Arabamla Dünya Turu – Kazakistan 3 (Aral, Korkut Ata, Baykonur, Kızıl Orda) | |
Gecenin saat onbiri’nde Aralsk’a vardığımda, bitkin bir vaziyette şehrin/kasabanın tek oteline yanaştım. İçeriden inanılmaz yüksek perdeden bir müzik sesi geliyor; eşliğinde de genç kızların çığlıkları. Büyük olasılıkla, “eğleniyorlar”. Resepsiyondaki şişman bayan, benim gürültüden sağırlaşmış kulaklarımın kesinlikle duyamayacağı bir sürü şey söylüyor. Ne derse desin, umurumda değil. Uyumalıyım. Bir de, bir şeyler yemeliyim, tabii. Saatler, bir saat daha ileri olmuş, haberim yok. Gittikçe doğuya ilerliyor olduğumu unuttum tabii. saat gece yarısını yarım saat geçmiş ve “1 saat sonra gürültü biter” diyor, şişman resepsiyon görevlisi. Bana şaşlık yapacak bir ana-yiğit var mıdır buralarda? Yokmuş. Karşıdaki kafede yiyebilirmişim ama. O kalan bir saati, kafede karnımı doyurarak geçirmeye karar veriyorum. Beynim uğulduyor, tüm kaslarım taşlaşmış vaziyette, boş gözlerle, etraftan beni süzen yüzlere bakıyorum, tek tek. Ne benim boş bakışlarım onlara, ne de onların soru işaretleri çakan gözleri bana, bir şey ifade ediyor. Önüme gelen şaşlık ve yanında birayı nasıl bitirdiğimi bile hatırlamıyorum. Otele döndüğümde, müzik aynı perdeden devam ederken, kızların çığlıkları -sanki- birkaç misli artmıştı. Deşarj mı desem, orgazm mı, bilemiyorum. Odama çıkıp, yataktaki ikinci yastıkla da açıkta kalan kulağımı tıkıyorum. Piyanist-şantörün zımbırtısından çıkan bas temposuna, kalbimin ritmini uydurmaya çalışarak uykuya daldım. Aralsk ve sonrası Ertesi sabaha kadarki deliksiz uykudan sonra uyandığımda, çılgın partinin sona erdiğini sevinerek fark ettim. Arabamı, park ettiğim karşı evin bahçesinden alıp, kasabanın kraterlerle dolu toprak yollarında kısa bir tur attım. 1993’te geldiğimde kaldığım otel binası olduğunu tahmin ettiğim bina artık metruk bir vaziyette. Beni, Kızıl Orda’dan gelen trenden karşılayan kasabanın proleter giysili ve şapkalı ileri gelenleri, tozlu yollardan yürüyerek vardığımız hükümet binasında, duvarda halâ asılı duran Lenin’İn yağlı boya tablosunun olduğu makam odasında kısa bir konuşma yaptıktan sonra, o otele bırakmışlardı. Otelin, duş ve tuvaleti olmadığından, tuvalet ihtiyacını, bahçedeki derme çatma kulübede, yerdeki tahtanın ortasındaki deliğe düşmemeye çalışarak gideriyordunuz. Buraya kadar her şey kabul edilebilir de, elektrik olmadığı için, gece karanlığında kulübeyi ancak “ayak yordamı”yla bulmak ve aynı yöntemle o deliğin içine düşmemeye çalışmak, üstesinden gelinmesi hayli zor ve stresli bir maceraydı. O maceralı gecenin ardından, ertesi gün gideceğimiz köy yollarına düşünce, işimi bir haftada bitirme planımın tümüyle bir rüyaya dönüştüğünü hayal kırıklığı ile fark etmiştim. Sonrasında, işi planladığım sürede tamamlayabilmek için yakındaki askeri üsten helikopter kiralama hikayem ise, sonraları şirkette bir efsaneye dönüştü. İşte böyle bir arazi görevinden döndüğüm gün, daha önceki yazımda anlattığım Uralsk seyahatine apar-topar gitmek zorunda kaldım. Şimdi anlayabildiniz mi, sıfır dereceye yakın suyun altında duş alma cesaretimin sebebini? Aralsk, -neredeyse- halâ o eski halinde. Tek farkla, ana caddelerinden ikisi asfalt. Gerisi, ama daha büyümüş haliyle, halâ toprak ve çukur yollar. Aral Gölü kıyısı ise daha da uzaklaşmış. Zaten o zaman da uzaktı, şimdi daha da uzak. Aral Gölü (ya da, Batılı kaynaklara göre, Aral Denizi) ile ilgili hikayeyi ne kadarınız bilir, bilemiyorum. Ben, 1993’te yılındaki seyahatimde, Aralsk’a gelmeden hemen önce öğrenmiştim. Coğrayfyaya, hele benim gibi haritaları, atlasları incelemeye meraklı olanlarınız, Aral Gölü’nü şu aşağıdaki şekliyle anımsarlar. Halâ daha birçok haritada, aşağıda görünen 1960’taki haliyledir: Ancak, şu anda, aşağıda gördüğünüz uydu fotoğrafındaki duruma gelmiştir: 1960’tan sonra ne mi oldu? 1918’de Sovyetler Birliği’nde başlayan büyük sulama projesi kapsamında, Aral Gölü’nü güney-doğudan besleyen ve Pamir Dağları’ndan doğan Amu Derya ile, kuzey-doğudan besleyen ve Tiyenşan Dağları’ndan doğan Sir Derya Nehirleri’nin suyu, Kazakistan’ın orta-batısındaki büyük Kızılkum Çölü’nün, Özbekistan ve Türkmenistan’daki çorak arzilerin tarıma açılabilmesi için sulama amacıyla kullanılmasına karar verildi; özellikle pamuk ve -çok fazla belirtilmez ama- pirinç tarımının geliştirilmesi için. Amaç, Sovyetler Birliği’ni dünyanın pamuk devi yapmak, ülkenin pirinç ihtiyacını bu çorak toprakları verimlendirerek sağlamaktı. Planlayan bilim adamları, bu kullanımın Aral Gölü’nü belli oranda kurutacağının farkındaydı. Bu konuda Polit Büro’yu ikna etmeleri mümkün, daha doğrusu, söz konusu olamadı. Aslında, plânlanan kuruma böyle bir felâkete sebep açacak büyüklükte de öngörülmemişti, başta. En azından, kuzey-doğudaki Aralsk ve güneydeki Muynak’ın (şimdi, Özbekistan sınırları içerisindedir), Aral Gölü kıyısındaki liman konumları bozulmayacak, böylece bu iki şehirde yaşayan ve geçimlerini tümüyle bu gölde balıkçılık yaparak ya da buralarda kurulu balık işleme tesislerinde çalışarak sağlayan insanları etkilemeyecekti. Ama, öyle olmadı. Aral Gölü’nü besleyen bu iki nehrin suyunu büyük bir açlıkla yutan tarım alanları, gölün suyunun büyük bir hızla azalmasına, zamanla gölün parçalanmasına sebep olacaktı. 1960’ların başında başlayan çekilme, su seviyesinin yılda 20cm civarında azalmasına sebep olurken bu hız, 70’lerde yılda 50-60cm’ye, 80’lerden sonra daha da artarak son yıllarda 80-90cm’ye kadar yükselmiştir. Sonuçta, Aral Gölü, yüzey büyüklüğü açısından ilk halinin %10’una inmiş, sudaki tuz oranı da önceki halinin 10 katına çıkmıştır. Kuzey (ya da Küçük) ve Güney Aral olmak üzere ikiye ayrılan gölün güney parçası, bu hızla çekilme devam ederse yaklaşık 15 yılda tümüyle yok olacaktır. Güney Aral’da avlanacak balık kalmamıştır. Gölün kuruyan bölgelerinde toprak yüzeyinde biriken tuz ve zehirli madde artıkları (daha önceden göl suyuna karışmış endüstriyel atıklardan kalan) rüzgarlarla toz halinde çevredeki ekili alanlara ve yerleşim yerlerine taşınmakta, burada tarım alanlarının yok olmasına, insanlarda gırtlak ve akciğer kanseri oranını ciddi şekilde artmasına neden olmaktadır. Sonuç tam bir çevresel felaket olmuştur. Aral Gölü’yle ilgili verecek iç karartıcı daha çok bilgi var ama, fazlası sizin de, benim de sağlığımızı bozacak. İyisi mi, Aral’ın sorunlarını, sonuçlarına katlanmaya mahkûm bırakılmış olan sakinlerine terk edip, seyahate devam edelim. Korkut Ata Aralsk’ı, kaderiyle baş başa bırakıp yola çıktım. Tozu dumana katarak ilerlerken, Jangaqazalı’yı geçince, birazdan yolun sağında, hafifçe bir tepeliğin üzerinde görkemli ve yeni yapıldığı belli olan bir anıtın yükseldiğini fark ettim. Anıtın girişine yanaştığımda Kazakça ve Kiril alfabesiyle yazılmış “Korkut Ata” ibaresini gördüm (bu arada, Kiril alfabesiyle Kazakça okuyabildiğimi de ispatlamış oldum). Korku Ata; yani, Dede Korkut. Oğuz Türkleri’nin Bayat Boyu’ndan Dede Korkut’un doğduğu yer burası; Sir Derya Nehri’nin Aral Gölü’ne döküldüğü yer. Sir Derya Nehri Aral’a dökülebilmek için artık çok daha uzun bir yol kat etmek zorunda. Dede Korkut adını duymayanınız, bilmeyeniniz yoktur sanırım, destanlarından. Anadolu’da kuşaktan kuşağa aktarılan destanları, doğduğu yıllardan (9 ilâ 11. yüzyıllar arasında bir tarihte doğduğu rivayet olunuyor) çok sonraları, 15. yüzyılda Akkoyunlular devrinde kaleme alınıyor. O devirden günümüze kalabilen iki el yazmasından birisi şimdi Dresden, diğeri Vatikan kütüphanelerinde bulunuyor. İşte böyle! Baykonur Yola devam. Sırada Baykonur var. Baykonur Kosmodrom’u, yıllarca Sovyetler Birliği’nin, şimdi de Rusya’nın, uzay araştırmaları merkezi olmuş. Dünyada ilk insanlı uzay aracı bu uzay üssünden fırlatılan bir roketle uzaya gönderilmiş, 1961 yılında. Aslında söylentiler, Yuri Gagarin’in, Baykonur Kosmodrom’un yaklaşık 300km kuzey-doğusundaki bir başka ve yeri halâ bilinmeyen bir üsten uzaya gönderildiği, ancak Sovyetler Birliği’nin Uluslararası havacılık ve Uzay Federasyonu’na roketin Baykonur’dan fırlatıldığını bildirdiği yönünde. Ben, söylenenlerin yalacısıyım. Yine bazı söylentiler, bir takım izinlerle bazı “meraklı” gruplarının Kozmodrom’u gezdikleri, herkesçe görülmesinde sakınca olmayan yerleri gördükleri yönünde. Benim de amacım, şans eseri Baykonur Kosmodrom’a girmek için izin koparmak. Bu, tabii pek kolay değil. Birazdan, uzaktan Kozmodrom’un komuta merkezi hayal-meyal belirmeye başladı. Görüntü, 1993 yılında Kızıl Orda-Aralsk arasındaki tren yolculuğumda, kompartmandakilerin gösterdiğinden hatırımda. O tren yolculuğundan tek hatırladığım -ve hatırlamak istediğim- bu. Zaten, yol boyu, o görüntüyü kollar vaziyetteyim. Ana asfalttan, Kozmodrom’a ayrılan dümdüz yola giriyorum. Birazdan, güvenlik tarafından yolum kesiliyor. Nazik Rus görevliler, daha ileriye gidemeyeceğimi belirtir bir şeyler söylüyorlar. İzin almak istediğimi söylediğimde, Baykonur kentindeki idare merkezine gitmem gerektiğini belirtiyorlar. Baykonur Kozmodrom, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra geçen çalkantılı dönemin ardından1994 yılında Kazakistan Hükümeti tarafından, yıllığı 120 milyon Dolara’a, 50 yıl süreyle Rusya’ya kiralandı. Bu anlaşmanın ardından, Kozmodrom’un olduğu yer ile, Baykonur kentinin, önceden bilim adamlarının ve diğer Kozmodrom görevlilerinin yerleşimi ve bazı üretim tesisleri olarak kullanılan bölümü Rusya sınırlarına dahil edildi. Yani, Baykonur kenti ikiye bölündü; Kazakistan Byakonuru ve Rusya Baykonuru olarak. Ben de, Rusya Baykonuru tarafındaki idare merkezine gideceğim. Baykonur kentine girince, sağa doğru köhne Kazakistan Baykonuru’na giden yol ayrılıyor. Diğer yol ise, ileride arabaların önünde kuyruk oluşturdukları Rusya Baykonuru’na giren kapıya doğru gidiyor. Biz de sıraya girdik. Uzay üssünde görevli kişilerin arabaları, kısa bir kontrolden sonra içeri giriyorlar. Sıra bana geldiğinde, turist olduğumu ve üssü gezmek için izin almak istediğimi söylüyorum. Rus askeri, nazikçe arabamı park yerine alıp, evraklarımla güvenlik binasına gelmemi rica ediyor. Nezaketini, her cümlesinin ardına eklediği “pajalsta” (“lütfen”) kelimelerinden anlıyorum. Arabayı park edip, güvenlik binasına gittim. İngilizce bilen bir görevli, saatin geç olduğunu (14:30 gibiydi), izin için başvurumu ancak ertesi gün yapabileceğimi, gerekli incelemelerden sonra giriş izninin verilebileceğini, bunun da birkaç gün alabileceğini -yine aynı nezaketle- söylüyor. Yani, girmem mümkün değil. Peki, ne yapalım? Biz de girmeyiz. Sizler de, bu tarihi ana şahit olamayacaksınız. Gerisin geri, ana yola çıkıyorum. Bu arada, dikkatimi çeken bir nokta, giriş kapısındaki benzin istasyonunda yakıt fiyatlarının Tenge değil, Ruble olarak yazılmış olmasıydı. Yani, tam Rusya. Gözlerden güvenli bir şekilde uzaklaştığıma kanaat getirdiğimde, 200-400mm objektifimi kılıfından çıkartıp -hiç olmazsa- aşağıdaki fotoğrafı çektim: Baykonur Kozmodrom’un komuta merkezi. Fırlatma platformu ise, çook daha uzaklarda; görünmüyor. Böylece, James Bond filmlerini aratmayacak bir casusluk macerasına da imza atmış bulunuyorum. Umarım, Rusya’yı terk edene kadar bu resim, birileri tarafından fark edilmez : ) Kızıl Orda Akşam, Kızıl Orda’ya vardığımda, sakin caddelerde turalarken bulduğum ilk otele yerleşiyorum. Biraz pahalı ama önceki gece gürültülü otelde, bitkin haldeki konaklamanın ardından, rahat ve konforlu bir konaklamayı hak ettim sanırım. Burada yine bir “es” verip, yine 1993’e, Kızıl Orda anıma dönmek istiyorum. O yıl, şirkette yapılan ve Kazakistan’dan gelen bir heyetin de katıldığı toplantıda, Kazak telekom’un Kızıl Orda Rayonu (Bölgesi) sorumlusu Yekaterina Yuvşenko (soyadını yanlış hatırlıyor olabilirim), sonradan dahil olduğum toplantı salonuna girdiğimde beni tepeden tırnağa süzüp, yanındaki yardımcısıyla bir şeyler fısıldaştıktan sonra bana dönüp “handsome” (“yakışıklı”) demişti. 60’larındaki Rus asıllı Yekaterina, birkaç hafta sonra yapacağım Kazakistan seyahatimin Kızıl Orda bölümünde beni evinde kahvaltıya davet ettiğini söyledikten sonra, gelirken bir şişe Campari ile gelmemi buyurmuştu. Alma ta’dan bindiğim uçaktan beni karşılayan heyetle birlikte Yekaterina’nın iki katlı, eski ama -o zaman standartlarına göre-lüks evine gittiğimizde, hanım-ağa bizi kırmızı kadife sabahlığıyla kapıda karşılamıştı. Evindekilere emirler yağdırarak kurdurduğu kahvaltı sofrasında çayla başlayan kahvaltımız, birkaç şişe votka ile devam ettikten sonra, sofranın başköşesinde duran hediye Campari’nin dağıtıldığı bardakların tokuşturulması ile sona ermişti. Hayatta en nefret ettiğim içkilerden biri olan Campari’yi de böylece sek olarak, ama, önden içilen birkaç kadeh votkanın etkisiyle, hissetmeden mideye yuvarlamıştım. Sonrasında korktuğum başıma gelmemiş, Yekaterina tarafından tecavüze uğramadan, geldiğim gibi, aynı heyetle evinden ayrılırken, uzattığı eli nazikçe öpmüştüm. Sonrasında, Aralsk’a kadar olan 2 gün-bir gece süren ve votka banyosunda boğulma raddesine geldiğim korkunç yolculuğu anlatmak bile istemiyorum. Hayatımın en zor yolculuğunu, içtiğim limitsiz votka sayesinde zaten istesem de hatırlayıp anlatamam. Aralsk’ta trenden indikten sonraki kısmını, zaten, önceden anlatmıştım. O anlattıklarıma, bir de damarlarımda dolaşan -az miktarda- kanla karışık -çok miktarda- votkayı ilave ettiğinizde, hal-i pür melâlimin nasıl olduğunu varın, siz düşünün. Kızıl Orda (sanmayın ki, Kızıl Ordu demek. “Orda”, başkent anlamına geliyor), 1925-27 yılları arasında Sovyet Kazakistanı’na başkentlik yapmış. Ancak, demiryolunun tamamlanmasının ardından, bu ünvanını, daha ılıman iklime sahip Alma Ata’ya kaptırmış. O zamanlardan kalan tek işaret ise tren istasyonu. Gerisi tümüyle yenilenen şehirden ben hiçbir şey hatırlayamadım, doğrusu. O nedenle Yekaterina’nın evini de bulamadım : ) Halâ hayatta mıdır acaba? Not: Ali Eriç'in “Arabamla Dünya Turu” gezisinin başlangıcı ile ilgili detaylar için Arabamla Dünya Turu – Türkiye (Başlangıç – Karadeniz) gezi yazısını okuyabilirsiniz. |