Arabamla Dünya Turu – Moğolistan 5 (Hövsgöl, Tömörbulag)

Yolum yine, dağlardan, tekerlek izlerinden, derelerden, nehirlerden geçerek gidiyor. Güzergâh üzerinde Erdenemendal, Tsetserleg ve Tömörbulag köylerinden sonra Mörön kasabası var. Hesabım, arada bir yerde kamp yapıp, ikinci günde Hövsgöl’e varmak. Erdenemendal’a varmadan biraz önce, sonunda Moğolistan’a girdiğimden beri ilk olarak bir “geyik taşı” gördüm. Ben böyle tercüme ediyorum; aslında İngilizcesi “deer stele”, yani “geyik dikili taşı”. Ama, böyle söylemek biraz zor olduğundan, bundan böyle “geyik taşı” olarak anılacak, tarafımdan.

Geyik Taşı

Bu taşlar, toplumca hürmet edilen kişilerin mezarları üzerine konuluyor. Üzerine bir geyik ile, taşın üst kısmında ay ve güneşi temsil edilen iki yuvarlak oyularak resmediliyor. Şaman kültürüne göre, ölenlerin ruhu, bir geyik boynuzuna binerek gökyüzüne yükselir. Eğer ölen iyi birisi ise ruhu güneşe, kötüyse aya gider, sonunda. Bu “geyik taşları”ndan özellikle Moğolistan’da olmak üzere, Orta Asya’nın birçok yerinde, hatta Doğu Avrupa’da bile bulunduğu söyleniyor. Ben bunlardan -ilki, şu anda anlattığım olmak üzere- yalnızca ikisine rastlayabildim, ancak.

Akşam, hava kararmak üzereyken vardığım Tsetserleg Köyü’nün arkasındaki tepenin üzerinde çadırımı açtım. Köyün öte yanındaki tepelerin ardından dolunay, bütün haşmetiyle doğuyordu, yaptığım makarnayı bitirmeye yakın.

Tsetserleg Köyü´nün ışıkları arkada

Sabah kahvaltısından sonra yol yine dağların aralarından, tepelerden, vadilerden, derelerden ve sel yataklarından aşarak ilerliyor. Sonunda, Tömörbulag yolu yok oldu. Bir kuru sel yatağını kullanarak dar bir vadinin dibinden geçerken, tekerlek izleri görünmez hale geldi ve vadiyi bitirdiğimde artık önümde yol ya da iz kalmamıştı. Çıktığım geniş düzlükte uzun süre dolandım. Etrafı dağlarla çevrili düzlükten çıkış yolu bulamadım. Tek çare, uydu telefonuyla Nedim’i aramak. Bulunduğum yerin koordinatını verip, Tömörbulag’a ulaşacak bir çıkış bulmasını istedim, Google Earth’ten bakarak. Tekrar aramak üzere telefonu kapadığımda, uzaktaki sürünün çobanını fark ettim, atının üzerinde. Arabayla yanına gidip, elimde harita, Tömörbulag’a gideceğimi, yolu bulamadığımı söyledim. O da bana, doğu yönünde, içerisine doğru geniş bir nehrin aktığı daracık vadiyi gösterip, çıkışın o noktadan olduğunu, ancak bunun için o geniş nehri geçmem gerektiğini söyledi. Kendisine teşekkür edip, hayırlı günler diledim.

- Ne kadar güzel Moğolca konuşuyorsunuz. Nerede öğrendiniz? diye sordu, çoban.

- Heh heh! Dile karşı özel bir yeteneğim vardır. Moğolistan’a girdiğimden beri, 3 hafta içerisinde bu hale geldi. Birkaç hafta daha kalırsam, Ulaanbaatar Üniversitesi’nde Moğolca dersleri vermeye başlarım artık. diye cevap verdim.

- Bravo valla, çok başarılı. Tebrik ediyorum sizi.

Bu kısa sohbetin ardından, yüz ifademden, yaptığı tarifi anlamadığımı sanmış olmalı ki, eliyle onu takip etmemi işaret etti. Uzunca bir süre, o önde, ben arkada gittikten sonra bir gere yaklaştık. Bu arada uydu telefonum çalıyor; Nedim aramakta. Önce çobanın yolunu denemeliyim. O yüzden, -eskilerin deyimiyle- fazla mükâleme yazmasın diye, sürekli suratına kapıyorum Nedim’in. Gere giren çoban, birazdan iki delikanlıyla dışarı çıktı. Onlara bir şeyler söyledi, beni göstererek. İçlerinden birisi gere doğru dönüp içeriye seslendi. İçeriden genç bir kız çıktı ve yanıma gelip, düzgün bir İngilizce’yle nereye gitmek istediğimi sordu. “Tömörbulag!” dedim, şaşkın bir şekilde. Tarif etti; “Şu doğudaki vadiye gireceksiniz. Ancak nehri geçmeniz gerek. Sonrası çok kolay, kaybolmazsınız”. E, ben bunu anlamıştım zaten. Hani, yetenek, üniversitede profesörlük falan… Neyse, kırmadım kızı tabii. Ama, yine de, Moğolistan’ın ortasında, en yakın yere bile fersah fersah uzak bir noktada bir gerden bir kız çıkıyor ve şakır şakır İngilizce konuşuyor. O da benim gibi dile karşı son derece yetenekli anlaşılan. Bu Moğolistan sürprizlerle dolu bir ülke. Daha nelerle karşılaşacağız, bakalım.

Ider Göl

Ider Gol’u (Ider Nehri) geçişimin video klibi var. Klibi çekmek için nehri bir kere geçtim, makineyi sehpaya yerleştirip çalıştırdım ve geri dönüp yeniden geçtim. Bilmem, bu klibi sayfaya yükleyebilir miyim. Yükleyemezsem, aşağıdaki Ider Gol fotoğrafı ile idare edin artık. Bir de, uçan kartal fotoğrafı sıkıştırayım araya. Benim nehri geçemeyeceğimden emin olmalılardı ki, kafamın üzerinde halkalar çizmeye başladılar.

Hain Kartallar

Evet, nehri geçtim. Ama, sonrası da hiç kolay olmadı. Yani, hiç de öyle İngilizce bilen kızın söylediği gibi “Çok kolay, kaybolmazsınız” değil. Bu arada, dağların kuzey yamacında ağaçlar yavaş yavaş görünmeye başladı. Tömörbulak’a doğru artık iyice “orman” diyebileceğimiz şekil almaya başladılar bile. Uzun süre çöl ve bomboş düzlükleri seyrettikten sonra, yeniden ağaçları görmeye başlamak rahatlatıcı bir duygu. Kuzeye çıktıkça bunlar daha da artacak tabii.

Fazla uzatmayalım, sonunda Tömörbulag’ı bulduk. Nedim’i rahatlatmak için telefon edip, kurtuluşumu tebliğ ettim kendisine. O da zaten çıkış bulamamış. Arkasından da “ana yol”a çıkıp, Mörön üzerinden Hövsgöl’e vasıl oldum, akşam saatlerinde.

Hövsgöl aslında sizlere de (Türk olanlar için, tabii bu) bir göl ismi olduğunu çağrıştırıyordur. Moğolca’da “göl” kelimesinin karşılığı “nuur”. Zaten gölün Moğolca’daki tam adı da Hövsgöl Nuur. Buna rağmen bu göle Hövsgöl denmesinin nedeni -büyük olasılıkla- isminin Türkik kökenli olmasındandır. Hövsgöl, Moğolistan’ın ikinci büyük gölü; hani, bizim varmayı başaramadığımız Ulaangom’un hemen kuzeyindeki tuzlu su gölü Uvs Nuur’dan sonra… Buna karşın, 262m derinliğiyle en derini. Aynı zamanda, dünyanın 14. en büyük tatlı su kaynağı. Hövsgöl’ün etrafı hemen tamamıyla ormanla kaplı. Göl ve çevresindeki ormanlık alan devletin ulusal park ilan ettiği bir bölge. Yerli ve -özellikle- yabancı turistlerin, dağlarında ve ormanlık alanlarında yürüyerek ya da atla günlük/haftalık/birkaç haftalık trekkinglere katılmak için çok rağbet ettikleri park, bu turistik önemi nedeniyle de diğer yerlerden daha fazla özenle korunuyor. Örneğin, ormanlık alanlarda yürüyüş güzergâhları işaretlenmiş, dinlenme noktaları konulmuş, yollara yön tabelaları yerleştirilmiş, çöp konteynerleri sıklıkla yerleştirilmiş ve çöpler sık toplanıyor v.s.

Hövsgöl’e vardığımda çok yorgundum, inanılmaz pistim ve ciddi olarak açlık çekiyordum. Yol stresinden öğleyin de bir şey yemediğimden, sabah kahvaltısından beri mideme bir şey girmemiş durumdaydı. Vardığımda saat gece on buçuktu. LP’de gördüğüm ilk ger kampını bulup içeri daldım. Boş ger (“boş yer” gibi, yani) var, neyse ki. Arabayı bahçeye alıp, eşyalarımı gere yerleştirdim ve yemek de yenilen, kampta kalanların toplandığı binaya girdim. İçerisi kalabalık. Her milletten insan var. İçeridekilerin listesi şöyle:

- Biri İspanyol, biri Norveçli, ikisi İsrailli 4 genç.
- Avusturyalı genç bir çift.
- Fransız bir kadın
- Yine Fransız, genç bir kız.
- Yine İsrailli, iki genç kız.
- Bölgeye bir grup getirmiş olan Moğolistan asıllı Amerikalı rehber bir genç kız ve Moğol erkek arkadaşı.

Masanın başına buyur ettiler beni. Kendime yiyecek bir şeyler söyledim ve muhabbete başladık. 4 kişilik genç grup, Ulaanbaatar’a uçakla gelmişler. Birbirlerini orada, kaldıkları guest house’da tanımışlar. Ulaanbaatar’daki at pazarından kendilerine birer at ve koşumlarını satın alıp, 2 haftada at üstünde Hövsgöl’e gelmişler. Şimdi de, atları ve koşumlarını satıp dönmek niyetindeler. Avusturyalı çift de aynı şekilde, Hövsgöl’ün güneyindeki Hatgal’dan 3 at almışlar ve onlar da at sırtında gelmişler. Ancak, yolda atlarından biri çalınmış; gece kamp yaptıkları yerde. Diğer ikisi de, bir gece önce bu ger kampından çalınmış. Bana biraz, atlarına sahip olamamışlar da kaçırmışlar gibi geldi ama at hırsızlığı da oluyormuş buralarda, bu arada. Fransız kadın, dağlarda atla dolaşmaya gelmiş. Diğer Fransız kız ise 2 ay önce gelmiş ve çok beğendiği için burada kalmış. Artık, -sanki- Hövsgöl’lü olmuş. Benim kadar olmasa da, çat-pat Moğolca da öğrenmiş. İşte böyle bir “her telden” gruptuk, Bonda Lake Ger Camp’ta.

Bu arada söylemeyi unuttuğum bir şeyi sonradan hatırladım; ekleyeyim. Hövsgöl’e hareket etmeden önce Tsetserleg’deki kamp yerimde kahvaltı ederken, senelerdir içi oyula oyula boşalan, 2 kere doldurulmasına rağmen, oyuğun büyüklüğünden artık dolgu da tutmayan sol alt büyük azı dişim tam ortadan, diklemesine kırıldı. Kırılan parçalardan birinin kökü sağlam, yerinde duruyor. Ancak diğeri, tek köke kalmış olanı, yerinde sallanıyor. Fazla dokunmadım ama, gün ilerledikçe, onun da yarattığı ağrı şiddetlenmeye, ağrısı tüm alt çeneme vurmaya başladı. Yorgunluk, uykusuzluk ve açlığın yanında bir de bu ağrı olunca, iyice can sıkıcı bir hal aldı. Akşam yemek yerken üzerine bastırdıkça dayanılmaz bir hale gelen ağrıyı dindirmenin tek yolu, parçayı yerinden sökmek. Yemeğin ardından, masa başı sohbeti devam ederken, benim de sağ elim, neredeyse bileğime kadar girmiş, diş parçasını yerinden sökmeye çalışıyorum. Masadan, arada bir gözü takılanlar merak içinde. Yaptığım medeni bir hareket değil, biliyorum ama, umurumda değil. Ağrıyı dindirmeliyim. Bu arada sohbetin konusu dönüp dolaşıp, Moğolistan’ın meşhur peyniri byaslag’a geldi. Byaslag koyun ya da yak sütünden yapılan bir peynir. Aslında tazeyken her peynir gibi yumuşak ve nispeten yenilebilir tat ve kıvamda oluyor. Aslında peynir beklediği zaman güzelleşir, lezzeti artar. Ama bu Moğol peynirinde bence bu süreç tersine işliyor. Yani, bu peynir eskidikçe, daha zor katlanılabilir bir hal alıyor. Moğollar aynı kanıda değiller, tabii. Byaslag kurutuluyor, kurutulurken ya küçük dilimlere ayrılıyor, ya da minik parçalar halinde ufalanıyor ki, daha iyi kurusun. İşte o iyice kurumuş peyniri yemek pek herkesin harcı değil; iki nedenden: Birincisi, tadının çok ekşi ve ağır olması. Birinci Moğolistan yazımda bahsettiğim, Kazaklar’ın bağursağının beklemişindeki ağır iç yağı kokusu bu peynirde de var; hem de, daha ağırı. Üstelik çok ekşi; ama, o bizim bildiğimiz peynir ekşiliği değil. Daha farklı ve şimdi benzetme yapıp midenizi kaldırmak istemediğim tarzda bir ekşilik (neye benzeteceğimi düşünüp, taşınıp bulan bazılarınızın midesi kalktı bile, farkındayım). İkinci neden de, çok ufak parçalar halinde kurutulması nedeniyle, çok sert olması. O kadar ki, yerken dişinizi kırabilirsiniz dahi. İşte o akşam masadaki muhabbet byaslagın sertliği konusuna gelmişti. Moğol asıllı Amerikalı, peyniri süte yatırınca yumuşadığını söyledi. Aslında Moğollar byaslagı genellikle iki şekilde tüketiyor. Ya çorbaya katıyorlar (ki, son derece makul bir tüketim bence), ya da çaya. Evet, çay! “Hoppalaa!” demeyin; Moğollar’ın çayı nasıl içtiklerini anlatınca, siz de anlayacaksınız, çaya peynir katmanın “son derece normal” olduğunu. Moğol çayının muhteviyatı şöyle: Bol süt, -bazen- biraz da su, eser miktarda çay ve ağız tadına göre “tuz”. E, şimdi ortaya çıkan bu karışıma bir de peynir katmanın hiçbir mahzuru yok tabii. Neyse! Ben bu arada dişimin kırılan parçasını söktüm ve masadakilere gösterdim. Herkes, “Byaslag mı?” diye sordu. “Hayır,” dedim, “dişimin kırılan parçası”. “Byaslag yerken mi?” diye sordular. “Yok,” dedim, “kahvaltıda sandviç yerken. Bir de byaslag yeseydim, herhalde tüm dişlerim avucumdaydı şimdi”. Gülüştük. Çenemin ağrısının hafiflemesinden dolayı mutlu, ama yorgun ve pis olarak, müsaade isteyip gerime, uyumaya gittim.

Ertesi gün Hövsgöl’ün batı kıyısında dolaşmak üzere yola çıktım. İlk olarak, kaldığım Jankhai Köyü’ne yukarıdan bakan tepeye çıkıp, hem oradaki heybetli ovoo’yu ziyaret ettim, hem de Hövsgöl’ün güney ucunun panoramik fotoğrafını çektim. Ovoonun resmini, daha önce ovooyu anlatırken vermiştim.

Hövsgöl’ün güney ucu

Daha sonra, ormanın içerisinden, tepeleri inip çıkan yoldan tekrar gölün kıyısına indim.

Hövsgöl’ün dağ yolları

Kuzeye doğru göl kıyısından kıvrıla kıvrıla giden yolu bir süre takip ettikten sonra, gölün kenarına inip bir “piknik” yapmaya, sonra da geri dönmeye karar verdim.

Hövsgöl kıyısı

Piknik, sivrisinekler arasında hızlı geçti. Ancak, yola geri dönerken kendini belli etmeyen bir çamur batağına saplandım. Fazla didinmeye gerek yok; etraf ağaç dolu. Yarı beline kadar çamura gömülen arka aksımı çekip çıkarmak için en yakındaki ağaca vincimi bağlayıp, kendimi çekip çıkarmam zor olmadı, bu yüzden.

Arkamdan böyle bir iz bıraktım, Hövsgöl kıyılarına…

Döndüğümde vakit daha erkendi, ama hava da hafiften soğumaya başlamıştı. Kamptaki tek priz önceki gece yemek yediğimiz salonda ve ekranım için de priz gerekiyor olduğundan, mesajlarımı kontrol etmek için mecburen tezgâhı buraya açtım. Köydeki tek internet kafenin kesintili ve çok yavaş bağlantısından sonra, benim CDMA’le sürekli bağlantımı görenler, mesajlarına bakmak için sıraya girmeye başladılar. O gün ve ertesi gün dinlenerek, göl kıyısında yürüyüş yaparak ve yazı yazarak geçti.

“Kim bu yabancı?”




Seyahat etmenin faideleri
Burada bir saplama girmek, geçen yazıda belirttiğim bu konu ile ilgili birkaç çift söz söylemek istiyorum.

Bu ve bundan önceki Afrika seyahatim sırasında, çoğunluğu genç birçok gezginle tanıştım. Bunlardan bir kısmı ile iyi dostluklarımız oldu ve halâ da sürmekte. Bir kısmı benim gibi arabayla gezerken, bazıları motosiklet, kimisi bisiklet, kimisi de sırt çantasıyla ve toplu taşım araçlarıyla gezmekteler. Dünyanın birçok ülkesinden insanlar bunlar; yaşları 16-17 ilâ, 75-80 arasında değişiyor. Dediğim gibi, birçok ülkeden insan vardı da, bir bizden birisiyle karşılaşamadım. Bu demek değildir ki, Türkiye’den hiç gezgin çıkmıyor; çıkıyor tabii. Bunlardan en önemlisi de, bana ilham kaynağı olan ve birkaç sene önce Çeşme / Dalyan’da tanışıp, emektar Kısmet teknesinde kısa bir süre sohbet etme imkânı da bulduğum Sadun Boro’dur. Ancak, dünyayı gezerken hiçbir hemşehriye rastlamadım.

Bizler, -sanırım- Orta Asya’dan Anadolu’ya gelirken o kadar yorulmuş ve seyahatten bıkmışız ki, olduğumuz yere çakılıp kalmışız; “Bu kadarı bize yeter, artık başkaları gezsin” demişiz. Halbuki, karşılaştığım, tanıştığım -özellikle- gençlere gıpta ediyorum, “Neden ben de bu yaşlarda yapamadım?” diye. Beni izleyen, yazılarımı okuyan ve gezgin ruhu olan birçok genç arkadaş gezmek konusundaki arzularını belirtip, özellikle parasal imkânsızlık ve zaman yokluğundan şikayet edip, hayalini kurdukları seyahatleri ne zaman yapabileceklerini bilemediklerinden bahsediyorlar. Onlara da hep söylüyorum; aslında gezmek için çok fazla bir bütçe ayırmaları gerekmiyor. Ancak, toplumsal şartlanmışlığımız, bizleri, gezmek için büyük paralar gerektiği konusunda saplantılı hale getirmiş. Ya da, gezmeyi, tur şirketleri tarafından çerçevesi çizilmiş, standart reçeteler haline getirilmiş programlardan oluşan, yüzlerce, binlerce Dolar ödenip, beş yıldızlı otellerde, gidilen ülkenin toplumundan izole, fanus içerisinde, oradan oraya sürüklenilen, boş zamanlarda da o dükkân senin, bu alış-veriş merkezi benim, deli gibi koşuşturularak, evdeki “kısa süre sonra atılacaklar” kervanına katmak üzere yüzlerce hediyeliklerin satın alındığı “etkinlikler” olarak düşünür hale gelmişiz. Benim karşılaştığım birçok gezgin genç, bu seyahatlerini günlük on-onbeş Dolarlık bütçelerle yapıyorlar. Tabii, şartlar da, bu bütçe ölçüsünde kısıtlı oluyor. Ama, yeni ülkeler, yeni insanlar, yeni kültürler tanıma açlığı, şartların zorluğunun üstesinden geliyor. Bu, tabii her yaşta yapılamaz. Bence, insanın böyle bir seyahati yapmak için hayatındaki en uygun zaman, okulunu bitirdiği ama, profesyonel yaşama atılmadan, yani hayatın törpüleyici sürecine başlamadan önceki dönemdir. O yaşlarda insan, zor şartlara daha kolay uyum gösterebiliyor, üstesinden gelebiliyor. Tren, otobüs, otostop kullanarak ulaşımı sağlamak, çadırda, hostellerde, pansiyonlarda kalıp, ucuz beslenme kaynakları keşfedip, yukarıda bahsettiğim bütçeleri yakalamak çok da zor değil.

Peki, gezmenin faydası nedir? Dedim ya; yeni ülkeler, insanlar ve kültürlerle tanışmak. Bu, öncelikle kişinin hayata bakış açısını değiştiriyor, ufkunu genişletiyor. Farklı düşünebilmeyi, toplumun öğretisi kalıpların ve kuralların dışına taşabilmeyi öğretiyor. Farklı düşüncelere karşı toleransı, hoşgörüyü arttırıyor. İnsanları, kapalı toplumların yarattığı kısır komplekslerden arındırıyor. Başkalarının farklı görüşlerini dinleme, anlama ve onlara saygı gösterme yetisini geliştiriyor.

Bütün bunları neden buraya sıkıştırdım, peki? Aslında, bunun için ayrı bir yazıyı tek başına ve daha uzun yazmaktı, niyetim. Sonra, araya ne fotoğrafı koyacağımı düşündüm; birkaç güzel kız, manzara, bir-iki araba fotoğrafı koyarak ilginç hale getirebilir miydim? Getiremezsem, zaten sayıları iyice azalan izleyenleri de bıktırıp, boş koltuklara konuşan politikacılar gibi olurum diye, vazgeçtim; böyle kısa bir saplama halinde araya sıkıştırdım. Nereden icap etti derseniz; Hövsgöl’de gördüğüm, çoğu oğlum yaşında, birbirlerini daha önce hiç tanımayıp da, Ulaanbaatar’da karşılaştıktan sonra birlikte, at sırtında bir maceraya atılan gençleri görünce yazayım dedim. İlişkileri, dostlukları o kadar hoşuma gitti ki… Ne zamandır zaten kafamda biriken bu düşünceleri de böylece ve -dua edin ki- kısaca aktarmış oldum.

Söyleyeceklerim bundan ibarettir.


Hövsgöl’ün dağlarından





Not: Ali Eriç'in “Arabamla Dünya Turu” gezisinin başlangıcı ile ilgili detaylar için Arabamla Dünya Turu – Türkiye (Başlangıç – Karadeniz) gezi yazısını okuyabilirsiniz.