Arabamla Dünya Turu – Kazakistan 1 (Mangistav Eyaleti - Aktau)

Gecenin bir saatinde Aktau Limanı’nda +1 mevcutlu olarak karaya ayak bastığımızda, beklemekten sıkıntılı ama dünyaya beklenmeyen bir misafirin katılmasının az sayıdaki şahidinden biri olmaktan da gururluyduk. Arabalılar, arabalarıyla çıkarken ben, gemiden birinci inmenin talihsizliği ile, yanıma katılan askerin direktiflerine uyarak, liman tesislerinin ücra bir köşesinde zorunlu parka tabi tutuldum. Yaklaşık yarım saatlik yalnız bekleyişten sonra, arabayla limanın binaları arasında ürkek ürkek dolanmaya başladım; birinin fırça atıp, sonra da doğru bir ücraya yönlendirmesini umarak. Hiç de öyle olmadı ve zorlukla bulabildiğim iskeleye yeniden ulaştığımda gemide hiç araç kalmamıştı. Hadi buyurun bakalım! Umutsuzca geri döndüm. Ortalıkta kimse yok. Bulabildiğim tek askere dilimin döndüğünce “custom”, “pasaport kontrol” falan diyorum ama nafile. Sonunda bana doğru, elindeki dosya ile koşarak gelen görevli kadını görünce, “Galiba tamam” dedim, kendi kendime, “ya tutuklu, ya da tutuksuz ama, Kazakistan’a giriyorsun”. Bana -sanırım- “Nerelerdesin, seni arayıp duruyoruz” kabilinden Rusça bir şeyler söylüyor. Bu arada, askeri yanıma oturtup gönderen de yine o hanımdı. Neyse! Takıldık peşine ve “doğru ücra”yı bulduk. Bu arada, Sezar’ın hakkı Sezar’a; son derece modern bir liman tesisi. Ama her şey Rusça ve Kazakça yazılı ve benim gibi zavallı bir turistin hiç şansı yok. Üzerinde “Doğru ücra” yazılı binaya girdiğimde, tüm yolcular içeride pasaport kuyruğundaydı. Çok bir şey kaybetmiş sayılmam. Tek farkla; gemiden ilk indim ve kuyrukta sonuncuyum.

Her neyse! Sorunsuz bir pasaport kontrolünden sonra, bisikletli Fransızlarla vedalaşıp aracımın başına döndüm. Gümrük görevlileri sabah geleceği için, arabada yatıyorum. Daha ne isterim. Gecenin bu saatinde çıksaydım, şehirde bir de otel ya da çadır kuracak yer arayacaktım. Çadırımı açıp, yatıyorum. Ertesi gün erken saatte uyandığımda ise, bizim Türk ve Gürcü TIR’larının, tren yolunun öte tarafında konuşlandırıldıklarını fark ettim. Birlikte kahvaltı ettikten sonra gümrüğün açılmasıyla işlemlere başlayacağız.

Bizimkiler, Nodar (Gürcü), Naim, Cemal (Gürcü), bendeniz ve Sinan

Biraz karışık ama, fazla da zor olmayan bir operasyonla gümrük işlerini bitirdim. Tabii, Gürcü Cemal’in yardımı ve tercümanlığı sayesinde… Saat 13:00 gibi limandan ayrılıyorum. Yeni bir ülkeye girmenin gerektirdiği uyum süreci için Aktau şehrinde bir-iki gün geçirmem gerekiyor. Bunun için aklımda bir “quartira” kiralamak var. Şehirde yaptığım kısa oryantasyon turunda Taksim Kafesi ilk tespit ettiğim kerteriz noktam. “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” özdeyişini hatırlayıp Taksim Kafesi’ne giriyorum. Osman’la kısa bir muhabbetin ardından, önce arabanın yağını değiştirmek, daha sonra da uygun bir quartira bulmak için şoförüyle yola çıkıyoruz. Quartira, Rusça’da apartman dairesi demek. Buralarda, otelde kalmak yerine quartira kiralamanın bazı avantajları vardır: Öncelikle güvenlidir. Ayrıca, bir evdir; yatak odası, salonu, banyosu, mutfağı vardır. Rahattır, anlayacağınız. Sağolsun, Osman’ın şoförüyle yağ değişimi işini hallettikten sonra, Taksim Kafesi’nin arkasındaki mikrorayon’da (apartmanlardan oluşan adalara mikrorayon deniyor. Rusçanız yavaş yavaş gelişmeye başladı, bakıyorum) uygun bir daire bulduk. Bu arada, Taksim’in kablosuz internet erişim olanağı var ve kafeye bakan salonumdan da bağlanabiliyorum. Benden mutlusu var mı?

Aktau, Kazakistan’ın Hazar kıyısındaki en büyük limanı. Bundan daha önemli özelliği ise, Kazakistan’ın önemli uranyum rezervlerinden birine sahip olması. 1963 yılında Sovyet mimarları burada model bir kent kurmakla görevlendirildiklerinde, öyle bir şehir planı hazırlamışlar ki, numaralandırılmış mikrorayonlardan ve cetvelle çizilmiş cadde ve sokaklardan oluşan, kaybolmanın mümkün olmadığı bir şehir çıkmış ortaya. Aktau’nun bir diğer özelliği de, Hazar’ın batı kıyısında rastlanmayan uzun ve derin kumsallara sahip olması. Öyle olunca da, tüm diğerlerine ilave olarak, doğal bir tatil kenti olma özelliği kazanmış Aktau. Yenilerde, son derece lüks villalarla kaplanmış sahil şeridi. Osman’ın söylediğine göre, milyonlarca Dolar’a varan fiyatlar, son global krizle oldukça düşmüş ama, parasının hesabını yapamayan Kazaklar için -bence- cazibe merkezi olma özelliğini daha uzun süre kaybetmeyeceğe benziyor. Rüzgâr sörfü, paraşüt sörfü yapanlar bol miktarda görünüyor sahilde. Kazakistan’a ulaştığım andan itibaren dikkatimi çeken önemli iki husus var: Birincisi, Azerbaycan’da alıştığım “bahşiş” alışkanlığının burada olmadığı (ya da, ben henüz rastlamadım). Diğeri de, trafik kurallarının son derece katı bir şekilde uygulandığı. Daha sonra da her yerde (tabii, yol olan her yerde) dikkatimi çeken, tüm trafik işaretleri, lambalar ve yol çizgilerinin son derece düzenli olduğuna, ilk kez Aktau’da şahit oluyorum.

Sıkıntılı bekleyiş, Aktau’da, Deniz Lisesi öğrencileri törende…

6 Haziran 2009 Cumartesi sabahı erken saatte, Osman’a veda ettikten sonra yola çıktım. Osman’ın Taksim Kafesi 24 saat çalışıyor. Sanmayın ki, bir Türk kahvehanesi. Son derece modern ve sosyetik bir café. Ve, evet, 24 saat çalışıyor. Abisi de, Alma Ata’daki Taksim Kafesi’ni işletiyormuş. Enka firması ile Kazakistan’a gelip, daha sonra burada bir “caféler zinciri “oluşturmaya girişmiş. Osman, İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü mezunu. Babasıyla Türkiye’de sürdürdükleri tekstil işini, krizin olumsuz etkisi nedeniyle bırakıp, abisinin Kazakistan’daki işlerini genişletmesine yardımcı olmak üzere buraya gelmiş.

Baştaki planım olan Beyneu üzerinden Aralsk-Kızıl Orda rotasından, Gürcü şoför Cemal’den aldığım yol konusundaki kötü istihbarat sonucu vazgeçip, yönümü Atrau- Uralsk (yeni adıyla Oral)-Aktöbe-Karabutak-Aralsk- Kızıl Orda şeklinde değiştiriyorum. Bu bana fazladan 1500km’ye mal olacak. Ne yapalım, Kazakistan’da böyle. Kutsal kitap, Aktau için “En yakın yerleşime bile uzak” diyor. Haksız sayılmaz. Yüzlerce kilometre hiçbir şey görmeden gidiyorsunuz. Yol Kulsarı’ya kadar kaymak gibi. Beyneu’ya kadar Alarko, sonrası da Eko İnşaat tarafından yapılmış. Sonrası… İşte ondan sonrası fena “hırpalıyor”. Yaklaşık 110km yolu -neredeyse- 7 saatte geçip, Maqat’a (adı ne kötü değil mi?) doğru bizimkileri yakalıyorum. Maqat’a bitap düşmüş bir şekilde ulaşıyoruz. Bir boşlukta, geç bir akşam yemeğinden sonra hepimiz yatıyoruz.

Asıllar ve suretler, Maqat-Atrau yolu

Sabah, Atrau üzerinden Oral’a gidiyorum. Oral’a başlamadan, aydınlatma gereği duyduğum bir konu var. Buna gerek duymamın sebebi, iki kişiden bu konuda açıklama talebi gelmiş olması. Konu “Kazak” adıyla ilgili.

Tarihsel yakınlığımız nedeniyle bizden bildiğimiz Kazaklar’ın, yani, çoğu benim de gezip, size anlatmakta olduğum Kazakistan’da yaşayan Kazaklar’ın adını biz yanlış telaffuz ediyoruz. Onların adı, kendi dillerindeki telaffuzu ve şimdiki alfabelerindeki (ki, Kiril alfabesini esas alır) yazılışı ile “Kazax”. İlk olarak Azerbaycan bölümünde konusu olmuştu; “x” harfi, genizden çıkarılan bir “h” harfi gibi telaffuz ediliyor. Ya da diğer Batılı yabancıların yazdığı (ki, gerçek telaffuzuna daha yakın) Kazakh şeklinde yazıp okumak -nispeten- daha doğru. Bu detay neden önemli? Çünkü, biz Türkler (yani, Türkiye’de yaşayıp, Kazakh’lara Kazak diyen Türkler), “Kazak” ismini, hem bizim bildiğimiz Kazakhlar, hem de gerçek Kazaklar için kullanıyoruz. Aslında, Türkçe’ye ve Türk alfabesindeki harflerle en uygun yazım ve telaffuz belki de, Batılılar’ın kullandığı gibi, Kazakh ve Kazakhstan kullanılmalıdır. Ancak, bizim dilimize ve dolayısıyla sözlüklerimize girdiği şekilde ben de, şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da -yanlış olduğunu düşünmeme rağmen- Kazak ve Kazakistan’ı kullanmaya devam edeceğim.

Gerçek Kazaklar kim peki? Adları Türki dillerindeki tam telaffuzu “Qazaq”tan (“özgür adam” anlamında) geliyor. Rusça’da Kazaki, Ukraynaca’da da Kozaki aynı kelimeden türetilmiş adları. Batılılar da buna benzetme yaparak, onlara Cossack diyorlar. Kazaklar ne bir ırk, ne bir millet, ne de bir kavim. Onlar, çeşitli etnik gruplardan, çeşitli dilleri konuşan insanlardan oluşmuş topluluklardır. İçlerinde Slavlar olduğu gibi, Kumanlar (ya da Kıpçaklar), Çerkezler, hatta Tatarlar da vardır. Genellikle devlet otoritesine ya da toprak sahibi zenginlerin baskılarına başkaldıran, boyundurukta yaşamaktan hoşlanmayan insanların, doğal yollarla birbirlerini bulmasından oluşmuş topluluklar bunlar. Kuzey Avrupa’dan Kafkaslar’a kadar çeşitli bölgelerde yoğunlaşmışlar, genellikle konuşlandıkları yerin adı ile anılmışlardır (Don Kazakları, Sibirya Kazakları, Ural Kazakları gibi). Asi ruhlu insanlardır; baskıya gelemezler. Bu asi yapıları, onların kendilerini her an savaşmaya hazır tutmalarını sağlamıştır. Cesur, çok disiplinli ve çok iyi savaşçı insanlardır. Gerek sınırları içinde bulundukları ülkeler, gerekse o bölgelere komşu olanları için sürekli sorun olmuşlardır; Osmanlılar için bile… Rusya, bu özelliklerini, kendi yararı için kullanmak amacıyla onlara belli ölçüde özerklik tanımış, kendi yönetimlerini oluşturma ve bağımsız hareket etme serbestisi vermiştir. Bu imtiyazların karşılığı olarak da Kazak güçlerini, gerek komşu ülkelerle olan, gerekse içerideki etnik bölgeler arasında bulunan sınırların güvenliğini sağlamak için ve özellikle Asya’nın içlerine düzenlenecek fetih akınlarında öncü kuvvet olarak kullanmıştır.

Kazaklar 1917 Ekim Devrimi’nde Bolşevikler’e karşı ve Beyaz Ruslar’ın (bu kavram da karışır, onu da ayrıca açıklarım) yanında yer almış, bu yüzden de yaşadıkları bölgeler daha sonraları Kızıl Ordu tarafından uzun süre ablukada tutularak, açlık altında otoriteyi kabule zorlanmışlardır. Ancak 2. Dünya Savaşı sırasında, savaşçı ruha sahip bu insanlardan yararlanmak Moskova’nın yeniden hatırına gelmiş ve Kızıl Ordu içerisinde yeniden Kazak Süvari Birlikleri oluşturulmuştur. Ama, bu konuda karar vermekte biraz geç kalınmıştır, aslında. Çünkü, zaten Ekim Devrimi’nden beri yönetime diş bileyen Kazaklar’ın bir kısmı, Alman Silahlı Kuvvetleri Wehrmacht’ın birliklerine katılmışlardır bile. Savaşın, Almanya’nın mutlak yenilgisiyle son bulması ardından, mağlup Alman ordusunun Kazak birlikleri, sonradan Komünist tehlikeye karşı yapılacağını düşündükleri savaşta kullanılacaklarını umarak İngilizler’e teslim olmayı tercih etmişlerdir. Ancak İngilizler, savaş sonrası imzalanan anlaşmalarda, bu birliklerin Sovyetler’e teslim edilmesini kabul etmiş, yaklaşık 50,000 Kazak askeri, aileleri ile birlikte Sovyetler Birliği’ne iade edilmiştir. Bu askerlerin akıbeti ise çok hazin. Artık onu da anlatmayayım. Nihayet, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, Rusya Ordusu içerisinde bir Kuban Kazak birliği kurulmuş, hayatta olan en kıdemli atamanına (Kazak komutanı) Mareşal rütbesi verilmiştir. Bu birlik, daha sonra Rusya’nın birçok operasyonunda (Osetya, Çeçenya v.s.) önemli görevler üstlenmiştir.

Bir de, son olarak “Beyaz Ruslar” kavramını açalım. İki “Beyaz Rus” tanımı var. Birincisi, hepimizin bildiği ve Rusçası d Belarus olan Beyaz Rus. Yani, Beyaz Rusya’da yaşayan insanlar. Bir diğeri de (ki, önceki paragrafta bahsettiğim Beyaz Ruslar tanımının karşılığıdır), 1917 Ekim Devrimi’nde, Bolşeviklere karşı ve Çarlık rejimi yanlısı olanlar. Bunlara neden Beyaz Ruslar denilmiş? Bir kere, Beyaz Ruslar tanımı (kısaca “Beyazlar” da denilirmiş), Bolşeviklere karşı savaşan, Çarlık Rusyası ordularına verilen Beyaz Ordu isminden geliyor. Bu orduya Beyaz Ordu denmesinin nedeni olarak birkaç söylenti var: Birincisi ve en önemlisi, Bolşevikler’in Kızıl Ordusu’na anlam açısından tezat olması için Beyaz dendiği. İkinci söylenti, ilk Rus Çarı olan III. İvan’a Beyaz Çar (Albus Rex) denmesinden kaynaklandığı yönünde. Son olarak, Rus İmparatorluğu ordularının üniformasının beyaz olması, sebep olarak gösteriliyor. Doğrusu hangisi olursa olsun, Beyaz Ruslar tanımının, Beyaz Rusya’da (Belarus) yaşayan insanlarla karıştırılmaması gerektiğini de böylece öğrendik. Artık, Ekim Devrimi ardından çoğu İstanbul üzerinden Avrupa’ya ve dünyanın diğer çeşitli ülkelerine kaçan, bazıları İstanbul’u beğendiği için burada kalmayı yeğleyen Ruslar’a Beyaz Rus denmesinin, onların şimdiki Beyaz Rusya vatandaşlarıyla akrabalıkları olduğundan kaynaklanmadığını da… Yani, Jack Deleon’un “Beyoğlu’nda Beyaz Ruslar” kitabına da konu olan Beyaz Ruslar’dan bahsediyorum. İşte onlar, Ekim Devrimi sonrası kaçan Kızıl karşıtı Beyaz Ruslar.

Tarih dersi bitti. Şimdi, çıkarın kâğıtları, yazılı yapacağım!




Not: Ali Eriç'in “Arabamla Dünya Turu” gezisinin başlangıcı ile ilgili detaylar için Arabamla Dünya Turu – Türkiye (Başlangıç – Karadeniz) gezi yazısını okuyabilirsiniz.