Arabamla Dünya Turu – Rusya : 3 (Altay Cumhuriyeti -Telestkoe Gölü)

Rusya’daki gezimiz devam ediyor...Altay olarak anılan bölge, esas olarak Çin, Moğolistan ve Kazakistan’ın birleştiği köşede yer alır. Ancak, bölgenin kuzeyi, Rusya’da Sibirya’nın güney kısmını da taşar. Burası, Rusya’nın Altay Bölgesi (Altai Krai) olarak anılır. Ancak, bu bölgenin içerisindeki bir kısım Altay Cumhuriyeti’dir (Altay Respublika). Altay Bölgesi (Altai Krai), Rusya Federasyonu’nun bir parçasıdır. Ancak, Altay Cumhuriyeti ise, Rusya’ya bağlı özerk bir cumhuriyettir ve kendine ait bir yönetimi, bir devleti, devlet başkanı vardır. Altay Bölgesi’nin merkezi Barnaul şehridir; Altay Cumhuriyeti’nin başkenti ise Gorno-Altaysk’tır. Bu iki farklı politik yapıyı birbirine karıştırmamak lâzım. Ruslar ve Altay’lar bu konuda oldukça hassas davranırlar. Halbuki, Lonely Planet bu konuda gereken hassasiyeti göstermemiş, maalesef.

Altay Bölgesi nüfusunun %92’si Rus’tur. Geri kalanların büyük kısmını (%5) Almanlar (şaşırtıcı değil mi? Stalin döneminin “mucizesi”dir) oluşturur. Bunun dışında Beyaz Ruslar (yani Bela-Rus), Kıpçaklar v.s. Altay Cumhuriyeti ise, Altaylar’ın (yani, Altay insanları anlamında, “Altaylılar” demiyorlar) ülkesi olmasına rağmen, halâ nüfus bakımından azınlıkta kalıyorlar (ancak, %33.5 kadarı). Rus nüfusu burada da açık farkla başı çekiyor: %57.5 gibi. Geri kalanı ise, çoğunluğu Kazaklar’dan oluşan diğer etnik gruplar.

Altaylar, Türk kökenliler. Konuştukları dil, yani Altayca da, Türk dillerinin Kuzey alt grubuna ait olarak sınıflandırılıyor. Kıpçak Türkçesi ve Kırgızca’yla aynı gruptan olduğu söyleniyor. Olabilir de, bana hiç öyle gelmedi. Gerek Kıpçaklar’ın, gerekse Kırgızlar’ın Türkçeleri’ni ben gayet rahat anlayabiliyordum; en azından Kazakça’dan daha rahat… Ama, açık söyleyeyim, konuştuğum Altay kadının söylediklerinden hiç, ama hiçbir şey anlamadım. Tabii, o da benim söylediklerimden… Nereden icap etti Altay kadınla konuşmak, derseniz, anlatayım.

Artıbaş yolu, Biya Nehri Kıyısı boyunca kıvrıla kıvrıla gidiyor...

Önceki yazımda söylemiştim; Altay Cumhuriyetine girmek için -belki- vize istenmiyor ama, yine de bir “izin” formalitesi koymuşlar. Gerçekten, “formaliteden” bir izin bu. Gorno-Altaysk’ta, İçişleri Baknlığı Yabancılar Şubesi’ne (bizde adı öyledir ya) gidip, başvuru yapıyorsunuz, onlar da size izin veriyor. Yalnız bunun için, size Rusya vizenizi alırken sponsor olan Rus kişi ya da kuruluşun, sponsorluk başvurusunda, sizin Altay Cumhuriyeti’ni de ziyaret edeceğinizi belirtilmiş olması gerekiyor. Belirtilmemişse ne mi oluyor? Hiçbir şey. Ona da sıra gelecek.

Şimdi, biraz hızlı gittik. Filmi geri sarıp, Gorno-Altaysk’a yeniden başlayayım. Benim Gorno-Altaysk’a varışım 5 Temmuz Pazar gününe rastladı. Ortalık Rus turist kaynıyor. Şehir merkezindeki iki otel tümüyle dolu. Benim şehirdeki tek amacım, pazartesi sabahı gereken izin işlemini tamamladıktan sonra, güneye; dağlara, ormanlara ve göllere doğru yollanmak. Kutsal kitapta yazılı üçüncü otel şehrin biraz dışında. Onu ararken ve -haritayı yanlış yorumlamam nedeniyle- bulamazken, şehre oldukça uzak, bizdeki Belediye Fen İşleri Müdürlüğü garajları misilli bir yere bitişik ufacık bir otel fark ettim. Otelin adı yok. Ya da var; tabelasında “Gastinitza” yazıyor. Yani, “Otel”. 4 ya da 5 oda var. En küçüğü 2 kişilik. Odayı bir başkasıyla paylaşmak kaydıyla (benim kaydım değil bu, tabii) tutuyorum, tereddüt etmeden. Tereddüt etmiyorum çünkü, otelde ben ve resepsiyon görevlisi-temizlik sorumlusu v.s. işlere bakan tek bir kadından başka kimse yok; geleceği de yok. Bu kadar ücra bir köşeye -sanki özellikle- gizlenmiş bir oteli kimse bulamaz (ben buldum, ama).

Artıbaş Köyü...


Telestkoe Gölü, güney bölümü

Çamaşırlarımı yıkayıp, şehirdeki tek internet erişim noktası olarak gösterilen postaneyi bulmak üzere yola çıktım. maalesef, kapı duvar.Kalan zamanımı, Rusya’daki café zinciri Traveller’s Café’de yazımı yazarak geçirdim.

Telestkoe Gölü, kuzey bölümü

Ertesi gün erkenden yabancılar şubesine gittim. Benden başka yabancı olmaması ve Altayca ve Rusça’dan başka dil bilmemeleri nedeni ile içeriden, “Müdiranım” olduğunu tahmin ettiğim, 35-40 yaşlarında, yüksek topuklarıyla attığı her adımı karşısındakinin beynine çakarcasına sağlam yürüyen, güzel vücutlu ve despot görünüşlü hanımı çağırdılar. “Herhalde bu hanım İngilizce biliyor ki…” diye düşünüyorum ama, maalesef. “Yardıma muhtaç zavallı turist” rolümü iyi oynamış olacağım ki, masanın başında oturttukları iskemlede beni hafifçe yana iterek, açılan ufacık yere poposunun yarısını iliştirip, tamamı Rusça ve Altayca yazılı formu benim için doldurmaya başladı. İskemleden payıma düşen bölümü tamamıyla terk edip, tümünü onun kullanımına sunsam -en azından- ben rahat edeceğim ama, bu nazik hareketimin onun üzerinde yaratacağı etkinin ne yönde olacağını bilemiyorum. İyisi mi, durumu hiç bozmadan, formun tamamlanmasını beklemek.

Gariptir ki, oturuşumuzdaki bu samimi durum, ne oraya iş takibi için gelmiş birkaç vatandaşı, ne de çevredeki masalarda oturan diğer çalışanları hiç de etkilemiş gibi gözükmüyor. Ben ise, yetiştirildiğim “mazbut” toplumun bana verdiği terbiye ile, vücudumuzun “uygunsuz” bölgelerinin birbirleriyle temas halinde olmasından son derece rahatsız, bir gören olur da Buket’in kulağına gider ve yanlış anlaşılırım endişesiyle huzursuzum. Formun bilmediğim bir noktasına gelip de, pasaportumun Rusya vizesinin olduğu sayfasını incelediğinde, hanım ağanın kaşlarından biri yukarıya doğru kalktı. Eyvah! Bir sorun var galiba. Ya bu sorunu aşmak için de başka uygunsuz bir pozisyona girmek zorunda kalırsam? Beni elimden tutup, kapısı şifreli kilitle açılan odaya soktu. Korktuğum başıma geliyor galiba. İşin kötüsü, devamını yazamayacağım. İçeride başkalarının da olması yüreğime biraz su serpti ama, ya diğer taraftakiler gibi, bunlar da bana yapılacakları umursamazsa? Ben bu fantezilerle bunalırken, masalardan birindeki telefonun ahizesini kaldırıp bir numara çevirdi. Karşısına çıkan kişiye kısaca bir şeyler söyleyip, ahizeyi bana uzattı. Anladım ki, İngilizce bilen birisinin yardımına başvurduk. Ohh, rahatladım. Karşımdaki bayan, kendisinin bir turizm acentesi olduğunu, Altay Cumhuriyeti’ne giriş izni almak için ya bunun Rusya vizemde belirtilmiş olması, ya da bir Altay turizm acentesinin aracılığının gerektiğini söyledi. Mesarifi US$14.00. Yirmi dakika sonra oraya gelip, gereken yardımı yapacağını söyledi. İşte bu kadar basit. Yarım saat sonar gereken izin kağıdını almıştım; us$14.00 karşılığı Ruble’yi ödedikten sonra. Şimdi, doğru Artıbaş’a, Altay Cumhuriyeti’nin en etkileyici doğal güzelliklerinin olduğu Teletskoe Gölü kıyısına.

Seminsk Geçidi, râkım fazla değil, 1,717m

Altay, yüksek sıradağları (Altay Dağları), akarsuları, muazzam yüksek çam ağaçlarının çoğunlukta olduğu ormanları ve irili ufaklı birçok gölüyle muhteşem güzellikte bir doğaya sahip. Bu nedenle, Unesco Dünya mirası listesine “Altın Dağlar” adıyla girmeye hak kazanmış. Bu özelliği nedeniyle, çoklukla Rus olmak üzere birçok Avrupalı turisti cezp ediyor; Türkler hariç. Rafting, kayak, yüzme dahil birçok su sporları (su kayağı, yelken sörfü, yelken, kürek v.s.), para-gliding, dağ bisikleti, trekking, dağcılık, kaya tırmanışı gibi birçok spor aktivitesi için ideal ortam sunan Altay, özellikle uç-sporlara (extreme sports) meraklı insanları kendine çekiyor.

Telestkoe Gölü kıyısında güneye doğru toprak yolda ilerleyip, kendime kamp yapmak için uygun bir yer aradım. Sinek ve sivrisineklerin bolluğu, ormanlık alandan uzaklaşmam gerektiğini söylüyor bana.

Bu nedenle, Artıbaş Köyü’nün ortasında, ama en güzel göl manzarasının olduğu noktada Lando’yu park edip, çadırımı açtım. Daha önce olduğunun aksine, köy ahalisi uzaktan ama meraklı bakışlarla süzmekle yetindi, sadece. Cesur meraklılar ise, daha çok yöreye tatile gelen ve Artıbaş’ta konaklayan Avrupalı turist gruplardı. Akşamüstü, yorucu günlük turlarından dönüp, gruplar halinde köyde yürüyüşe çıkan hemen hemen tüm turistler gelip kâh garip görünüşlü Lando’yla fotoğraf çektiler, kâh benimle seyahatim üzerine sohbet ettiler. Bendeniz ise, masamın başında, son kalan hazır etli kurufasulyelerimden biriyle karnımı doyurup, yemekten sonra da Moğolistan kitabı eşliğinde bira sefasıyla gecenin karanlığını getirdim. Bundan önce anlatmayı unuttum, kuzeye doğru çıktıkça geceler uzamaya başlamıştı. Şu ana kadarki en kuzey noktam olan Tomsk’ta hava gece 11:30 gibi tamamiyle kararıp, sabaha karşı 03:30-04:00 gibi de aydınlanmaya başlıyordu. Burada da fena sayılmaz; saat dokuz buçuğa kadar dışarıda kitap okumaya yetecek ışık oluyor.

Karakol’da “geleneksel” II. Dünya Savaşı Anıtı

Gecenin bu kadar soğuk olacağını tahmin etmemiştim. Yine de soğuğa karşı kendimce tedbirimi almama rağmen ve aldığım bu “tedbirlerin” tamamını üzerime giymiş olmama rağmen, yine de sabaha kadar iyi üşüdüm. Sabah kahvaltısını özellikle güneşin altında yapıp, iliklerimi ısıttım. Sabah uyandığımda , mekânımı benden özenip paylaşan genç bir çiftin de çadır kurmuş olduğunu fark ettim. Gecenin kaçında gelip de çadırlarını kurdular bilemiyorum ama, çok sessiz davranmış olmalılar ki, hiç duymadım.

Ertesi gün Artıbaş’tan ayrılıp, Moğolistan sınırına doğru yola çıktım. Mesafe, bir günde Moğolistan’a geçemeyeceğim kadar uzun. O nedenle akşam, yolda Katun Nehri kıyısında kamp yaptım.

Katun Nehri’nde kamp

8 Temmuz Çarşamba günü, öğleye doğru toparlanıp, kitapta yazdığı gibi Moğolistan gümrüğünün saat 18:00’de kapanacağı ihtimalini göz önüne alarak yola çıktım. Sınıra yaklaştıkça doğa, Moğolistan’a yakınlaştığımızı bildirircesine çoraklaşmaya, ormanlar steplere dönüşmeye başladı. Saat 17:00 civarında Rusya sınırını kısa bir kontrol ardından geçtim.

Sonraki yazım Moğolistan maceralarımla başlıyor. Beni izlemeye devam edin.