncesi televizyonda yaptıkları siyasi tartışmalara gelince, durum biraz değişiyor. İsveçli politikacılar farklı görüşler savunmaktan çekinmiyorlar doğal olarak. Ancak, birbirlerini, kimi ülkelerin siyaset sahnesinde pek sık duyulan, “satılmış”, “vatan haini” gibi veciz sözlerle suçlamaktan kaçınıyorlar! İsveçliler, sanki Nasrettin Hoca’nın, bundan yedi asır önce söylediği “bütün insanlar aynı yöne gitseydi, dünyanın dengesi bozulurdu!” özdeyişini kanıtlamak istermişçesine, çok seslilikten ve hoşgörüden yana bir halk. Genelde, hoşgörülü ve barışçı insanların yaşadığı İsveç’te, her yıl haziran ayının ilk günlerinde Barış Festivali yapılır. Stokholm’de yapılan Barış Festivalleri’nden birinde görmüştüm; birbirlerinin bellerinden tutarak upuzun bir zincir oluşturan minicik İsveçli çocuklar bir yandan hopluyor, bir yandan da, “hop hop hop, atom silahları stop!” diye bağrışıyorlardı incecik sesleriyle! Bu şekilde, o ufacık çocuklar, atalarının nasıl “taş üstünde taş, omuz üstünde baş koymadıklarını” anlatan kahramanlık öykülerini değil, savaşın, atom silahlarının dehşetini ön plana çıkararak büyüklerini uyarıyorlardı... Not: Bu yazı, ;Murat ÖZSOY’un İsveç ve Filmin İkinci Yarısı adlı kitabından yazarının özel izni alınarak yayımlanmıştır. Murat ÖZSOY’un “İsveç ve Filmin İkinci Yarısı” dizisinin bu yazıdan bir önceki yazısı İsveç ve Filmin İkinci Yarısı 2- Cinsel Özgürlük |