Arabamla Dünya Turu – Azerbaycan 2 -son (Lenkeran ve Bakü) | |
Azerbaycan gezim devam ediyor... Çerkezoğlu ailesini uğurladıktan sonra hızlı bir kahvaltı ardından Lenkeran’a doğru yola çıktım. Lenkeran, Azerbaycan’ın güneyinde, İran sınırına yakın ve Hazar Denizi kıyısındaki bir bölgesi (rayon). Lerik Rayonu da deniyor. Aynı adla idarî merkezi de Lenkeran şehri ki, Güney Azerbaycan’ın da en büyük kenti, aynı zamanda. Yaklaşık 50.000 nüfuslu bu kentin bir özelliği Taliş’lerin (de) yaşadığı yer olması. Kentin yaklaşık yarıya yakın nüfusu Taliş. Talişler, İran’nın kuzey batı ucu (Azerbaycan’ın Lenkeran Bölgesi’ne komşu olan yer) ile Lenkeran Bölgesi’nde yerleşik bir halk. Kendilerine özgü bir dile sahip olan bu halk, hem Şiî, hem de Sünnî Müslümanlardan oluşuyor. Talişler, 1993 yılında Albay Surat Hüseyinov önderliğinde bağımsız Taliş-Mughan Otonom Cumhuriyeti için ayaklandılar; Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Azerbaycan’ın, Ebulfeyz Elçibey önderliğinde bağımsızlığını ilân etmesinin hemen ardında. Hatta, Lenkeran Şehri’nde garnizonu olan Sovyet 4. Ordu Motorize Piyade Tümeni’nin de desteğini aldılar. Ancak, kalkışma hezimetle ve bağımsızlığın ilânının savunan Azerbaycan Meclis üyesi Alikram Hummatov’un da önce idam, daha sonra ömür boyu hapis cezasıyla cezalandırılmasıyla sonuçlandı. Hummatov, daha sonra Avrupa Birliği’nin de baskısıyla 2004 yılında serbest bırakıldı ama, Avrupa’ya sürüldü. Lenkeran Bölgesi’nde iki ilginç yer var, gezilip görülecek: Yanardağ ve Vilaş Gölü. Yanardağ adı verilen yer, Türkiye’nin güneyindeki Olimpos Milli Parkı’nda Yanartaş’a benziyor; yerde sürekli yanan delikler. Yerin altından çıkan metan gazı nedeniyle sürekli yanan delikler bulunuyor. Söylediklerine göre bu delikler ne karda, ne de yağmurda hiç sönmezlermiş. Bizim Olimpostakiler sönüyorlar mıydı, hatırlamıyorum. Yanardağ’ın bir diğer özelliği daha var. Biz suyu ateşi söndürmek için kullanırız, değil mi? Burada ateş yakmak için kullanılıyor. İnanmayan, aşağıdaki resme bakabilir. Gördüğünüz gibi, “Su da Yanar”. Sonuçta, suyun içerisine de karışıyor bu metan gazı denilen şey. Üstelik sıcak ve fokurdayarak yerin içinden kaynayan suyu çakmakla tutuşturuyorsun, yanıyor. “Suyu çakmakla tutuşturmak!”. Ali Özgentürk burayı görmüş de mi, çekmiştir o filmi, bilinmez ama, burada su yanıyor kardeşim. Hem de öyle-böyle değil, bayağı yanıyor. Yanardağ’ın dibinde, Vilaş Çayı akıyor; derin bir vadinin dibinde. Onun başında çay ikram ediyorlar, hep beraber içiyoruz. Buradaki ağaçları “demir ağaç” diye adlandırıyorlarmış. Latince adı “Parrotia persica” olan bu ağaca demir ağaç denmesinin nedeni -aslında- suda batıyor olması. Yani, yoğunluğu çok yüksek. Ancak, buradakiler dallarının birbirine kaynamasından dolayı böyle dendiğini söylediler. Ben onların yalancısıyım. Yanardağ’dan sonra Taliş Dağları’na doğru yaklaşık 10km. tırmanıldığında Vilaş Gölüne geliyorsunuz. Burası da Vilaş Çayı tarafından beslenen bir göl. Etrafında klasik “kendin pişir, kendin ye”ciler var; hepsi “aileye mahsus”. Göl kıyısı bunlar tarafından istila edilmiş vaziyette. Arada genişçe bir düz alan, üzerinde terk edilmiş birkaç bina ile öylece duruyor. Önce sormadan gireyim, diyorum. Sonra başıma dert çıkarırım diye, yol kenarında bekleyen iki polise soruyorum; boş alanda kamp yapıp yapamayacağımı. Tabii cevap “Yassah hemşerim!” şeklinde oluyor. Devlete aitmiş. Peki canım! Biz de Lenkeran’a gideriz. Lenkeran’a girdiğimde Hazar Gölü kıyısını bulmakta oldukça zorlandım. Kıyının, şehrin yaklaşık yarısını kaplayan askeri bölge nedeniyle şehre bağlantısı yok. Sonunda sahili buluyorum. Ne de olsa deniz; insanda bir huzur, bir ferahlık, bir genişlik hissi uyandırıyor. Kumsaldaki çay bahçelerinden sonuncusunun ucunda metruk bir kulübe gördüm. Hemen yanındaki kuytuluk çadır açmak için ideal. Leb-i derya, kapanmaz deniz manzaralı yalı çadırı, yani. Yolun karşısında bahçeyle uğraşan iki adama maruzatımı beyan ettiğimde, bahçelerinde de kamp yapabileceğimi söylediler; teşekkür ettim. Ama, varsa, depolarımı doldurmak için su alabilirim. Hemen koca bir hortumla depoları doldurduk. Akşam için ekmek, sebze ve içecek almak için şehir merkezine geri döndüm. Günlerden Cuma ve kentte Pazar kurulmuş. Bir-iki sebze meyve ve diğer ihtiyaçları hallettikten sonra kamp yerime yerleşmek üzere geri döndüm. Çadırımı açıp, koltuğumu ve masamı kurduktan hemen sonra meraklılar damlamaya başladı. Soru soranların dışında, çadırın içini görmek için izin isteyenler de çıkıyor burada. Üzgünüm ama, hiç çadırı toplayıp gidecek halim yok. Her türlü meraklı soruya itina ile cevap verdim, tüm meraklı ziyaretçilere çadırı gezdirdim, arabayı anlattım. İlerleyen saatlerde ben de yorulmuş ziyaretçilerin de hızı kesilmişti. Derken, parlak gri takım elbiseli, kravatlı, güneş gözlüklü bir adam çıkageldi. Dişlerindeki altın kaplama sayısından, oldukça varlıklı olduğu anlaşılıyor. Kısa bir saplama giriyorum: Azerbaycan’da dişlere altın kaplama yaptırmak bir zenginlik göstergesi. Tabii, bu eskiden gelen bir âdet. Bizde de eskiden böyle âdetler vardı, hatırlarım. Sonradan, bir altın diş kaplamasının, insanın mal varlığını göstermek konusunda ne kadar yetersiz kaldığını fark ettiler; onun yerini Versaceler, Pradalar ya da kendisi de, camları da simsiyah Hummerlar, Range Roverlar, Porche Cayenneler aldı. Neyse! Beyefendinin dişlerinden varlıklı olduğu anlaşılıyor. Kendisini tanıttı: Gümrük müşavirliği yapıyormuş. Hukuk fakültesi mezunu ve doktorasını (da) yapmış. Karşılıklı memnun olduk. Konuşma, benim işim, seyahatimin amacı v.s. ekseninden yavaş yavaş Lenkeran’ı niye seçtiğim, neden kıyıda o noktaya konuşlandığım, niyetimin gerçekte ne olduğu eksenine kayan bir sorgulamaya dönüştü. Elimdeki bira şişesini görünce, daha “farklı” alışkanlıklarım olup olmadığını da sorma gereğini duydu; uyuşturucu v.s. şeyleri kastederek. “Yok” dedim, “temizim”. Biraz huzur buldu. Sonra da baklayı ağzından çıkardı. “Burası” dedi, kulübeyi kastederek, “benim arkadaşımın da…”. Anlaşıldı durum. Arkadaşının haklarına tasallutta bulunmaya meyilli bir yabancıyı sorgulamak üzere gönderilmiş bir hafiye kendisi. Benden bir zarar gelmediğine ikna olduktan sonra, komşu çay bahçesine çay içmeye davet etti. Nazikçe onu da geri çevirip, akşamın son ışıklarını izleyerek yemeğimi yemek üzere yalnız kalıyorum. Gece Hazar Denizi dalgalarının gürültüsüyle huzurlu ve derin bir uyku uyudum. Sabah uyandığımda, günün ilk ışıkları ile Cumartesi tatilini değerlendirmeye gelen ailelerin meraklı ama ürkek bakışları arasında, çıplak ayaklarımı çadırdan aşağıya sallandırdım. Sabah sporu yapan birkaç Azeri delikanlının nefes nefese sorduğu birkaç soruyu cevaplarken, hafiyemiz, bu sefer oğluyla çıkageldi. Bir ihtiyacım olup olmadığını sordu, sorgulayacak başka bir konu kalmadığı için. Cumartesi misafirlerimi uğurlayıp, kahvaltımı da yaptıktan sonra, Bakü’ye doğru yola koyuldum. Ama, yola çıkmadan, son olarak Lerik’e doğru, dağları son kez görmek üzere yönlendim. Lenkeran Nehri vadisi boyunca yaklaşık 50km ilerledikten sonra, köylerden birinde tandır ekmeği yapan bir kadından ekmek alıp, geriye döndüm. Bakü’ye Varış Lenkeran’dan Bakü’ye kadar olan yaklaşık 270km’lik yol sakin, monoton, hatta sıkıcı bir şekilde geçti. Daha önce bir çok kişi Bakü’ye yaklaşırken trafik polislerine dikkat etmem konusunda beni uyardı. Sınır, Bakü’ye 60km kala başlıyor. Ondan sonra gergin bir şekilde, tüm trafik kurallarına harfiyen uymaya, tüm işaret tabelalarını kollamaya, tüm yol çizgilerine dikkat etmeye çalışarak geçiyor. Gittiğim yol ana yol ve yaklaşık Bakü’ye 35km kala, soldan birleşen bir tali yolla kavuştuk. …ve polis durdurdu. Trafik kuralını ihlal etmişim. Benim, tali yol kavuşumunda durup beklemem lazımmış. Haritada, benim yolumun ana yol olduğunu, tali yoldan gelen aracın beklemesi gerektiğini, üstelik benim beklemem gerektiğini belirtir herhangi bir işaret bulunmadığımı söylediysem de, dinletemiyorum. Adam kafaya takmış ve faturayı kesecek. Burada, ceza kesmek için “suçlu” polis arabasına çağırılıyor. Şoför mahallinin yanına oturuyor. Polis eline kalemi alıyor ve başlıyor sana sormaya: - Bak şimdi! Bunun cezası 65 Manat. - Evet! - Ama sen yahşi bir adama benziyorsun. - Evet! - Ben sana biraz indirim yapayım. - Yap bakalım. - Ne kadar yapayım? - E, 20 Manat yap meselâ. - Peki, sana 20 Manat indirim yapayım. - Yok, hayır. Cezayı 20 Manat yap. - Olmaz. - Olur hoca, yap bi kıyak. Neyse, al takke-ver külah pazarlıktan sonra 30 Manat’ta anlaştık. Ödedim ve çıktım arabadan. Azerbaycan’daki ilk cezamı, ama sayısını hatırlayamadığım rüşvetlerimden birisini daha ödedikten ve niye ödediğimi bile anlayamadıktan sonra, arabaya binip, bin bir lanet okuyarak yoluma devam ettim. Hedefim, LP’de yazılı Hotel Araz’a gideceğim. Kitaptaki haritadan kendime birkaç kerteriz tespit edip, sahil yolundan (Neftçiler Prospekti) yavaş yavaş ilerliyorum. Tespit ettiğim kerterizleri geçtikçe otele döneceğim caddeye yaklaştığımı tahmin ettim. Dönmem gereken sokak olduğuna karar verdiğim sokağa girip, köşede şık giyimli gençlere Yusif Seferov Küçesi’ni (sokağı) sordum. Aralarında konuştular, tartıştılar, benim elimdeki haritaya baktılar ve sonunda yaklaşık 100m ilerideki ışıklardan sola dönen sokak olduğunda fikir birliğine vardılar. Peki! İstikameti o tarafa doğru verdik, ışıklardan sola döndük ama, yanlış küçe. Çevredeki dükkânlara girip soruyorum, yok, kimse bilmiyor. Bir taksici buldum, Yusif Seferov Küçesini sordum, o da bilemedi. Araz Otel deyince “başa düştü” ve yolu tarif etti. Daha önce, orası olduğunu tahmin ettiğim ve köşesinde gençlere sorduğum sokak, tarif ettiği yer. E pes doğrusu! Ertesi günü, yani Pazar, Kazakistan’ın Aktau limanına kalkan feribot için feribot iskelesine gittim. daha önceki istihbaratım ve tahminim doğrultusunda, ne zaman kalkacağı belli olmayan bir feribot Aktau’ya gidiyor. Usul, her gün oraya gidip, feribotun ne zaman kalkacağını soruşturmak, zamanı belli olduysa ona göre bilet almak şeklinde. O gün kalkmayacağı kesindi. Belki ertesi gün, yani Pazartesi olabilirdi. Pazartesi günü gittiğimde, o akşam orada olmamı, gece feribot Kazakistan’dan gelirse, akşama kalkabileceğini söylediler. Öğlene doğru feribot iskelesine gittim, aracın gümrük işlemlerini tamamladım (artık verdiğim rüşvet”ler”le ilgili detayları anlatmıyorum) ve beklemeye başladım. benimle birlikte bekleyen 2 tane de TIR var; birisi Türk (tek kişi), diğeri Gürcü (iki kişi). Bu kadar arabayla bir feribot dolmaz tabii. Ben gümrükle bilet ofisi arasında mekik dokuyorum. TIR’cılar da beni sükûnete davet ediyor sürekli. “Abi” diyorlar, “bu kadar çabuk olduğu görülmemiştir. Sakin ol”. Peki! Koltuğumu ve masamı açıp, yemeğimi hazırlayıp yiyorum. Bu arada, orada bekleyen başka 2 Türk TIR’ı daha var. Bir tanesi Türkmenistan’ın Türkmenbaşı limanına gitmek üzere feribota binmeye gelmiş. Ancak, ait olduğu firma o arada iflas ettiği için para gönderemiyor. Dolayısıyla adamcağız feribot bileti alamıyor. Geri de dönemiyor; kamyonu orada bıraktıktan sonra, bir daha bulma ihtimali çok zayıf. Evden çıkalı 72, Azerbaycan’a gireli 52, arabayı o noktaya park edeli 49 gün olmuş. Diğeri, Kazakistan’dan dönüyor. Orada, yükünü boşalttıktan sonra, şoförlerinin bırakıp kaçtığı bir Türk TIR’ının “parçalanmış cesedini” sırtına yüklemiş; dönerken Azeri gümrüğünde sorun çıkarmışlar. O da -sadece- 12 gündür orada çakılı vaziyette. 49 gündür orada yatıp kalkan Hacı Narinç Malatyalı. 11 çocuğu varmış. Bu sefer aldığı avansın dışında, gelip giden şoförlerden aldığı borçlarla ciddi bir birikimini de kaybetmiş. İçler acısı bir durum. Hikâyelerini dinledikçe ruhum kararıyor. Bu akşam da feribotun kalkacağı yok. Akşamüstü şehir merkezine, yemek yemek ve biraz dolaşmak üzere indim. Nasıl olsa arabada yatmak zorundayım. Feribotun da geleceği olmadığına göre, gece geç saatte dönebilirim. O gece ve ertesi gece gün gümrükteydim. Akşamüstü geminin geliyor olduğu ve gece kalkacağı konusunda söylentiler yayılmaya başladı. Gidip feribot biletimi aldım. Bu arada iki genç bisikletli gezgin geldi; Fransız: Florent ve Aurelie (Terre de paysages) Onlar da Kazakistan’a geçiyorlar. Akşamüzeri gelen Aksaray’lı şoför Fatih’le toplam 3 TIR, bir benim arabam ve 2 bisiklet olduk. Bineceğimiz gemi vagon gemisi. Azerbaycan’dan -genellikle- transit geçen, Rusya’dan yüklenmiş vagonlar, Kazakistan’a geçiyorlar. Gece saat 9’a doğru yüklenmeye başladık. Fazla uzun sürmedi. Son rüşvet talebi de, görevleri yüklenen araçları emniyetli bir şekilde bağlamak olan görevlilerden geldi. “kalsın”, dedim “bağlamayın”. Bunu derken de, bu hatta çalışan feribotun 2002 yılında Hazar Denizi’nin ortasında battığını ve hiç kurtulan olmadığını hatırladım. Gemi yolculuğu tahminen 18-20 saat sürecek. Ufak bir bahşiş karşılığı tek başıma kalabileceğim, banyolu bir kamara edindim. Sıcak su bile var. Yataklar, uyku tulumuyla yatılabilecek kadar temiz. daha ne isterim. Lumbozu açtım. Deniz havası ve dalga sesleriyle uyumuşum. Ertesi gün Fransızlar’la, Gürcü ve Türk TIR’cılarla yol öyküleri ve rotalarımızla ilgili muhabbetle geçti. Akşamüzeri Aktau Limanı’na yaklaştığımızda gemi yol kesti. Limandaki bir tankeri bekliyoruz. Yaklaşık iki saat sonra gemi mürettebatında, özellikle bayan kat görevlilerinde, telaşlı bir koşuşturma başladı. Ne olduğunu anlamak için kantinciye sorduğumda, gemiye yolcu olarak binen genç bir kadının hamile olduğunu ve ağrılarının tuttuğunu öğrendim. O anda, yandaki kamaradan sabaha kadar gelen iniltilerin sebebini anladım. Gemi yeniden hareket ettiğinde kıyıya yaklaşık 15-20 mil vardı. Yanaşmaya 15 dakika kala müjdeli haber geldi: Denizin ortasında bir erkek çocuk doğdu. Yanaştığımızda gemiye giren doktor ve hemşireler birazdan sarıp sarmalanmış bebek ve -sedyede- annesiyle iskeleye indiler. Acaba pasaportsuz bebeği Kazakistan makamları içeri alır mı? Göreceğiz... Not: Ali Eriç'in “Arabamla Dünya Turu” gezisinin başlangıcı ile ilgili detaylar için Arabamla Dünya Turu – Türkiye (Başlangıç – Karadeniz) gezi yazısını okuyabilirsiniz. |