Denizi Mezopotamya Olan Şehir: Mardin | |
Mardin’i görene kadar denizi olmayan şehirlerin hep kısır olduğunu düşünürdüm. İnsanın sıkıldığında uzaklara bakıp iç geçireceği bir denizin yerini hiçbir yer tutamazdı. Denizin alternatifi olabilecek başka bir şey de bilmiyordum. Bir kara parçasında ufuk çizgisi olabileceğini hele hiç düşünmemiştim. Ama Mardin’i görünce bu fikrim değişti. Uçsuz bucaksız Mezopotamya Ovası adeta bir deniz gibi uzanıyordu şehrin ayaklarının altında. Dal git manzaraya unut her şeyi! 23 Nisan’ın pazartesine geldiğini fark ettiğimde, fırsat bu fırsat deyip ne zamandır gitmek istediğim Mardin’e aylar öncesinden uçak bileti aldım. 20 Nisan Cuma sabahı saat 9.30 uçağıyla Mardin’e gittim. 11.30 gibi Mardin’de oldum. Konaklama için tercihim Grand Yay Oteli oldu. Aslında biraz zoraki bir tercih oldu. Çünkü kalmak istediğim butik oteller hep doluydu. Sonuçta Mardin’e gelmişken Eski Mardin tarafındaki tarihi taş evlerde kalmak daha güzel olurdu. Ama dediğim gibi insanlar çok önceden rezervasyon yaptırdığından, yer kalmamıştı ve mecburen 4 yıldızlı, Yeni Mardin tarafındaki bu otelde konaklamak zorunda kaldım. (Bu arada 2 kişilik oda fiyatı 110 TL.) Temiz, güzel bir oteldi. Dolmuşla ulaşım da kolaydı. Konaklama kısmını özetledikten sonra, Mardin gezime geçeyim. Cuma günü otele eşyalarımı bırakır bırakmaz kendimi Mardin sokaklarını keşfetmek üzere dışarı attım. Otelin önünden kalkan dolmuşlara binip Eski Mardin tarafına gittim. Eski Mardin’de beni taş evler, dar sokaklar, peynirciler, at arabaları, yük taşıyan eşekler, gümüşçüler, 2 tank, askerler, polisler, (cumartesi günü milletvekilleri toplantısı olacağından her yer asker ve polis kaynıyordu) yerli yabancı turistler, seyyar satıcılar karşıladı. Bu karşılaştığım karmaşık tablo karşısında ben de biraz buruldum. Üstüne bir de yakıcı güneş, yol yorgunu olmanın ve biraz da acıkmış olmanın verdiği huzursuzlukla içten içe kendime sitem etmeye başladım: “Kızım ne işin vardı da geldin buraya.” Söylene söylene dolanırken Yusuf Usta kebapçısını gördüm. Güzel bir bahçesi olan, gölge içinde sevimli bir lokanta. Hemen girdim içeri ve bir Mardin kebabı ısmarladım kendime. Yemeğimi yiyip, üzerine bir de serin rüzgârı yiyince kendime geldim ve Mardin’in güzelliklerini görmeye başladım. Çarşıda şöyle bir gezindim. Eski Mardin’de ilk dikkatimi çeken, tavsiye edebileceğim şeyler şunlar: -Yusuf Usta’da kebap yiyin. -Hasan Usta ve Oğulları Bakır İşleri Dükkanına uğrayın. Çok orijinal ve çok güzel el işi ürünler vardı. Özellikle cam çizimi olan şahmeran resimlerine bayıldım. Ben bir tane aldım kendime. Nazara iyi geliyormuş bu şahmeranlar. Hasan Usta’nın yalancısıyım… -Ev yapımı Süryani şaraplarını satan dükkanlara bakmadan geçmek olmaz. Mezopotamya ve Aram diye iki dükkân dikkatimi çekti. Fiyatlar 20 TL’den başlıyor, 40’a kadar vardı. Ben Aram’dan 20 TL.lik olanlarından hediyelik aldım. Oldukça yumuşak içimliydi. -Gümüş ve telkari satan dükkanlar da Mardin’in vazgeçilmezlerinden tabi ki. Şöyle bir bakındım ama fiyatlar çok da makul değildi. Gümüş satın alma isteğimi ertesi gün yapacağım Midyat gezisine sakladım. -Mardin’in çerezcileri de çok meşhur. Badem şekeri, leblebi almadan gelmeyin. -Geleneksel desenlerdeki renkli renkli, çiçekli fularlar, şallar da çok güzeldi. Gittiğim yerlerden oranın geleneksel desenlerini yansıtan fular, şal almayı seven biri olarak hemen kaptım birkaç tane. Fiyatları da gayet iyi. Küçük olanlar 5 TL civarı, büyükler 10-20 TL arasında değişiyor. -Uçsuz bucaksız Mezopotamya manzarasına hakim olan Atilla yada Mezopotamya çay bahçelerinden birinde oturup, bir çay içmeden de Mardin’den dönülmez. -Hazır orda çayınızı içmişken de çıkışta hemen oranın yanındaki Artuk Üniversitesi Mimarlık Fakültesinin içine de girin derim. Çünkü fakülte binası tarihi bir Mardin yapısı. Ve böyle bir binanın mimarlık fakültesi olarak kullanılması bu bölüme çok yakışmış. Binanın içi de çok güzel olmuştu. Kendimi bir masalda hissettim sanki. İlk gün için Eski Mardin izlenimlerim bunlar oldu. (Daha ayrıntılı izlenimlerim için seyahatimin 3. gününe bakabilirsiniz.) Eski Mardin’de dolandıktan sonra bir dolmuşa binip Kasımiye Medresesine gittim. Bu medrese 15.yy’da Akkoyunlular tarafından inşa edilmiş. Mezopotamya Ovasına hakim bir yerde konumlanan medrese Mardin’in en büyük medreselerindenmiş. Medrese duvarlarında astronomi ve tıp bilimine ait simgeler mevcut. Görülesi bir yer. Medreseyi gezdikten sonra dolmuşa binip, bu kez Yeni Mardin tarafına geçtim. Yeni Mardin, Mardin’in modern yüzü; kafelerin, restoranların, mağazaların olduğu bölüm. Bu bölümü gezerken de Mardin halkının nasıl yaşadığına şahit olabilirsiniz. Ancak benim gözlemim Mardin’in sıkıcı bir şehir olduğu yönünde. Kent olarak çok güzel, masalsı ama sosyal yaşam hiç yok gibi. Dışarısı nerdeyse bomboş, tek tük insanlar var. Neyse ben biraz mağazalara bakındım, üzerimdeki kıyafetler kalın geldiğinden ince bir şeyler alarak onları giydim hemen üzerime. Bu arada en sevdiğim şeylerden biri yeni gittiğim bir şeyden yeni bir kıyafet almak ve alır almaz da giymek. Yeni Mardin tarafında dolandıktan sonra oranın popüler kafelerinden biri olan Kahve Diyarına gittim. Günün yorgunluğunu kahvemi höpürtederek attım. 2. gün amacım Midyat’a gitmek oldu. Midyat’a taa çocukluktan Diyarbakır’dan arkadaşım olan Bircan’la gittik. Bircan o gün Diyarbakır’dan Mardin’e geçti. Mardin-Midyat arası dolmuşla 1 saat. (Bu arada Mardin’de çok gelişmiş bir dolmuş sistemi var. Her yere dolmuşla rahatlıkla gidilebiliyor) Midyat’ta önce gümüşçülere ve telkarilere bakındık. Narlıca Gümüş’ü tavsiye ederim kesinlikle. Fiyatları diğer dükkânlara göre bariz ucuzdu. Örneğin bir dükkânda bize 150 TL denen bir kolyeye, Narlıca Gümüş 100 lira dedi, üstelik 80 liraya da düşürdü. Oradan bir şeyler aldık. Ben özellikle telkarileri öneririm. Midyat sokaklarında dolaştık biraz. Ama Bircan’la uzun zamandır görüşemediğimizden gezmekten çok laklak yaptık. Gezi olarak Sıla dizisinin çekildiği konağı gezdik. Geluşka diye mahalli yemek yapan ünlü bir lokantasına gidelim dedik yemek için. Ama o gün de orada düğün olduğundan yemek yoktu. Ardından tavsiye üzerine Kasrı Nehroz butik otelinin restoranına gittik. Mekan olarak çok güzeldi fakat orada da mahalli yemekler yerine bildiğimiz kafeterya tarzı yemekler vardı. Bkz. hellim peynirli salata, Meksika usülu tavuk gibi… Eeee Mardin’e gelmişken bunlar yenilmezdi. Midyat’ta salatayla geçiştirip yemek kısmını Mardin’e sakladık. Mardin’e gelince Yeni Mardin tarafındaki Münir Usta’ya gittik. Oldukça başarılıydı yemekler. Bu arada Midyat tarafındaki kiliseleri hiç gezemedik. Çünkü genelde şehir dışında olduklarından ve arabamız da olmadığından sadece Midyat sokaklarını gezebildik. Gelelim gezimim 3. gününe. Benim için en güzel günüydü. Bircan sabah erkenden Diyarbakır’a döndü. (Tabi en güzel günü dememim sebebi Bircan’ın sabah erkenden Diyarbakır’a dönmesi değil! ) Ben o gün önce Mezopotamya Çay Bahçesinde oturup, gazete okumak kahvaltı yapmak, ardından da öğlen zamanı taksi kiralayıp, Deyrul Zafaran Kilisesi’ne gitmeyi planlıyordum. O yüzden sabah erkenden Eski Mardin tarafına geldim. Ara sokaklarında dolandım biraz. Bu arada Süryani Kadim Kırklar Kilisesini gezdim. Bu kilise Mardin’de her zaman kapısı açık olan tek kiliseymiş. Kilise 3 giriş kapılı, ince taş işçiliğine sahip mihrapları, 1400 yıllık tarihiyle görülesi bir yer. Ardından Cumhuriyet Meydanı’nda Atatürk Heykelinin yanında bulunan Mardin Müzesine gittim. Mardin müzesi etnografya ve arkeoloji bölümü olmak üzere 2 kısımdan oluşuyor. Müzedeki eserler; M.Ö. 4000'den, M.Ö. 7. yüzyıla kadar olan döneme ait eserler. Arkeolojik salonlarda Eski Tunç, Asur, Urartu, Grek, Pers, Hellenistik, Roma, Bizans, Büyük Selçuklu, Artuklular ve Osmanlı devirlerine ait tabletler, silindir ve damga mühürler, kült kapları, figürinler, metalden bızlar, takılar, seramikler, altın, gümüş ve bakır sikkeler, gözyaşı şişeleri ve kandiller sergilenmektedir. Gidip görünüz. Müzeden çıktıktan sonra, taksi durağını görünce taksiciyle (öğlen Deyrul Zafaran:’a gidecektim yaa) şimdiden bir pazarlık yapayım diye düşündüm. Tam taksiciye doğru yönelirken, benim gibi 2 kişinin de ona doğru gittiğini fark ettim. Ne tesadüf ki; onlar da Deyrul Zafaran’a gitmek istiyorlarmış. Taksici de “gelin 3’ünüzü 50 Tl’ye götüreyim” dedi. Biz de kabul ettik. Tek Kişilik gezim bir anda 4 kişilk eğlenceli bir gruba döndü. Bu arada taksiyi ortak kiraladığım diğer 2 kişi de ABD’li iki akademisyen. Kadın olanı 60’lı yaşlarında, erkek olanı da 40’lı yaşlarında. Kadın bir seneliğine Anadolu Üniversitesi’ne, erkek de Çukurova Üniversitesi’ne hoca olarak gelmiş. Neyse biz merakla Deyrul Zafaran’a doğru yol almaya başladık. Sohbet güzel, yol güzel, hayat güzel :) Bizim taksici Salih Abi esas görmemiz gereken yerin Dara Köyü (Oğuz Köyü) olduğunu söyledi. “Toplamda 100 tl verin oraya da götüreyim” dedi bize. Ben o ana kadar Dara’yı hiç duymamıştım. Dara Mardin’e 40 km uzaklıkta antik bir kentmiş. İlginç olabileceğini düşünerek biz de kabul ettik. İyi ki kabul etmişiz çünkü Dara’yı görmeden gitseymişiz Mardin çok eksik kalırmış. Dara’ya geçmeden önce bir Deyrul Zafaran’ı anlatayım. Tek kelimeyle muhteşem bir kilise. Kendinizi Ortaçağ filmlerinde gibi hissediyordunuz. Kilisenin yapılışını duyunca çağımızda yapılan hiçbirşeyin yeni ve zeka ürünü olmadığını daha net anladım. O büyük büyük taşları nasıl kaldırmışlar, yapıştırıcı veya çimento olmadan birbirlerine nasıl tutturmuşlar hepsi büyük bir soru işareti ve büyük bir zekanın ürünü. M.Ö. 4000 yılından bugüne dek ayakta kalmış olmasına rağmen, Mezopotamya'daki manastırların arasında en sağlam yapıya sahip olan binaymış. Ayrıca, farklı zamanlarda yapılan eklentilere rağmen Manastır’ın adeta tek bir zamanda inşa edildiği havasını vermesi, bu eklenti binaları yapan mimarların ne kadar maharetli olduklarını gösteriyor. Deyrul Zafaran’dan sonra hedefimiz Mardin-Nusaybin arasında bulunan Dara Köyü. Dara Köyü’ne giderken yol boyunca uzanan buğday, mısır tarlaları baharın tüm güzelliğini yansıtmaktaydı. Başka bir boyuta geçmiş olmanın verdiği hazla, yol boyunca daldım geçmişe, geleceğe…Böyle güzel hayaller eşliğinde Dara Köyü’ne vardık. Ağzım açık kaldı gördüğüm yer karşısında. Dara su sarnıçları, tiyatro, su değirmeni, barajı, köprüsü, kilisesi, çarşısı, deposu, tophanesi ve 40 metre derinliğindeki yeraltı yerleşimiyle (sonradan zindan olarak kullanılmış) görülmesi kesinlikle gerekli bir yer. Şuan Dara’nın %30’u kazılmış durumda. Ve buradaki kazı çalışmaları tamamlandığında Dara’nın Mezopotamya’nın Efes’i olacağı konuşuluyor. Tarihine bakılacak olursa Dara; İran Hükümdarı Dara Yuvanişin tarafından yaptırılmış, İsa'dan sonraki yüzyıllarda da İranlılar ile Romalılar arasında el değiştirmiş; 7. yüzyılda Arapların eline geçmiş, 15. yüzyıla kadar yerel beylik ve devletler tarafından yönetilmiş; sonra da hep Osmanlılarda kalmış. Dara’da önce köyün üst kısmında bulunan barajı görmeye gittik. Evet evet baraj! Dünyanın en eski 2. Barajı ve Mezopotamya’nın ilk barajı burada yapılmış taa yıllar önce. Bugün şaşırtıcı düzeni ile hala dikkat çeken kanallara ait izler yerli yerindeydi. Su sarnıçları, su depoları, bir su medeniyetine işaret ediyordu. Zaten bu sarnıçlardan zamanında bütün köye temiz su sağlanıyormuş. Suyun toplandığı yeraltında bulunan depoya gittik. Bu depo sonradan zindan olarak kullanılmış. Yeraltındaki bu gizemli dünya garip bir şekilde içimi ürpertti. Zifri karanlık, hiç pencere yok. Ve bu deponun içindeki tek kişilik hücreyi görünce, orda kalmış insanları düşündüm. Bir insanın başına gelebilecek en korkunç şeylerden biri. Neyse “Onlar için bir Fatiha okudum” deyip de cıvımıycam. Dara Kent Kalıntıları, kayalar içinde oyulmuş çevresiyle 8-10 kilometreyi bulan geniş bir alana yayılmış. Buralarda mağara evler ve iki katlı kaya mezarları var. Bu iki katlı kaya mezarların altına oyulmuş, bir hastane yada bir ibadethane olabileceği düşünülen bir mekan var. Köyün mezarlığındaki taş oymacılığının en nefis örneklerini sergileyen mezar taşları Selçuklu'nun bu topraklara vurduğu İslam mührünü simgeliyor. Ben çok etkilendim şahsen oradan. Kesinlikle görün. Dara Köyü’nden büyülendikten sonra Mardin’in yolunu tuttuk. Mardin’e vardığımızda saat 2 olmuştu. Mezopotamya Çay bahçesine gidip kahvemi içip, gazetelerimi okudum. Ardından Mardin turuma devam ettim. Antik Sur Restoranda ABD’li arkadaşlarımla yemek yedik. Ama yemekler iyi değildi. Kesinlikle tavsiye etmem. Mardin Kebap yemek istedik aldığımız cevap şu oldu:” Ceviz kalmadığından yapamıyoruz!” Sipariş ettiğimiz yemekler de lezzetli değildi zaten. Yemekten sonra Sabancı Müzesini gezdim. Müze gezmeyi pek de sevmeyen biri olarak bu Müze’den garip bir şekilde etkilendim. Bunda Dara Köyü’nü gezmiş olmanın ruhumda yarattığı hoşluğun etkisi mi var yoksa müze gerçekten de çok iyiydi ondan mı emin değilim açıkçası. Bu müze Mardin’in kentsel oluşumunu ve yaşam kültürünü sergilemek ve tanıtmak amacıyla 2009 yılında kurulmuş. Sabancı Müzesi’nin giriş katında Mardin yöresinde kullanılan, oranın sosyal yaşantısı yansıtan birtakım eşyalar sergileniyor. Hatta bence Mardin’e gider gitmez ilk bu müzeyi gezin. Çünkü Mardin’de nerelere gidilebileceği, nelerinin ünlü olduğu hakkında buradan çok kolay bilgi sahibi olunabiliyor. Her neyse, müzenin bu kısmında evde kullanılan eşyalar, mobilyalar, mühürler, Mardin'de dokumacılık ile ilgili resim, belge ve dokunmuş kumaş, yazılı belgeler, Cumhuriyet öncesi yıllara ait tapu kaydı, nüfus cüzdanı, ticaret senetleri, anlaşmalar, mahkeme tutanakları, el yazma kitaplar, yöresel objeler, inanç dünyasına yönelik dinsel objeler, sırlı ve sırsız seramik, toprak veya bakır eşya, düğünlerde, toplantılarda yapılan ses kayıtları, 1950-1980 arası yıllarda amatör veya profesyonel kameralarla çekilmiş görüntüler, Mardin'e ait kent yaşamını, ev hayatını ve sosyal yaşamı anlatan fotoğraflar ile benzeri eşyalar sergileniyor. Müzenin alt katında ise Ara Güler’in 50-60 sene önce çektiği fotoğraflardan bir kısmı sergileniyor. Çok güzel fotoğraflar vardı. Hele gün ağarmadan balıktan dönen balıkçılar ve hamamda babasının göğsünde uyuyan çocuk fotoğraflarına bayıldım. Resmen gözlerim dolu dolu tüm fotoğraflara defalarca baktım. İçimden de “acaba bu fotoğraflardaki insanlar şimdi ne yapıyordur, haberleri var mıdır kendilerinin böyle bir müzede sergilendiklerinden, babasının göğsünde uyuyan çocuk şimdi 40’lı yaşlarındadır, ne yapıyordur acaba, nasıl bir insan olmuştur, babası yaşıyor mudur” diye geçirdim. Bendeki “başkalarının hayatlarına bu merak da” ayrı bir travma yaa neyse! Müzenin ardından Zinciriye (Sultan İsa) Medresesi’ne gittim. Medrese M.Ö. 4000 yıllık bir geçmişi olan Mardin Kalesi'nin eteğinde bulunmaktadır. Yüksek bir yere konumlanmasının sebebi de eskiden rasathane olarak kullanılmasıymış. 1385 yılında Melik Necmeddin İsa tarafından yaptırılmış. Medrese iki avlulu ve iki katlı olup, girişindeki taş işlemeleri ve dilimli kubbeleri oldukça dikkat çekici. Buradan Mardin’i izlemek büyük keyif. Yüksekte olduğundan Mardin’i ve bütün Mezopotamya’yı görebiliyorsunuz. Ben de medresenin kafetaryası’nda oturup menengiç kahvemi yudumlayıp manzarayı seyre daldım. Dolu dolu bir günün ardından otelime döndüm. Ertesi gün de 11 uçağıyla Ankara’ya… Tadı damağımda kalan bir gezi oldu. Fırsat bulunca bir daha gitmek istiyorum. Gideceğim çünkü, gidemediğim Mor Gabriel Kilisesi’ni görmek, döndükten sonra varlığından haberdar olduğum Cercis Konağı’nda yemek yiyip, gece eğlencesine katılmak ve çok beğendiğim ama paraya kıyıp alamadığım yüzüğü satın almak için… Not: Ne yazık ki bu güzel gezimi anlatırken kendi çektiğim fotolarımla süsleyemedim. Çünkü makinamın şarjı kayboldu. Eniştemin otomatik fotoğraf makinasıyla birazcık foto çekebildim. Onları da henüz tabettiremedim. :( |
Yazılan Yorumlar... | |
Sibel Sönmez (18 Haziran 2012) |
"Denizi Mezopotamya olan şehir"...Bence iyi ifade etmişsiniz. Dar sokaklarında eşekle gezme şansına eriştiğim, Kızlar Manastırında voleybol oynayanlarla takım olduğum keyifli şehir Mardin...Sana her şey yakışır bence. |
ebru (16 Mayıs 2012) |
güzel dilekleriniz için teşekkürler... murat üstada eşlik ediyorum ben de: "leyy leyy leyy leyyy leyyy leyyy leyyy lüm lümm leyy...." |
Engin D (13 Mayıs 2012) |
Eline sağlık Ebru, Bence mutlaka görülmesi gereken bir kent Mardin En kısa zamanda bende gitmeye çalışacağım Aslında uçakla gittikten sonra hiç de zor değil ulaşmak bu kente Erdin üstadın fotoları da gitme arzusu uyandırıyor zaten |
Murat (10 Mayıs 2012) |
Mardin kapı şen olur......... Bu şen, cıvıl cıvıl yazı için tebrikler. |
Erdin İVGİN (09 Mayıs 2012) |
Ebru kalemine sağlık, Keyifle okuduk bu güzel içten yazını. Hep bizimle kal. |