Arabamla Dünya Turu – Moğolistan 4 (Amarbuyand, Bayanhongor ve Karakurum)

Altay’dan çıkışımdan sonra yollar yine çatallaşmaya ve seçmece karpuz misali önümde çoğalmaya başladılar. GPS’te hiçbiri görünmeyen yollar yerine, bazıları var olan köyleri kerteriz alarak, elimdeki kağıt haritadaki diğer köy ve kavşak yerlerini tahmini olarak GPS’e yükledim. Tabii, çoğu benim tahmin ettiğim noktalardan oldukça farklı yerlerde çıkbiliyor. Yine de, topraktaki tekerlek izlerini de takip ederek, gideceğim yolu bulabiliyorum. Bugünkü hedefim Bayan-Öndör’ün 50-60km batısında bulunduğunu tahmin ettiğim Amarbuyand Manastırı. Zaman zaman zorlaşsa da, genelde fazla engebeli olmayan bir “yol”da, uçsuz bucaksız “hiçliğin” ortasında ilerliyorum.

Yolda, mazot aldığım köyün çıkışında


Hiçlik

Akşam hava karardığında halâ Amarbuyand Manastırı’na varamamıştım. Bayan-Höngör köyünü geçtikten biraz sonra, güneydeki kayalıkların arasında kamp yapmaya karar verdim. Buralarda gece yolculuk etmek, araca büyük hasar verdirme riskinden fazla, kesinlikle kaybolmak demek. Bugün katettiğim mesafe toplam 329km. Hiç fena sayılmaz. Gece, milyonlarca yıldızın altında yemeğimi yiyip yattım.

Yön tabelası bilmecesi. Moğolistan´da rastladığım ikinci tabeladır

Bu arada, “Bayan” adı aklınıza bizdeki anlamını getirmesin sakın. Moğolca’da bayan “zengin” demek. Bu ön-adı o kadar çok kullanıyorlar ki; Bayan Ölgii, Bayan-Öndör, Bayanhongor, Bayantsagaan, Bayandzürh, Bayan-Uul, Bayan…, Bayan… Bayıyor yani.

Bayan-Öndör yakınında kamp yerim


Amarbuyand Manastırı
Sabah hızlı bir kahvaltı ardından Amarbuyand Manastırı’nı bulmak için yola çıktım. Oraya ulaşmak için, gece sırtımı yaslayıp kamp yaptığım kayalıkları aşmam lâzım. Yerdeki yol izlerinin hepsi, kayalıklar arasındaki daracık bir boğaza doğru birleşiyor. Kayalıkların arasında -ve üzerinde- fazla sarsılmamaya özen göstererek ilerliyorum ama, bu tabii mümkün değil. Yine de geçtik tabii boğazı. Önümde tümüyle Gobi Çölü uzanıyor.

Geçide giriyorum

Amarbuyand Manastırı, zamanında 1000 kadar Budist rahibin yaşadığı bir yermiş. Moğolistan’da Stalin dönemini ufak “sıyrıklar”la atlatan ender manastırlardan olan Amarbuyand, bu şansı, derin bir çukurluğun içerisinde inşa edilmesine borçlu. gerçekten de, çukurluğun kenarına gelene kadar etraftan hiç bir şey görünmüyor.

Amarbuyand Manastırı´nın panoraması

Bu nedenledir ki, Stalin’in askerleri de bulamamışlar herhalde. Eski manastırdan çok bir şey kalmamış ama hala görülmeye değer yerleri var. Manastırın bir özelliği de, 13. Dalay Lama’nın 1904 yılında, bir yolculuğu sırasında burada 10 gün kalmış olması. Bu ziyaretinde yaptığı ovoo’ya, ona hürmeten, bir daha taş yerleştirilmemiş.

13. DalayLama´nın ovoo´su


...ve bir fotoğraf daha

Manastırdan sonra, Shinejinst üzerinden Bon Tsagaan Gölü’ne, oradan da Bayanhongor’a ulaşmak niyetindeyim. Ama, bu pek kolay olmadı. Bir ara tümüyle kaybolduğumu sandım. Çölde, yaklaşık 2 saatlik zig-zaglar ve ileri geri hareketler sonunda Shinejinst’e, arkasından da Tsagaan Gölü’ne ulaşmayı başardım.

Çöl; Yani, yalnızlık


Bayanhongor ve Karakurum
Akşam, Bayanhongor’a vardığımda saat 9’du. Moğolistan’a girdiğimden beri, yani 18 gündür ilk kez yolları asfalt olan, trafik ışıklarının olduğu, rengârenk ışıklarla süslü marketler, kafeler ve restoranların bulunduğu, insanların çoluk-çocuk, genç-ihtiyar yollarında dolaştığı bir şehir görüyorum. Bizim görmeye alıştığımız “medeniyet”e yakın bir yer burası. Kaldığım Seul Otel’de masama bir Moğol izin isteyip oturdu. Son derece kısıtlı İngilizcesi’yle, jeolog olduğunu ve altın madeni işinde çalıştığını söyledi. Burada bir es verip, Moğolistan’ın ekonomisine biraz dokunalım.

Moğolistan, dünya kayıtlarına göre Orta Asya’nın en yoksul ülkesi. Kişi başı yıllık gelir US$100.00’ın altında. Aslında, son krizde Moğolistan Tögrög’ünün Amerikan Doları karşısında değer yitirmesi ardından (ne gariptir ki, dünyanın her yerinde Dolar düşerken, burada değer kazanmış) bu rakam US$85.00’a kadar düşmüş. Ülkenin bu durumu yanında, özellikle büyük şehirlerde, başta Hummer olmak üzere, lüks dört çekerler sıkça görmek mümkün. Her eski Sovyet Cumhuriyeti’nde olduğu gibi, burada da kısa zamanda köşeyi dönenler bu “sosyal statü sembolleri” içerisine kurulmuş ve kural tanımaz edalarıyla caddelerde fink atıyorlar. Ancak, koca ülkenin 2.5 milyoncuk nüfusu göz önüne alındığında, bu “sembollü” kalantorların oranı, diğer ülkelerdekilere kıyasla oldukça yüksek kalıyor. Peki, bu değirmen nereden besleniyor? Aslında, Moğolistan’ın hiç de yabana atılmayacak ölçüde, başta bakır ve altın olmak üzere, büyük yer altı zenginliği var. Eski Sovyet Cumhuriyetleri’nden böyle zenginlikleri olanlar da, Birliğin dağılmasını ardından diğerleri gibi sudan çıkmış balığa döndüler. Ancak, doğal kaynakları zengin olan ülkelerde yaşayan ve her ortama uyum sağlama kabiliyetinde olan bazıları, bu zenginliklerden “öncelikli” çıkar elde etmenin bir şekilde yolunu buldular. …ve sonunda, başta -örneğin- Roman Abromovich gibileri olmak üzere, yukarıda bahsettiğim “sembollü” kalantorlar doğdu. Bunların ardından gelen ve fizyolojik yapıları bu ani değişime onlar kadar hızlı adapte olamayan ama, yine de içlerinde girişimci ruh taşıyanlar da, işte bayanhongor’daki Seul Otle’de masama oturan jeolog gibi, kendilerine kısa yoldan zengin olma yöntemleri aramaya başladılar. Moğolistan’da bunun en bariz örneği bu “altın madeni işi”nde çalışanlar. Aslında onların yaptıkları, adları “Ninja” olarak anılan bazı illegal altın madencilerinin ellerinden altınları ucuz fiyata toplayıp, bunları -genellikle Çinli tacirlere- satmak. Aslında bu iş bu kadar basit değil. Çok daha karmaşık, girift bir silsile var. Ama, basitçe bu şekilde anlatılabilir. Bu işten en kârlı çıkanların Çinli tacirler olduğu söyleniyor; en garibanları ise tabii Ninjalar. Ninjalar’ın yaptığı, altın madeni olan bölgelerde toprağı kazarak, kazdıkları topraktan, o Western filmlerinde gördüğümüz “suda çökertme” yöntemiyle altın elde etmek. Yani bahsi geçen, Ninja başına birkaç gram altın, aslında. Oradan kazanılan para da genellikle alkole yatırılıyor. Dolayısıyla, Moğolistan’da altın madeni olan bölgeler Ninja birahaneleri ile meşhur. Haa, unutmadan; bu bölgelerde araba kullanırken özellikle çok dikkatli olmanız öğütleniyor. Çünkü, her an bir Ninja’nın kazdığı altın çukuruna düşebilirsiniz.

kartal fotoğrafları

Moğolistan’ın doğal kaynaklarının ve dolayısıyla sahip olduğu bu potansiyelin farkında olan yeni hükümetin sahibi olan partinin, halka seçimlerden önceki vaadi, herkese yılda 2,000 Amerikan Doları imiş. Bunu duyan halk da, oyunu bu partiye vermekte tereddüt etmemiş tabii. Seçimlerden sonra bu vaat “aile başın yılda 2,000 Dolar”a dönüşmüş. Şimdilerde ise -herhalde- kara kara ne yapacaklarını düşünüyorlar. Halk da, vaadin gerçekleşeceği hayalini kuruyor. Bu yüzden, personel bulmakta güçlük çeken işveren de -mecburen- cazip ücretler teklif etmek zorunda kalıyor. Yine de eleman bulmak çok güç ve bulunan elemanlar da fazla sadık değiller. Bir yandan işsizlik diz boyu, diğer yandan enflasyon -doğal olarak- almış başını gidiyor. Böyle çelişkilerle dolu da bir ülke işte, Moğolistan.

Ertesi gün Seul Otel’de kahvaltıda, Moğollar’ın, alıştığımız iletişim standartlarından ne kadar uzak olduğunu fiilî olarak yaşadım. Kahvaltı için zar zor verdiğim siparişte çay da vardı. Çay, bildiğimiz çay yani, birçok dilde aynı ya da benzer şekilde telaffuz edilir. Moğolca’da da böyle olduğunu düşünen ben, garson kıza “çay” istediğimi söyledim. Kahvaltının diğer muhteviyatı gelmesine rağmen çay yok ortada. Uzunca bir bekleyişten ve -mümkün olduğunca yavaş davranmama rağmen- kahvaltımın yarısını bitirdikten sonra, yeniden garsonu çağırıp “Çay!” dedim. Anlamadığı yüzünden belli. “Çay, hani, tea”. Tepki yok. “Çay, hani içilir, hüüp, böyle fincanda”; yine başarısız. O sırada bizim jeolog girdi restorana. Ondan yardım istedim, İngilizce. Garsona dönüp “Çay” dedi. E, birader, biz ne istiyoruz bir saattir burada? Meğer “çay” derken “ç” harfini, dilinizi dişlerinizin arkasına dayayıp, yılan tıslaması gibi ses çıkararak telaffuz etmeliymişsiniz. E, pes yani! Sanki onlar “kaz” derken, ben “çay” diyorum. Bir yabancı, sabah kahvaltısında içmek için senden bir şey istiyor. Eliyle fincan işareti, dudağı ve sesiyle içme efekti falan yapıp “çay” diyor. Ama sen, “çay” değil “tsay” diye bildiğin bu “şey”in ne olduğunu anlamıyorsun. Helali hoş olsun, ne diyeyim.

Karakurum (Kharkhorin)
İki fincan tsayla birlikte kahvaltımı bitirdikten sonra yola çıktım. Hedefim Karakurum; ya da Moğolca söylenişi ile Kharkhorin (hani, “x” harfi, genizden “h” gibi, hatırladınız mı?) Karakurum’a ulaşmak için iki seçeneğim var: Ya ana yoldan, Karakurum’un doğusundaki Raşaan’a kadar gidip, Karakurum’a, tekrar batıya döneceğim, ya da, tavuğun tövbe tutamayan bir tarafı gibi Ayvaheer’den, kısa ama tali yolu bulup, direkt Karakurum’a ulaşacağım. Bu ikinci alternatif bana 113km kazandırıyor ama, neye mal olacağını da bilemiyorum. Bayanhongor’dan beri ufuğun üzerini kaplayan kapkara bulutlar, benim hızımda ilerleyip sürekli benden uzakta durdular. Ama, bir yandan da, geçeceğim yollara yüklerini boşaltıp gidiyorlardı, tabii. Bu başta beni sevindirdi çünkü, yağmur yağınca toz kalkmıyor. Ben de mutlu, mesut gidiyorum. Ama, Arvayheer’e yaklaşık 50km kala başlayan düzlükte biriken yağmur suyu, bölgeyi sanki sığ bir göl yapmış. Çok tehlikeli, ama bir o kadar da keyifli bir sürüş oldu ki, sormayın. Durup fotoğraf çekmem, ya da ufak kamerayı video klip moduna getirip, durumu filme almam o kadar riskli ki, bu keyifli anı başkalarıyla paylaşma şansım maalesef yok. Ancak, Arvayeer’den kestirme yola, kuzeye doğru dönünce, dağlara tırmanmaya başlıyorsunuz ki, göl yerine, bir sürü küçücük derelerin içinde gitmeye başlıyorsunuz. Sonunda yukarılara, yaylaya ulaştığınızda etrafta yemyeşil bir düzlük, uçsuz bucaksız uzanıyor. Daha öncen kupkuru gördüğünüz o toprak, yağmurun hemen ardından, bir anda yeşeriveriyor ve işte böyle bir hale bürünüyor:


Çok da yorucu olmayan bir yolculuk ardından Kharkhorin’e vardım, oldukça geç bir saatte. Riverside Ger Camp’ı bulmam çok zor olmadı, her ne kadar yerleştirdikleri oklar gecenin karanlığında çok zor seçilse de… Ben saati 21:30 gibi görüyorum ama, Bayanhongor’dan itibaren zaman dilimi değişmiş bile, farkında değilim. Dolayısıyla, saat 22:30. Çok açım. Kapıda beni karşılayan ve oldukça düzgün İngilizce konuşan yaşlı bayandan, o saatte yemek imkânım olup olmadığını sordum. Hemen gençleri seferber edip bir şeyler hazırlattı.
Riverside, benim Moğolistan’da kaldığım ve kalacak olduğum ger kampları içerisinde en temiz, en düzenli ve disiplinli olanı idi. Ger kampın esas sahibi, beni karşılayan Bayan Duuriimaa’nın oğluymuş aslında. Ama, kendisi ve eşi Ulaanbaatar’da olduklarından, kampı işletmek anneye kalmış; torunlara bakmak da… Koca bir ger bana tahsis edilmiş durumda. Kahvaltı dahil US$18.00. Olur da gidersiniz diye;
Riverside Ger Camp
Kharkhorin
info@riversidecamp.mn
www.riversidecamp.mn
Ms R. Duuriimaa : +976 99753970 ya da +976 96668200

Çingiz Han’ın oğlu Ögeday Han’ın emriyle başkent ilan edilen ve bu yeni unvanına yakışır şekilde yeniden inşa edilen Karakurum, Moğollar için çok da fazla cezbedici olamamış. Genellikle Avrupa ve Asya’ya yapılan seferler sırasında yakalanıp buraya getirilen sanatçı ve bilim insanları ile din adamlarından oluşan nüfusuna ek olarak, Moğolistan’la ticaret yapmak üzere buraya gelmiş yabancı tüccarlardan oluşan kozmopolit bir yapıya sahipmiş. Ögeday Han’ın yaptırdığı saray ise dillere destan. 2 katlı sarayın girişinde yer alan ve yabancı konukların ağırlandığı kabul salonunun yerden ısıtma sistemine sahip olduğu söyleniyor. Şehirdeki görkemli Gümüş Ağaç Çeşmesi’nin ise, Macaristan seferi sırasında yakalanıp buraya getirilen Fransız heykeltıraş ve mücevher tasarımcısı Guillaume Bouchier tarafından tasarlandığı, dallarının ucundan şarap, süt, bal, ayrag (Moğollar’ın kımıza verdikleri isim) gibi “hayat iksirleri” aktığı rivayet olunur. Karakurum, Moğolistan’a 40 yıl başkentlik yapmış, Kubilay Han’ın Kuzey Çin’de Yuan Hanedanlığı’nı kurmasıyla başkent vasfını yitirmiş. Zaten ondan sonra da Moğol İmparatorluğunda iç savaşlar, dağılma süreci başlıyor. Altın Orda devleti Moğol İmparatorluğu’nun varisi olma hakkını iddia ediyorsa da, Kubilay Han kendisini tüm Moğollar’ın Han’ı olarak görüp ilan ediyor, v.s. Şehrin sonu, 1388 yılında Mançurya orduları tarafından yok edilmesiyle geliyor. Bundan sonraki “yeniden doğuş”u ise ancak, 16. yüzyılda burada Erdene Zuu Manastırı’nın inşasıyla gerçekleşiyor.

Orhun Müzesi - Bilge Kaan ve Költigin Yazıtları
Karakurum’un bizler, yani Türkler için önem taşıyan bir vasfı var; Orhun Anıtları. Bir başka deyişle, Bilge Kaan ve Költigin yazıtları. MS 6. ilâ 8. yüzyıllarda Orhun Irmağı (Orhon Gol) çevresinde hüküm süren Türk egemenliği, özelikle Bilge Kaan ve kardeşi Başkomutan Költigin ile Başvezir Tonyukuk zamanında en parlak dönemini yaşıyor (MS 716-734). Onların ölümünden sonra ise Göktürk İmparatorluğu’nda çöküş ve parçalanma dönemi başlıyor.

Orhun Müzesi

İşte bu iki yazıt, Kharkhorin’in 46km kuzeyinde bulunuyor. Költigin Yazıtı, ölümünden sonra abisi Bilge Kaan tarafından diktirilmiş. Onun ölümü ardından da benzer bir yazıtı, oğlu Tenri Kaan hazırlatıp, Költigin Yazıtının yakınına diktirmiş. Her iki anıt da şu anda, 2007 yılında Türk Hükümeti’nin katkısıyla inşa edilmiş Orhun Müzesi’nde, bölgede yapılan kazılarda bulunan diğer Türk eserleri ile birlikte koruma altında tutuluyor. Yazıtların aynı boyutta kopyaları ise, orijinal yerlerinde sergilenmekte. Orhun Müzesi ve anıtlarına Kharkhorin’den ulaşan asfalt yol da yine, Türk Hükümeti’nin katkısıyla yapılarak Moğolistan’a hediye edilmiş.

Bilge Kaan Karayalu - Költigin Yazıtı


Bilge Kaan Yazıtı


Erdene Zuu Manastırı
Kharkhorin’de ziyaret edilecek diğer yer de tabii, Erdene Zuu Manastırı. Erdene Zuu, Moğolcada “Yüz Hazine” demekmiş. Bu manastırın özelliği, Moğolistan’daki ilk Budist manastır olması. 1586 yılında Altay Kaan tarafından yaptırılmış. Uzun yıllar hizmet veren, içerisinde 60 ilâ 100 tapınak olduğu, yoğun ilgi gördüğü dönemlerde 1,000’e yakın keşişin yaşadığı iddia olunan tapınak, 1937 yılında, Stalin’in her türlü dini yapının kapatılması, hatta yıkılması emrini verdiği dönemde kapatılmış. Üç tapınak dışında kalanların hepsi yıkılmış.

Erdene Zuu Manastırı

Bütün keşişler Sibirya’ya sürgüne gönderilmiş ve çoğundan bir daha haber alınamamış. Ancak, enteresan bir şekilde, manastırda bulunan heykel, mask ve diğer eserlerin çoğu, bu vandalizmden kurtulmuşlar. Söylenti, yine de dine ve özellikle Budizm’e saygı duyan Kızıl Ordu subaylarının, bu eserlerin yöre halkı tarafından kaçırılıp saklanmasına göz yumdukları şeklinde. 1965 yılına kadar kapalı kalan Erdene Zuu Manastırı, bu tarihte müze olarak yeniden açılmış; ta ki 1990’da esas amacına uygun hizmet vermeye başlayana kadar da bu şekilde kalmış.


Kharkhorin’de rahat mekânı bulunca, birkaç gün kalıp, hem yazı ve fotoğraf işlerini hallettim, hem de biraz dinlendim. 30 Temmuz sabahı, kuzeye, Hövsgöl’e doğru hareket ettim.

Erdene Zuu Manastırı





Not: Ali Eriç'in “Arabamla Dünya Turu” gezisinin başlangıcı ile ilgili detaylar için Arabamla Dünya Turu – Türkiye (Başlangıç – Karadeniz) gezi yazısını okuyabilirsiniz.