Daha kargalar kahvaltısını yapmadan saat 06.10’da Lüksemburg garından kalkan Flibco otobüsüne binerek iki saatlik yolculuk sonrasında Frankfurt Hahn Havaalanı’na ulaştım. Buradan da 08.30’da kalkan Bohr Omnibus otobüsü ile Frankfurt Havalimanı’na uğradıktan sonra tam 10.05’de Frankfurt merkez tren istasyonun yan tarafında kalan Mannheimer Strasse’deki son durakta indim.
Aslında Lüksemburg’dan trene binip Koblenz’de aktarma yaparak da yaklaşık dört saatte Frankfurt’a gitmem mümkündü. Gidiş dönüş tren ücreti bir buçuk ay erken satın aldığınızda toplam 63 € tutuyordu. Takip edenler bilir, bazı şeyleri normalden daha ucuza satın aldığımda ya da yaptığımda müthiş keyif alıyorum. Hem daha az ödediğim için hem de bu tecrübeyi yazılarımda paylaşarak başkalarına aktardığım için. Bir buçuk ay önceden Flibco’dan Lüksemburg-Frankfurt Hahn Havaalanı biletini internet üzerinden gidiş-dönüş 10 €’ya aldım. Hahn’dan Frankfurt merkeze daha sık otobüs olduğu için erken almama gerek kalmayan bilet ücreti ise gidiş-dönüş 26 € tuttu. Böylece toplam 36 €’ya yolculuk masraflarını tamamlamış oldum. Meraklısına duyurulur…
Pek çok kafe, hediyelik eşya dükkanları ile süslenmiş Frankfurt tren istasyonu oldukça büyük. İstasyondaki turizm danışmadan 0,50 €’ya şehir haritasını ve işime yarayabilecek bazı broşürleri aldım. İstasyondan dışarıya çıkar çıkmaz tanıdık bir dost karşıladı beni: Ziraat Bankası. Devasa binasıyla adeta “kimse beni görmeden buradan geçemez” diyordu şehre trenle gelen misafirlere. Birkaç dakika sonra Niddastrasse, 65 numaradaki Hotel Adler’e ulaşmıştım bile.
İki yıldızlı Adler’i otel.com sitesinden yaklaşık geziden bir ay önce ayarlamıştım. Kahvaltı dahil 36 €. Frankfurt otelleri pek çok şehre göre pahallı olduğundan fiyat son derece makul. Bir şişe su ve minik bir şeker paketiyle gayet temiz, küçük bir oda. Sabahın 10.30’unda müsait olması da ayrıca güzel tabi. Tüm otelde ücretsiz kablosuz internet hizmeti var. Resepsiyon gece yarısı kapandığı için oda anahtarı ile birlikte dış kapının anahtarını da verdiler. Kahvaltı bitmiş olmasına rağmen resepsiyondaki bayan görevli bir hoş geldin kahvesi ikraml etmeyi de unutmadı…
Yaklaşık 700.000 merkez nüfusuyla Almanya’nın beşinci büyük şehri olan Frankfurt, Hessen eyaletinin en büyük şehri. Aynı zamanda Avrupa’nın en önemli finans merkezlerinden birisi olarak kabul ediliyor. Zira AB Merkez Bankası, Almanya Merkez Bankası burada bulunuyor. Main nehrinin ikiye böldüğü Frankfurt yüksek gökdelenleriyle “Avrupa’nın Manhattanı” sıfatını da taşıyor. Son olarak da ünlü Alman edebiyatçı Goethe’nin de şehri.
Otelden ayrıldıktan sonra tren istasyonu tarafına yürüyerek kaynak kitapların “Türk Caddesi” olarak adlandırdıkları Münchener Strasse’ye döndüm. Gerçektende yazıldığı kadar varmış. Nazar Market, Alim Market, Merkez Lokantası, Türk Kitapçısı, Türk Müzik Evi, Altınbaş Kuyumculuk, berberler ve daha ismi aklıma gelmeyen neler neler. Bunun yanında aralara serpiştirilmiş Afro-Amerikan market ve dükkanları da mevcut. Frankfurt tren istasyonu civarı şehrin “Kırmızı Noktalı” bölgesi olarak bilinmesine rağmen bu cadde kendini bunlardan sıyırmış. Ama yan sokaklar ve paralel diğer caddeler onlarca gece kulübü, striptiz kulübü, canlı şovlar yapan yerlerle dolu.
Yürüyüşün sonunda Willy Brandt Meydanına ulaştım. Dev logosu ile meydanın simgesi AB Merkez Bankası tüm ihtişamıyla salınırken “paranın merkezi burası kardeşim” mesajı veriyordu. Hemen karşısındaki parkta minik çadırlar içinde eski püskü eşyaların sergilendiği bir alan vardı. Yanlış anlamadıysam Rusya’da yakın tarihte yapılan seçimlerde çıkan danışıklı dövüş sonuçlar için bir protesto gösterisiydi. Meydanı seyrederken tarihi binaların arkasında gökyüzüne doğru uzanan bilmem kaç katlı gökdelenlerin aslında ne kadar büyük bir tezat oluşturduklarını düşündüm. Biz de olsa “yazık, mahvetmişiz güzelim dokuyu” diye ağır eleştirilerde bulunuruz. Gerçi çok da tarihi merkeze sokmamışlar ama zaman zaman siluet problemi yarattığı da kesin.
İki binayı birbirine birleştiren köprü-geçidin altından geçince yaprakları tamamen dökülmüş ve belirli bir düzende dikilmiş ağaçlar ve çevresinde kafelerle hoş bir görüntüsü olan Pauls Meydanına vardım. Ama meydanın esas simgesi 28 Mart 1849’da ilk Alman Ulusal Meclisi’nin toplandığı St. Paul Kilisesi (Paulskirche). Alman demokrasisinin sembolü olarak kabul edilen kilisenin inşaatına 1789 yılında başlanmış ve 40 yılda tamamlanmış. Ortasında kum taşı kırmızısı tuğlaların kullanıldığı binanın dış cephelerinde ABD’nin eski başkanlarından Kennedy dahil kiliseyi ziyaret etmiş ünlü politikacıların ve şehrin fahri hemşerisi kabul edilen şahısların duvara işlenmiş plaketleri bulunuyor.
18-22 Mart 1944 tarihleri arasındaki yoğun bombardıman sırasında nerdeyse tamamen yıkılan kilise Frankfurtluların yoğun ve istekli çabalarıyla Mayıs 1948’de tamamen aslına uygun olarak yenilenmiş. Bugün için dini törenlerin yapılmadığı kilisede bazı özel törenler düzenleniyormuş. İçeriye girince soldan sağa 12 farklı bölümde kilisenin ve doğal olarak da Alman demokrasisinin tarihi ve süreçleri hakkında resimli bilgilerin olduğu bir sergi var. Bombardımandan sonraki siyah beyaz fotoğrafa bakınca gerçekten ortada kilise falan kalmadığı net bir şekilde görülüyor. Üst kata çıktığınızda kiliseden çok bir konferans salonuna girmiş gibi oluyorsunuz. Sol başta Almanya bayrağı olmak üzere sırayla tüm eyaletlerin bayrakları sıralanmış. En sağ başta da Frankfurt yer alıyor. Kilise ile bilgileri orada part-time görev yapan üniversite talebesi genç bir arkadaştan aldığımı da belirtmeliyim.
Kilisenin hemen yanında yer alan tepesindeki mitolojik kadın figürü ile Birleşme Anıtı (Memorial of Unity) 1903 yılına tarihleniyor. Kilisenin arka tarafında duvara bitişik olarak Nazi Terör Kurbanları Anıtı var. 1964 yılında konulan anıtın tabanında Yahudi kamplarının isimleri yer alıyor. Ayrıca çelengi de hiç eksik olmuyormuş.
Biraz ilerlediğimde Frankfurt’un belki de en güzel ve en turistik yeri olan Römerberg’e ulaştım. Ortaçağ’dan beri şehrin idari merkezi olarak önem kazanan meydan aynı zamanda pek çok festivale ve eğlenceye de ev sahipliği yapıyormuş. Meydanın bir tarafında “Römer” yani Romalılar olarak adlandırılan şirin, basamaklı çatılıları ile üç binadan oluşan belediye binası bulunuyor. Birbirine bitişik binalardan ortada olanı asıl idari bina. Bugün de belediye başkanının çalışma ofisi burada yer alıyormuş. Seçildikleri dönemde imparatorların ziyafet şölenleri de burada yapılıyormuş. İlk katında tüm imparatorların yağlı boya tablolarının bulunduğu İmparatorluk Salonu varmış ama ziyarete kapalı olduğu için gezmek nasip olmadı.
Römer’in tam karşı tarafında ise birbirine bitişik olarak ortaçağ mimarisinde inşa edilmiş altı farklı renkli ev bulunuyor. Çok güzel görünüyor. Tıpkı Brugge’deki Markt Meydanında sıra sıra dizilmiş olan renkli evlere benziyor. Ama bu evlerin tamamı ikinci dünya savaşında büyük hasar görmüş ve sonradan aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiş. Altlarında kafe ve hediyelik eşya dükkanlarının bulunduğu bu ahşap çerçeveli şirin evlerin adları da ilginç: “Siyah Yıldız”, “Büyük Melek”, Altın Zümrüdanka”…
Meydanın tam ortasında ise Adalet Çeşmesi (Gerechtigkeitsbrunnen) var. Bir elinde terazi bir elinde kılıç bulunan heykelden 1612 yılında Mathias’ın taç giyme töreni sırasında şarap aktığı söyleniyormuş. Main Nehri yönünde ise Eski Nikolas Kilisesi yer alıyor. Frankfurt’un ortaçağdan kalan tek Protestan kilisesi olan Nikolas, sonuncusu 18. yüzyıl olmak üzere üç farklı dönemde inşa edilmiş. St. Paul Kilisesinin dini vasfını yitirmesinden sonra 1949 yılından beri de ana kilise konumuna yükselmiş. İçerisi, bugüne kadar gezdiğim pek çok Protestan kilisesinde olduğu gibi son derece sade.
Bir süre hediyelik eşya dükkanlarını gezdikten sonra belediye binasının basamaklarına oturdum ve meydanı seyrettim. Yavaş yavaş kalabalığın artışını izlerken Avrupa’nın pek çok şehrinde tarihi bölgelerde bu tarz mimari yapıların olduğunu, her ne kadar birbirine benzediği için zaman zaman eleştirsem de neden bizde bu tarz sokak ya da meydanların bulunmadığını düşündüm. Tarihimiz hiç de bunlardan geri kalmaz hatta çok daha görkemli ama birkaç istisna dışında maalesef rant uğruna nasıl bu tarihi feda ettiğimizi, en güzel yerlerimizi çok katlı apartmanlarla donatarak mahvettiğimizi düşündüm. İzmir’i düşündüm, artık kordon boyu yok sayılır. İki üç yalı ve sonradan aklımız başımıza gelip de restore ettiğimiz birkaç tarihi bina dışında misafirimi gezdirebileceğim bir yer yok. Yazık…
Main Nehrine doğru yürüyüşüm beni Demirköprü’ye (Eiserner Steg) çıkardı. Köprünün üzerinden Main Nehri tüm ihtişamıyla altımdan geçiyordu. Genişliği çok fazla değil. Köprünün korkuluklarında yine aşk kilitleri asılmış. Gerçi Köln’de gördüklerim kadar yoğun değil ama yine de aşıklar burada da boş durmamışlar anlaşılan. Bu arada havanın çok soğuk olduğunu da söylemeden geçemem. Güneşli, açık bir hava var ama öğlen saatinde yaklaşık sıfırın altında 5-6 derece. Nehirde yer yer buz tutmuş parçalara konan martılar da ilginç bir manzara oluşturuyorlar.
Köprüden bakınca Römerberg tarafında köşede bulunan kule ise 1456 yılında inşa edilmiş olan Gümrük Kulesi (Rententurm). Vakti zamanında vergileri toplayan liman memurları burada çalışıyorlarmış. Bugün için sadece dışarıdan seyredebiliyoruz.
Tekrar Römerberg’e dönüp ara yoldan Katedral’e çıktım. Kökenleri 9. yüzyıla dayansa da bugünkü haline 14. yüzyılda kavuşan katedralin 95 metrelik kulesi ise 1860’larda yapılmış. 16. ve 17. yüzyıllarda toplam on imparatorun taç giyme törenlerinin yapıldığı katedral büyük şans eseri 1944 yılındaki bombalardan fazla yara almadan kurtulabilmiş. Bir katedrale göre oldukça mütevazi diyebileceğim iç bölümde hemen girişte bir Hz. İsa heykeli var. Gotik altar ve freskler göz alıcı. Özellikle sol tarafta bulunan yağlı boya tablolar son derece estetik. Tesadüfen orgla yapılan dini müzik dinletisine denk geldim. Dışarısı da buz gibi olduğu için bir miktar oturup dinledim. Her yerde olduğu gibi burada da Hazineler bölümü var (2 €) ama ben de her seferinde yaptığım gibi pas geçiyorum. Kış dönemi olduğu için kuleye çıkılmıyormuş.
Katedralin yan tarafındaki minik şapelde (Wahlkapelle) yedi elektör, imparator seçimlerini yapıyorlarmış. Karşı tarafta ise Arkeoloji Bahçesi var. Eski Roma yerleşimine ve Karolinyan kraliyet sarayına ait kalıntılara ev sahipliği yapan bahçede daha yapılacak çok iş var bence. Katedralin arka tarafında ise Frankfurt’un en eski tekstil mağazası olarak kabul edilen Kumaş Evi (Lein Wandhaus) bulunuyor. 1399 yılından kalma yapı 19. yüzyıla kadar işlev görmüş. Bugün ise Karikatür Müzesi ve sanat galerisi olarak kullanılıyor. Dört köşesindeki minik kuleleri oldukça hoş görünüyor.
Katedral ve çevresindeki gezimi tamamladıktan sonra Main Nehrinin öbür tarafındaki barlar-restoranlar bölgesi olarak gösterilen Sachsenhausen’e gitmek için Alte Köprüsünden karşıya geçtim. Minik ve renkli yapısıyla barları buldum bulmasına ama neredeyse tamamen kapalı. Açık olan yerler ise soğuk havadan dolayı kapalı gibi içlerine kapanmış olduğundan pek bir şey göremedim açıkçası. Ama yaz döneminde dışarıya atılan masalarla buralarda dolaşmanın ve bir şeyler içerek keyfini çıkarmanın çok eğlenceli olacağı da kesin.
Geldiğim köprüden karşıya geçip Frankfurt’un hatta belki de Almanya’nın en meşhur alışveriş caddelerinden birisi olarak gösterilen Zeil’e ulaştım. Hemen caddenin başlangıcındaki meydanda bir tür açık pazar ve şarap salonları kurulmuştu. Güzel kokulara dayanamayıp bir hamburgeri mideye indirdim (2,50 €). Cadde hepsinde olduğu gibi klasik bir alışveriş caddesi. Sağlı sollu bolca mağaza ve birkaç alışveriş merkezi. Kafeleri de unutmayalım tabi. Farklı olan ise benim bunların neredeyse tamamını ziyaret etmem. Hava soğuk olunca tabi kapalı mekanlar favorisi oluyor insanın. Arzu bu halimi görse ağzı açık beni seyrederdi herhalde. Çünkü birlikte çıktığımız gezilerde en büyük sıkıntı O’nun mağaza gezmek istemesi benimse şiddetle karşı çıkmam. Kulakları çınlasın…
Ara sokaklara dalınca karşıma bu kez Katolik kilisesi olan Liebfraun (Our Lady Church) çıktı. 1318’de Meryem’e adanan bir şapel olarak inşa edilen yapıya daha sonra gotik üslupla eklemeler yapılarak büyütülmüş. Savaştan sonra da yenilenmiş. Diğerlerine göre daha gösterişli. Heykel ve freskler bolca sağa sola serpiştirilmiş. Daha da önemlisi içerisi çok sıcak :)
Tekrar meydana çıktıktan sonra 1681 yılına tarihlenen St. Katherinen Kilisesini gezdim. Bir Protestan kilisesi. Son derece sade. Ünlü Alman yazar Goethe burada vaftiz edilmiş. Gezintim beni Borsa Binasının olduğu yere çıkardı. Hemen ön tarafta bir öküz ile bir ayının kocaman heykelleri var. 1985 yılında dikilen bronz heykeller borsanın iniş ve çıkışlarını simgeliyormuş. Fotoğrafını çektirmekten de geri kalmadım tabi.
Eschenheimer Kulesi…Geçmiş dönemdeki 42 gözetleme kulesinden birisi olan yapı 15. yüzyılda inşa edilmiş. Almanya’daki en yüksek kule olduğunu yazıyor notlarımda. Sadece dışarıdan görüyorsunuz, çıkış ya da ziyaret yok. Altında oldukça pahalı bir restoran-kafe var. Tam karşısındaki köşede ise favori mekanlarımdan birisi olan Subway. Yani kahve zamanı (1,20 €).
Borsa binasının diğer tarafındaki Börsenstrasse’den geriye dönerek önce Rathenau sonra da Goethe Meydanını gezdim. Meydanın ortasında Goethe’nin heykeli var. Dikdörtgen şeklindeki meydan oldukça ferah ve güzel. Devamındaki yuvarlak bölümün ortasında ise, yan taraflarında öküz-fil-aslan ve eşek kafalarının yer aldığı bir heykel daha var. heykel. Üstünde de insan figürleri bulunuyor.
Saat 16.00’ya geliyordu ve güneş etkisini yitirmeye devam ettikçe hava daha da soğuyordu. Fressgasse olarak bilinen trafiğe kapalı yoldan devam ettim. Sağlı sollu restoranlar ve kafelerin bulunduğu caddenin sonunda meşhur Alte Oper karşıma çıktı. 1800’lerin sonunda inşa edilmiş olan Eski Opera Binası savaştan nasibini aldıktan sonra 1970’lerde restore edilmiş. Ön cephesinde Goethe ve Mozart’ın heykelleri yer alıyor. Son derece göz alıcı ve gösterişli ayrıca, beyaz ve temiz bir ön cephesi var. Sonuçta kökleri eski olsa da epi topu 30 yıllık bir geçmişi var. Yine de çok güzel.
Yavaş yavaş yorulan ayaklarım beni merkez tren istasyonuna doğru götürdü. Buradaki yürüyüşüm büyük oranda gökdelenlerin çevrelediği alanda oldu. Kaç metre olduğunu bilemediğim ama farklı renk ve boyutlarda pek çok yüksek bina. Neredeyse tamamı bankacılık sektörü ile ilgili. “Avrupa’nın Manhattan”ı tanımlaması Frankfurt için doğru bir yakıştırma olmuş.
Tren istasyonu tarafında bu sefer girmediğim sokaklara daldım. Bu dalış bana bölgenin gerçekten de “Kırmızı Noktalı” unvanını ne kadar hak ettiğini gösterdi. Neredeyse her iki adımda bir kabare, striptiz kulüpler, erotik mağazalar vs.vs…. Fazla detaya girmeye gerek yok…
Yeniden Münchener Strasse’ye çıktım. Önce 10 €’ya saçlarımı kestirdim ve berberdekilerle uzun uzun sohbet ettim. Oradan çıktıktan sonra Bayram Restoran’a daldım ve döner + ayrandan oluşan kombinasyonla (6,20 €) akşam yemeğimi yedim. Hemen biraz ilerideki İrfan Kafe’de Galatasaray-Gençlerbirliği maçını da izledikten sonra bir süre amaçsızca sokaklarda dolaştım. Saat 21.00’e geldiğinde istasyonun karşısındaki köşede bulunan O’reilly’s Kafeye girdim ve bir bira içtim (2,90 €). Cumartesi akşamı olduğu için iğne atsan yere düşmeyecek gibiydi. Mekandan çıktıktan sonra sokaklarda biraz dolaşıp otele döndüm… ------------------------------------------------------- Frankfurt’ta ikinci günümde hiç de fena olmayan bir açık büfe kahvaltıyla başladım. Merkez tren istasyonundaki turizm danışmaya geldiğimde saat tam 10.00’u gösteriyordu. Niyetim iki gün geçerli olan ve Frankfurt’taki tüm müzelere ücretsiz girme imkanı tanıyan müze kart (Museumsuferticket) satın almaktı. Zira hava dünden de soğuk olacak ve bu soğukta artık mümkün olduğu kadar kapalı mekanda olmak lazım. Görevli bayana 15 € ödeyerek kartımı aldım, üzerine adımı ve soyadımı yazdıktan sonra bir de kaşe bastı. Kartla 35’e yakın müzeye girebiliyorsunuz ama benim kafamda sadece 5-6 tanesini gezmek var.
İstasyondan çıkar çıkmaz hemen önündeki tramvay durağına gelerek otomatik bilet makinelerinin önüne geldim. İki tür makine vardı: Eski ve yeni. Yenisinden bilet alacağım ama para atılacak yeri bir türlü bulamıyorum. Tam delirmek üzereydim ki gençten birisi yanaştı ve “Sadece kredi kartıyla ya da banka kartıyla alabilirsiniz” dedi. Aksi takdirde yandaki eski makineyi kullanacakmışız. Teknoloji gelişti ama kartları eski makineye monte etmek yerine yenisini yapmışlar. Yalnız yeni makinelere her yerde ulaşmak mümkün değil, sadece büyük ve önemli duraklarda bulabiliyorsunuz.
Altı farklı dil seçeneğinden birisi Türkçe. Günlük kartın rengi sarı buton. Ona basınca 6,20 €’luk bilet aktif oluyor. Bu bilet “Z 50” ve tüm Frankfurt toplu ulaşımında geçerli. Eğer havaalanı dahil olanı isterseniz bu sefer 8 € ödüyorsunuz. Tek binişlik bir biletin 2,50 € olduğunu düşünürseniz günlük bilet almak son derece mantıklı bir seçenek. Hele bir de 3-5 kişiyseniz bilet fiyatı toplam 13,50 € oluyor ki tek gezen birisi olarak buna ne kadar bozulduğumu bilenler biliyor.
16 no’lu tramvayla Ginnheim yönüne giden tramvaya binerek Bockenheimer Warte durağında indim. Günün ilk programı Senckenberg Doğal Tarih Müzesi (Senckenberg Naturmuseum). Müzeye doğru yaklaştıkça caddenin ortasındaki ağaçlık bölgede kocaman bir dinozor figürü karşıma çıktı. Bu arada aslında metro ile gelmek (U4) çok daha kolaymış. Zira metro çıkış kapılarından birisi hemen müzenin oraya açılıyor.
Müzeye çoluk-çocuk pek çok insan doluşmuş. Normal giriş ücreti 6 € ama kartla para vermedim tabi. Avrupa’nın en büyük doğa bilimi müzelerinden birisi olan Senckenberg, 6000 metre kareden daha büyük bir alanda kurulmuş ve 5000 den fazla eser sergileniyor. Müze oldukça değişik. Benim için bu tarz bir müze seyahati ilk oluyor. Zemin katta dinozorlar ve dev bir mamut heykeli bulunuyor. Oldukça hoşuma gitti. Bunun yanında dev anakonda yılanının bulunduğu bölüm de ayrıca ilginç geldi. Bitkilerden, balıklara, memelilerden fosillere ne ararsanız bulabileceğiniz müzede çok keyifli bir 45 dakika geçirdim. Yalnız Almanya müzelerindeki klasik adet burada da geçerliydi: Almanca’dan başka açıklama olmaması…
U4 metrosuyla Willy Brandt Meydanına geldim. Meydan, AB Merkez Bankasının bulunduğu yer. Kocaman “€” logosuyla gözden kaçırmanız imkansız zaten. Bir gün önceki gibi merkeze doğru yürüyünce yaklaşık 100 metre sonra sağda kalan Karmelite Manastırına geldim. Manastırın tam adı “Frankfurt Tarih Enstitüsü: Karmelite Manastırı”. İçeriye girdiğimde kartımı görevliye uzattım ama asker kaçkını kılıklı adam bilete baktı ve “Siz nereyi gezmeye geldiniz?” dedi. Ben de elimdeki broşürden gösterdim. Biraz karışıklık oldu ama görevli şu anda Mısır Cenazeleri ve Mumyalama sergisinin olduğunu söyledi. Mısır tarihine meraklı birisi olarak bu fırsatı kaçırmadım tabi. Almanca’nın yanında bu sefer İngilizce açıklamalar da mevcut. Fotoğraf çekmek yasak ve her köşede görevli olduğu için yasağı delmek mümkün olmadı.
Sergi son derece ilginç. Mısır’da ölümün anlamı, maneviyatı, cenaze merasimleri, mumyalamanın nasıl yapıldığı, örnek mumyalar (örnek bebek mumyasını görünce içim cız etti doğrusu), mumyalandıktan sonra cesetle birlikte konulan eşyalardan örnekler vardı. Bu arada görevliye karışıklığı sorunca son derece düzgün İngilizcesiyle açıkladı: Efendim, benim gezdiğim sergi aslında Manastırın değil hemen arkasında bulunan Arkeoloji Müzesi’nin düzenlediği bir organizasyonmuş. Arka kapıdan bahçe bölümüne çıkıp Arkeoloji Müzesi’ne girebilirmişim.
Keyifle gezdiğim Mısır sergisini tamamladıktan sonra bahçe bölümüne geçtim. Duvarlarda 16. yüzyılda yapılan resimler var. Tamamı dini içerikli ama tek kelime İngilizce yok maalesef. Arkeoloji Müzesi’nin giriş ücreti normalde 8 €. 1989 yılından bu yana şimdiki yerinde bulunan Müze bol bol taşlar, tarihi objeler, antik vazolar, metal eşyalar, çiftçilerin yaşamlarından örneklerden oluşuyor. Eminim birkaç cümle de İngilizce olsaydı çok daha güzel olurdu. En azından içerisi sıcacık. Dışarısının neredeyse -10 derece olduğunu düşünürseniz son derece anlamlı.
Artık istikamet ünlü Alman yazar ve şair Goethe’nin Evi ve müzesi. Grosser Hirschgraben 23-25 adresinde bulunan eve ulaşmam yürüyerek beş dakika sürdü. 28 Ağustos 1749’da doğan Goethe’nin çocukluğu ve gençliği bu evde geçmiş. Hatta ünlü “Faust” romanının bir kaç sayfasını da burada yazmış. Ekonomik durumu oldukça iyi olan ailenin yaşadığı ev zemin dahil toplam dört katlı. Eşyaların bazıları orijinal bazıları ise aslının kopyası.
Evin en ilginç objesi astronomik saat. Saati göstermesinin yanında hem takvim hem de ay ve güneşin durumunu gösteriyor. Halen de tıkır tıkır çalışıyor. Bunun dışında tiyatro odasında bulunan kalın kartondan sahnede çocuklar için oyunlar sergileniyormuş. Evin duvarlarında bol bol fotoğraf mevcut. Evin bir odasında bulunan hem tavla hem satranç masası da son derece estetik ve güzel görünüyor. Evin en orijinal yerlerinden birisi olan mutfağında bir ahçı, iki de hizmetçi çalışıyormuş. Kütüphanede çokça kitap mevcut, ayrıca dönemin ressamlarının orijinal eserlerinin sergilendiği oda da çok estetik. Her katın girişinde dört dilde hazırladıkları karton açıklama notlarından alıyorsunuz ve burada yazılı bilgilerden ev hakkında daha detaylı bilgi alabiliyorsunuz.
Evin hemen yan tarafındaki Müzede 14 ayrı odada Goethe dönemindeki ressam ve sanatçıların eserleri sergileniyor. Bu sanatçılardan bazıları Goethe ile de bizzat tanışmış. Normal giriş ücreti 5 €.
Buralara kadar gelmişken dün uzunca vakit geçirdiğim Römerberg’e uğramadan olmazdı elbette. Meydan tıpkı bir gün önce bıraktığım gibi güzel ve kalabalık. Oradaki kafede Frankfurt’un ünlü elma şarabından tattım (0,25 cl. 1,60 €). Elma şarabının orijinal adı Apfelwein. %5.5 ile %7 oranında alkol içeren bu şarabın tadı biraz ekşimtrak. Beğendim. Oradan çıkıp biraz aşağıdaki hediyelik eşya dükkanından 2,90 €’ya magnet aldım. Şehrin en ucuz magnetleri ilginçtir şehrin en popüler yerinde satılıyor.
Elimdeki müze kartını inceleyince Katedralin “Hazineler” bölümünün de gezilebileceğini gördüm. Oraya doğru giderken hemen köşede yer alan dört küçük kuleli şirin bina olan Karikatür Müzesi’ne girdim. Üç katlı müzede duvarlar ve camekanlı bölümler karikatür dolu. Bir de video gösterisi var. Yazısız olanlar neyse de diğerlerinin tamamı Almanca olduğu için yine anlamı yok. Buraya 5 € verip girmek eğer özel bir ilginiz yoksa müsriflik bana göre.
Müzeden çıktığımda saat 13.00 olmuştu bile. Normal giriş ücreti 3 € olan Katedralin ana girişinde sol tarafta yer alan “Hazineler” bölümünde katedralin adandığı Aziz Bartholomeo’nun emanetleri, giysiler ve bizzat Azizin bir heykeli bulunuyor. Tam ortasında yer alan camekanın içinde ise haçlı kristalden bir kutu var. Sizin anlayacağınız buranın pek bir özelliği yok.
Hava ne kadar soğuk olsa da sabahtan beri içim dışım müze olmuştu. Yine de programımdaki son müzeler olan Yahudi müzelerini de gezmek istiyordum. Bunlardan ilki Börneplatz’da bulunan Judengasse Museum. Kapıdan girerken sanki havaalanına giriyormuşuz gibi kontrolden geçirdiler. Normal giriş ücreti 2 €. Başlangıçta Frankfurt’ta yaşayan Yahudilerin tarihsel geçmişleriyle ilgili resimli bir sergi var. 13. yüzyıldan itibaren Frankfurtlu Yahudilerin hikayesi anlatılıyor. Aslında Müzenin bulunduğu bölge 2. Dünya Savaşına kadar Yahudilerin Frankfurt’taki ikamet yerleri imiş. Zaten Judengasse’nin anlamı da “Yahudi Sokağı”. 1711 yılında önemli bir yangın geçirmiş. Tamamen hristiyanlardan izole bir dünyayı anlatıyor. Merdivenle inilen alt bölgede ise beş ev, iki hamam ve bir kanalla ilgili arkeolojik görüntülerle baş başa kalıyorsunuz. Karşı bölümdeki panolarda ise Yahudi gettosunun günlük yaşamının nasıl yürüdüğüne dair anlatımlar bulunuyor: Festivalleri, ev hayatı, meslekler, ölümler, cenazeler vb. Son bölümde ise 2. Dünya Savaşı öncesi Nazilerin iktidara gelmesinden 2000’li yıllara kadar bilgiler veriliyor. Elbette, son derece kibar bir üslupla anlatılmış. Ne de olsa Almanya’dasınız, olacak o kadar. Biz de olsa bu kadarını bile bulamazsınız.
Müzenin yan tarafındaki binada araştırma merkezi bulunuyor. Hemen arka tarafta ise duvarla çevrili bölge ise eski Yahudi mezarlığı var. Eski mezar taşları yerinde duruyor ama bugün için kullanılmıyor ve ziyarete kapalı.
Müzeden çıktıktan sonra 12 no’lu tramvaya atlayarak yeniden Willy Brandt durağında indim. Bu arada dün gördüğüm meydandaki eski çadırlar galiba Rusya’da demokratik olmayan seçimlerle ilgili bir protesto için buradalar. En azından etraflarındaki tabelalarda öyle yazıyordu. Çeşme anıtın yanından Main Nehrine doğru yürüdüm ve nehir kenarındaki beyaz binada yer alan Yahudi Müzesine (Judisches Museum) geldim.
Önceki gibi kontrollerden geçtikten sonra içeriye girdim. Normal ücret 4 €, eğer diğer müzeyle kombine kart alırsanız 5 €. İki katlı müzenin ilk katında daha önce gezdiğim Judengasse’nin ahşaptan büyük bir maketi var. Detaylar atlanmamış, hoş görünüyor. Eski Tevratlar, dini yayınlar, figürler, diğer müzedeki gibi kısaca Frankfurt Yahudilerinin hayatını anlatan panolar var. Yalnız diğerinden farkı bunlar sadece Almanca. Tek şansınız kapıda alacağınız İngilizce kağıtlardan okumak. O da size sıra gelirse tabi…
Üst katta Frankfurtlu ünlü Yahudilerin tanıtıldığı bölümler var. Burada bana en ilginç gelen 1850 ve sonrası Yahudileri anlatan bölüm. Yine panolarda resimler, hikayeler, 1933’te Nasyonel Sosyalistlerle birlikte yaşanmaya başlanan olaylar. Müze, klasik tarzdaki Rothschild Sarayına konumlanmış. Aynı zamanda 19. Yüzyılda üst sınıf bir Yahudi ailesinin yaşadığı yer hakkında da bilgi sahibi olabiliyorsunuz.
Her ne kadar soğuk havadan korunmuş ve keyifli zaman geçirmiş olsam da artık neredeyse müze kusmaya başlayacağımı düşünüyordum. Willy Brandt durağından 11 no’lu tramvayla merkez tren istasyonuna geldim. Bundan sonraki iki saat içinde herhangi bir tramvaya binerek alakasız yerlere gitmeye karar vermiştim. 16 no’lu tramvayın Offenbach istikametine binerek nehrin öbür tarafına geçtim. Güney Tren İstasyonu durağında inerek 14 nolu tramvaya bindim. Sonra 12 no’lu tramvay derken iki saatten fazla zaman geçmiş. Broşürdeki metro ve tramvay güzergahları oldukça güzel hazırlanmış ve kullanımı oldukça kolay.
Saat 17.00 olmuştu. Otelden çantamı alarak Münchenner Strasse’deki Nefis Döner’de karnımı doyurdum (3,80 + 1,70) Daha sonra favori mekanlarımdan birisi olan Bech Warke’den peynirli panini paketlettirip yolluk olarak çantama attım (3,00). Biraz daha dolaştıktan sonra 19.30’da kalkacak otobüsüme geldim. Önce Hahn Havalimanı sonra da Lüksemburg Flibco otobüsüyle Lüksemburg’a yolculuğum…
Seyahatle kalın…
|