Arabamla Dünya Turu – Rusya : 4 (İrkutsk-Ulan-Ude-Chita) | |
Moğolistan sınırından yaklaşık 17 saat sonunda kurtulduktan sonra, Rusya sınırında beni bekleyen bir başka sıkıntılı süreci tepkisiz ve son derece sıradanmış gibi göğüsleyebilmemi, bir gece önce hayatımda ilk kez bir sınırın derin sessizliğinde, deliksiz bir uyku uyumuş ve dinlenmiş olmama bağlıyorum. Yoksa, ne sakinleştirici ilaç almış, ne de yoga yapmıştım o sabah. Bir gece öncesinde İtalyan çifte, ertesi günün Pazar olduğunu hatırlattığımda acı bir feryat yükseldi. Gülerek “Merak etmeyin. Üçümüze de yetecek iki günlük su ve yiyecek var bende” dedim. Aslında şakaydı, söylediğim. Ama, yaptığım bu şaka, sonradan beni de endişelendirmedi değil, açıkçası. Rusya bu, belli mi olur: “Pazar günü sınırımız tatildir” diye bir tabela asılıysa bile bunu okuyup, anlamız mümkün değil, tabii. Her neyse! Bizi bir gün önce teskin eden tek şey, sabah Rusya’ya ilk girenler olacağımızdı. Ama, öyle olmadı. Tekrar “damgalanacak” olmamız nedeniyle, bizden önce kuyruğa girenlerin arkasına düşmemiz, Rusya ipini de ilk göğüsleme şansımızın elimizden kaçmasına neden oldu. Uzatmayalım, sıra bana geldi. Arkamda İtalyanlar var, onların da arkasında birkaç araç daha… Rusya sınırından arabasız geçmeniz mümkün değil. Arabayla da, -karışıklık olmasın diye- tüm işlemler arabayla kuyruğa girilerek yapılıyor. Yani, bizde de yeni yeni moda olmaya başlayan drive-in fast food’lar gibi (yabancı kelimelerle konuşmaktan hoşlananlar gibi oldu ama, başka türlü açıklayamazdım)… Yani, hani, McDonald’sların bazılarında oluyor, arabayla bir pencerenin önüne gelip, kafasını uzatan görevliye ne istediğinizi söylüyorsunuz; o da siparişinizi hazırlatıp veriyor, gazlıyorsunuz. Ben bunlara “faster food” diyorum. Her neyse! Rus gümrüğü de böyle işte. Sıra bana geldi; pasaport penceresinin önüne geldim. Önce pencerenin içerisinde siparişi alacak, pardon, pasaportu kontrol edecek görevli yoktu; bir 15 dakika kadar gelmesini bekledim (bekledik, arkadakilerle birlikte). İyi ki beklemişim; muhteşem güzellikte bir Rus dilberi geldi. Pasaportumu aldı. Bu arada, pasaportumla ilgili kısa bir bilgi vermem gerekiyor. Tam 17 tane vize ve 77 tane de yabancı ülkelere giriş-çıkış damgası var (biraz önce saydım). Bunun dışında niye olduğunu bilemediğim bir takım pullar, imzalar ve notlar da cabası. Bu nedenle tüm sayfalar ağzına kadar dolu. Bu kadar çok kullanılan pasaportun da canı çıkıyor tabii; benimkinin de çıkmış durumda. Seyahatin başında, defterin içi, cildinden ayrılmıştı. Ben de ayrılan içi ilk ve son sayfaların dibinden, geniş ve şeffaf bantla cilde yapıştırdım. Zaten cildin resmi hiçbir kıymeti yok; ne üzerinde bir damga, numara, pul v.s., ne de kimlikle ilgili bir ibare. Yalnızca “Dikkat edilecek hususlar” başlığı altında yazlı birkaç maddelik uyarı, o kadar. Muhteşem görevli pasaportumu aldı ve ilk gördüğü o bantlar oldu. Pasaportun sayfalarını tek tek incelemeye başladı. Bir sürü ülke vizesi ve damgası, zaten yeterince şüphe(!) uyandırıcı. Casus muyum, terörist miyim, neyim? Defalarca fotoğrafa ve yüzüme baktı. Yüzümü çok uzaktan (2m kadar) iyi seçemeyince, arabadan inip yaklaşmamı istedi (1m’ye). Fotoğrafın olduğu sayfayı eğip, kenarından baktı, üzerindeki bandı eliyle yokladı, fotoğrafın üzerinde parmağını gezdirdi (fotoğraf sahte mi, diye kontrol ediyoruz). Bu söylediklerim öyle 1-2 dakikada olmuyor. Yaklaşık 15-20 dakikadır, anlattığım bu özel kontrol yöntemleri onlarca defadır tekrarlanmakta. En sonunda pencereyi kapattı, yerinden kalktı, üniformasının eteğini düzeltip kepini giydi ve benim pasaportumu alıp dışarı çıktı. “Tamam” dedim içimden, “tutuklanıyorsun. Uralsk’ta yapamadılar ama, buraya kadarmış”. Muhteşem görevlinin muhteşem yeşil gözlerinin içine bakıp “Problem?” diye sordum. “Pajalsta!” (Lütfen!) deyip, başka da bir şey de demeyip, idarî binaya doğru, yüksek topuklarının üzerinde, ağır ve alımlı yürüyüşüyle uzaklaştı. Başladık beklemeye. Benimle birlikte herkes bekliyor. Kuyruk uzamaya başladı. Saat tuttum, tam 32 dakika sonra geri döndü; yine ağır, yine alımlı, yine muhteşem… Bileklerimi mi uzatsam acaba? Pasaportu gösterip, bir şeyler söyledi. “Billâ benim. İçi kopmuştu, yapıştırdım” dedim, muhteşem Rusçam’la, boynum bükük. Yeniden evirip çevirdi, arkasında oturan ve diğer pencereden çıkış yapanlarla ilgilenen öbür polis hanıma (o daha az muhteşem) bir şeyler söyledi ve yerini ona verdi. Daha az muhteşem polis, bilgisayara bir şeyler girdi, ekrana çıkanları (her neyse) inceledi ve pasaportuma ve doldurmuş olduğum karta damgayı vurup bana uzattı. Ne oldu, niye çok muhteşem polis işi diğer, az muhteşem polise devretti, anlayamadım. Belki de, benim gibi ne idüğü belirsiz birisin ülkeye girişinde dahli olsun istemedi. Buradan şu sonuca ulaştım: Pasaport polislerinin fiziksel güzellikleri arttıkça cesaretleri azalıyor. Sınırdan geçer geçmez coğrafya, Moğolistan steplerinden Sibirya’nın yemyeşil ormanlarına keskin bir dönüş yaptı. Yol kalitesi de birdenbire değişivermişti. Ulan-Ude yolu üzerinde Gusunoe Gölü’ne yaklaşırken yeşil ve mavinin güzel uyumuna karşı ilk fotoğrafımı çektim. Ulan-Ude, Buryatistan’ın (ya da Rusya Federasyonundaki adıyla Respublika Buryatia/Buryatisyan Cumhuriyeti) başkenti. Buryatistan, adından da anlaşılacağı gibi, Moğol kökenli bir kabile olan Buryatlar’ın yaşadığı ülke. Yine de, nüfusun yalnızca %30’u Buryat. Ulan-Ude’deki en dikkate değer eser Lenin büstü. Dünyadaki en büyük Lenin başı bu. Burada, Sovyetler Birliği’nin çöküşüne kısa bir dönüş yapmak istiyorum. Birliğin çöktüğü yıllarda bizler, televizyon ve gazetelerde, tüm Sovyet kentlerindeki Lenin heykellerinin halk tarafından alaşağı edildiğini, kırılıp parçalandığını görüyorduk; ya da, gördüğümüzü zannediyorduk. Evet, bazılarının sonuydu bu belki ama, çok büyük bir kısmı halâ ayakta duruyor. En azından benim gördüğüm tüm kentlerde, Sovyetler Birliği zamanından kalma tüm anıtlar, heykeller, orak-çekiçli semboller aynen korunmakta. …ve şunu da gördüm, ya da hissettim ki, genç nesil de dahil olmak üzere, hiç kimse, Sovyetler Birliği döneminin üzerine “sünger çekmiş” değil. O dönemin, bu ülkenin tarihindeki önemini, temel taşı niteliğini göz ardı etmiyor hiç kimse. Keza, Moskova da… Genel kanı; “o dönem, o dönemdi, yaşandı, bitti, şimdi yeni dönemdeyiz” şeklinde. Aynı şey, Çarlık Rusyası dönemi için de geçerli. Tarihini reddetme çabası yok. Bizdeki, -özellikle geç- Osmanlı İmparatorluğu dönemini yok saymak, tu-kaka ilân etmek, Türkiye Cumhuriyeti’ni gökten zembille inmiş bir ülke gibi göstermek çabasından farklı bir durum, yani. Ulan-Ude’den, kısa bir tur, marketten yapılan su, ekmek, meyve ve birkaç daha yiyecek takviyesinden sonra ayrıldım. Geceyi, Baykal Gölü kıyısında, Miçikha yakınlarında, bir ağaç altında geçirmek üzere kamp kurdum. Sivrisinekleri ilaçla uzaklaştırmak mümkün değil ama, birazdan çıkan esinti, bu konuda bana yardımcı oldu. Baykal Gölü, Rusya’nın olmasının dışında, dünyanın da en büyük tatlı su rezervi. Sahip olduğu su miktarı, Kuzey Amerika’daki Beş Büyükler; Ontario, Erie, Huron, Michigan ve Superior Gölleri’nin toplam su rezervinden bile daha fazla. Aynı zamanda da, dünyadaki en derin tatlı su kaynağı; 1637m. ölçülmüş, en derin noktasında. Gece 50m ilerimden geçen Trans-Sibirya Demiryolu’nun trafiği o kadar yoğun ki, neredeyse yarım saatte bir tren geçiyor. Önceleri rahatsız etse de, sonradan alıştım ve Baykal’ın dalgalarıyla birlikte tatlı bir uykuya dalmışım. Bu büyük gölün bir diğer özelliği daha var, dünyanın “en”leri arasına giren: dünyanın en temiz tatlı su rezervi olarak gösteriliyor. Suyu içilebilecek nitelikte temiz. Ben içmedim ama, sabah yüzümü yıkadım, dişlerimi fırçaladım, çayımı göl suyuyla yaptım; evet, temizdi. Trans-Sibirya Demiryolu’na da kısaca değinmeden olmaz. Son yıllarda Sibirya’yı, Dr. Zhivago filmlerinin karla kaplı düzlüklerini, Sovyetler Birliği zamanının sürgün bölgelerini görmek, nostalji yaşamak için insanların pek rağbet ettikleri o tarihi Trans-Sibirya Ekspresi’nin güzergâhı…1889’da Çar II. Aleksandr tarafından onaylanıyor; o zamanki başkent St. Petersburg’dan Pasifik Okyanusu kıyısındaki büyük liman Vladivostok’a kadar uzanacak bir demiryolunun yapılması projesi. Oğlu Çar III. Aleksandr Maliye Bakanı Sergei Witte’yi projeye nezaret etmekle görevlendiriyor. 1891’de her iki uçtan başlanan inşaat çalışması, 1916’da tamamlandığında, 9,289km uzunluğu ile, dünyanın -halihazırda da- en uzun ana hat demiryolu özelliğini kazandı, Trans-Sibirya Demiryolu. Nostalji yolculuğu yapan Trans-Sibirya Ekspresi yolcuları, Moskova’dan Vladivostok’a 6 gün, 4 saatlik bir yolculukla bu demiryolunu katetmekteler. İrkutsk Kamp yerinden ayrılıp İrkutsk’a yola çıktıktan sonra, kâh arabanın suyunu kontrol etmek, kâh yemek yemek, kâh kahve içmek için mola vere vere, 255km’lik yolu 8.5 saatte tamamlamışım; farkında olmadan. Kalacak yer olarak kendime Inturist Otel’i peyledim. Rusya’nın özellikle bu bölgeleri, yabancı turistlerin ilgi gösterdikleri yerler değil. Gelen yabancılar da iş amaçlı gelmiş oluyorlar ve onlara hitap eden otellerde kalıyorlar; pahalı, “business centre”ları ve toplantı/konferans salonları v.s. olan. Dolayısıyla, benim gibi “ucuzcu” turistlere yönelik guesthouse, hostel v.s. türü konaklama imkânları da olmuyor. Bu yüzden, olanın en ucuzuyla yetinmek zorundayım ve Inturist Otel de bunların içerisinde en ucuz olanı; geceliği oda+kahvaltı 1,600.- Ruble, yani, yaklaşık US$53.00.Aslında gerek konumu, gerekse dış görünüşüyle tatmin edici ama, benim seçtiğim “en ucuz oda” seçeneği, batı standartlarında bu paranın karşılığını sağlayacak özelliklerde değil. Ama, ne yapalım; dedim ya, buralarda “bulduğunu seveceksin”. Irkutsk, 1656’da bir Kazak (Dikkat, Kazakh değil!) garnizonu olarak kurulmuş. Uzun yıllar, Moğolistan ve Çin’e fildişi (aslında, mamut dişi) ve kürk verilip, karşılığında çay ve ipek alınan bir ticaretin merkezi olarak büyümüş, 18. yüzyıldan sonra da, doğuya, hatta Alaska’ya kadar uzanan keşif yolculuklarına başlangıç noktası olarak görev üstlenmiş bir şehir. 1879’da geçirdiği büyük yangında, şehrin dörtte üçü tamamıyla yanıp kül olmuş. Ancak 1880’lerde keşfedilen Lena Çanağı altın rezervleriyle kısmeti yeniden açılmış, İrkutsk’un. Uzun bir geçmişe dayalı ticaret merkezi, dolayısıyla “tüccar” bir nüfusa sahip olması özelliği, şehrin 1917 Ekim Devrimi’nin “nimetleri”ne de uzunca süre ayak diremesine neden olmuş. Beyaz Ordular’ın başındaki Amiral Kolçak’ın (ki kendisinden Birinci Rusya bölümündeki ilk yazımda, Omsk’u anlatırken bahsetmiştim, okuyanlar hatırlar), Kızıl Ordu’ya karşı Rus İmparatorluğu’nu yeniden şekillendirmek için kendisine üs olarak seçtiği İrkutsk, maalesef bu emelini gerçekleştiremeden mezarı olmuş. 1920’de şehrin -ve Beyaz Ordu’nun- direnişini kıran Kızıl Ordu birlikleri tarafından yakalanıp, bugün heykelinin bulunduğu noktada vurularak öldürülmüş ve cesedi de -söylendiğine göre- vurulduğu yerden Angara Irmağı’na atılmış. Böyle renkli tarihe sahip olan bir şehrin kendisi de renkli ve hareketli oluyor. Otele yerleştiğimin ertesi günü ilk işim, Moğolistan’daki son durağım Khustai Ulusal Parkı’nda yerlerini ziyaret ettiğim aileye ait fotoğrafları bastırıp, postaya vermek. Bunun için gittiğim fotoğraf stüdyosunda, yine Moğolistan’da ezerek ölümüne sebep olduğum polarize filtremin cenazesini gösterip, bulabileceğim bir fotoğraf malzemesi satıcısı olup olmadığını sordum. Cenazeye kuşkulu gözlerle bakan dükkân sahibi, arabadan getirdiğim harita üzerinde bana, şehrin bir başka ucundaki alış-veriş merkezini tarif etmeye çalıştı. Ancak, tarif ettiği yer, Lonely Planet’in ufacık haritasının dışında kalıyor. Gerisini, onun Rusça tarifinden anlayabildiğim kadarıyla ve hayal gücümün sınırlarını zorlayarak bulmak zorundayım. Fotoğraflar ertesi sabah hazır olacak. Saat de akşamın beş buçuğu. Arabaya atlayıp, adamın tarifine göre GPS’im üzerinde tam manasıyla hayalî bir nokta işaretledim ve o noktaya doğru hareket ettim. Adamın alış-veriş merkezi olarak tarif ettiği yer aslında alış-veriş merkezleri merkezi. Neredeyse 10’a yakın alış-veriş merkezinin bulunduğu bir kompleks. Tüm binalara girip çıkmaya ve fotoğraf malzemesi satan dükkân aramaya başladım. Sonunda, binalardan birinde, her türlü elektronik aygıt, fotoğraf makinesi v.s. satan bir yer bulup içeri daldım. Dükkândaki en büyük LCD televizyonun karşısına oturmuş dizi seyreden iki adamdan başkası yok. Dükkân sahibini bekledim bir süre; gelen giden yok. Televizyonun kalitesini, seyrederek anlamaya çalışan müşteriler olduğunu tahmin ettiğim iki adama yaklaştım. Genç olanı başını hafifçe kaldırıp bana “Ne istiyorsun?” gibilerinden bir işaret “çaktı”. Elimdeki cenazeyi korkarak gösterip, “Filtre” dedim, “polarize”. Cevap “Nyet!”; net ve kesin. “Peki, buralarda hani bulabi…”. “Ni panimayo!” (bilmiyorum); yine, net ve kesin. “Spasiba bolşoy!” (Çok teşekkürler) deyip çıktım. O dükkânın tam karşısındaki koridorda ve, çok değil, 10m kadar ileride tam istediğim gibi bir dükkân; sadece fotoğraf makinesi ve aksesuarı satıyor. İçeri girdim, “Polarize filtre” dedim, “77mm”. Adam arkasındaki raflardan çıkarıp tezgâhın üzerine koydu. Ufak bir pazarlık; biraz pahalı ama, hemen satın aldım. Dönelim öbür dükkâncıya. Rusya’da bazı insanlar, yabancılara karşı acayip nemrut oluyorlar. Bu nemrutlukları yalnızca İngilizce konuşanlara karşı mıdır, yoksa Türkçe konuşsanız da (nasıl olsa ikisini de anlamıyorlar) aynı nemrutluğu gösterirler mi, bilemiyorum. Ancak bildiğim şu ki, bazıları İngilizce bir şey sorduğunuzda öyle büyük bir tepkiyle anlamadığını belirtiyor -ya da hiç yüzünüze bile bakmıyor- ki, korkuyorsunuz; “daha üstelersem dayak yer miyim acaba” diye. Bazen, -örneğin bir otel resepsiyonunda- İngilizce bilmesi -normal olarak- beklenecek birisine “İngilizce biliyor musunuz?” diye sorduğunuzda, sanki suratınıza tükürürmüş gibi öyle bir “Nyet!” diye bağırıyor ki, mecburen, başka bir şey soramadan teşekkür edip (tabii, Rusça) ayrılıyorsunuz. Bu dükkâncı da, 10m ilerisindeki o diğer dükkânda filtre bulunabileceğini eminim biliyordu. Ama, nemrutluğundan, daha sorumu bile bitiremeden omuz silkip, “bilmiyorum” demeyi tercih etti. Bazen öyle oluyor ki, -çok anlamasam da, anladığım kısımlarından çıkarabiliyorum- “Madem Rusça bilmiyorsun, burada işin ne?” gibilerinden söyleniyorlar da… Ertesi sabah fotoğrafları almaya gittiğimde yeni filtremi gösterip, fotoğrafçıya teşekkür ettim. Sanki kendisi bulmuş gibi sevindi, o da. Bazısı da böyle işte... İrkutsk’ta gezilip görülecek çok şey var. Yazılacak yazılar da birikmiş durumda. O nedenle 3 gece kalacağım. İlk durağım Ulusal Müze. Ama önce, şu aşağıdaki gelin “limuzini”nin fotoğrafını bir koyayım. Ulusal Müze, 1870’de kırmızı tuğladan inşa edilmiş bir bina. Binanın ilk kullanım amacı, o zamanların Viktorya usulü kâşifler kulübü Rusya Kraliyet Coğrafya Derneği’nin Sibirya şubesine mekân olmakmış. Derneğin bu şubesi, doğuda yapılan birçok ciddi ekspedisyonun plânlandığı ve başlatıldığı önemli merkez konumunu uzun yıllar sürdürmüş. İrkutsk’un önemli müzelerinden biri de, Volkonsky’nin Evi. Kont Sergei Volkonsky, 14 Aralık 1825’te başlayan ayaklanmayı gerçekleştiren ve destekleyen grubunun ileri gelenlerinden. Çar I. Aleksandr’ın ölümünden sonra, tahtın doğal varisi olan abisi Constantin yerine tahta geçen I. Nicolas’a karşı başlatılan ayaklanma, aynı gün akşamına kadar süren kanlı bir operasyonla bastırılır. Bu ayaklanmanın örgütleyici ve destekleyicileri arasında Aleksandr Pushkin de vardır. Ayaklanmanın tarihine atfen, daha sonra tutuklanan bu kişilere “Aralıkçılar” (Decemberist) adı verilir. Bunlardan, elebaşı oldukları düşünülen 5’i asılarak idam edilir. Bu infazın da ilginç bir öyküsü var. Halkın huzurunda gerçekleştirilen infaz sırasında, önceden çürütüldüğü tahmin edilen iplerin bazıları kopar ve ipi kopan mahkûmlar ölümden döner. O güne kadar olan geleneklere göre, "infaz sırasında kurtulan mahkûmların affedilmesi" beklenirken, işin içerisinde bir bit yeniği olduğunu düşünen Çar Nicolas, yeni ip getirilerek, infazın tekrarlanmasını ister. Sonuçta, idamlık 5 mahkûmun da cezaları infaz edilir. O günden sonra da bir daha halk huzurunda idam “töreni” yapılmaz. Gelelim diğer “Aralıkçılar”a. Onların cezası da, Sibirya’ya ya da Kazakistan’a sürülmektir. Sibirya’ya sürülen mahkûmların çoğunun eşleri de, kocalarının peşinden sürgün yerine giderler. Sürgüne gidenlerin büyük kısmı, onlarca yıl süren cezalarının bitiminden sonra da, geri dönmenin hayatlarında yeni ve zor bir başlangıca sebep olacağı düşüncesiyle, sürgün yerlerinde yaşamaya devam ederler. Bunların çoğu kültürlü ve bilgili insanlardır. Sürgüne gittikleri yerlerdeki yerel halka; eğitim ve sağlık konularının yanı sıra, tarım ve hayvancılığın bilimsel yöntemlerle geliştirilmesi konularında da büyük faydaları olmuş, bu nedenle de sürgün bölgelerindeki halklar tarafından çok sevilmişler ve saygı görmüşlerdir. İşte, bunlardan biri de Kont Sergei Volkonsky ve onun peşinden sürgün yerine, yani İrkutsk’a gelen eşi Maria Volkonskaya. 20 yıllık sürgün cezası süresince yaşadıkları ev şimdi onlara ve diğer tüm “Aralıkçılar” grubu sürgünlerine duyulan saygının bir göstergesi olarak, müze halinde korunuyor. Maria Volkonskaya, İrkutsk’ta bir okul ve hastane açılmasına ön-ayak olmanın dışında, ilk tiyatro ve konser salonun açılması için yoğun çaba harcamış. Ancak, bunların ötesinde, sürgüne giden kocaların, madenlerdeki ağır çalışma koşullarının iyileştirilmesi, eşleriyle daha sık görüştürülmelerinin, onların getirdikleri giyecek ve yiyeceklerin kendilerine verilmesinin sağlanması gibi konularda da önemli yararları olmuş. Puşkin’in başta Öjen Onegin’i olmak üzere, 6 şiirine de ilham kaynağı olduğu, bunun da, aralarında gizli bir aşkın işareti olduğu dedikoduları yayılmış. Biz de yeteri kadar dedikodu yaptık; Volkonsky’nin Evi’nden birkaç fotoğrafla bu “Aralıkçılar” konusunu kapatalım artık. 1758 yılında barok tarzda inşa edilen Krestovozdvyzhenkaya (Haçın Yükselişi) Kilisesi, İrkutsk’un en görülmeye değer dini yapılarından birisi; gerek mimarisi, gerekse içindeki süslemeler ve ikonlarıyla… Irkutsk’tanki otelden 27 Ağustos Perşembe sabahı ayrıldım. Bugün yola çıkmadan, şehirdeki nerpa (tatlı su foku) akvaryumu ve Angara Barajını ziyaret edeceğim. her ikisinde de fotoğraf çekmek yasak olduğu için, burada fotoğraflarını yayımlayamayacağım, kusura bakmayın. Akvarium Nerpy’de kendileri, gelir elde etmek için fotoğraf çekiyorlar. Angara Barajı’nda ise fotoğraf çekerseniz, güvenlik nedeniyle ”götürülmeniz” tehlikesi var. Bu “götürülme” Sovyetler Birliği zamanında Sibirya’ya kadar olabilirdi, hiç kuşkusuz. Nerpalar, Baykal Gölü’nde yaşayan tatlı su fokları. Bunlardan ikisi; Nessie ve Tito (hangisinin dişi olduğunu siz anlamışsınızdır), şarkı söylemekten, basit matematik problemleri çözmeye, enstrüman çalmaktan rep dansı yapmaya kadar çeşitli hünerlerini sergiliyorlar. Her marifetlerinden sonra da ödül yiyeceklerini yemekten, ikisi de fıçı olmuş iki sevimli yaratık, selamlama seansında, herkesin gözünün içine cin gibi bakıyor. Angara Barajı (ya da İrkutsk Barajı), Baykal’ı boşaltan en büyük nehir olan ve gölden alabildiğine geniş bir haliçle beslenen Angara Irmağı üzerine 1956 yılında inşa edilmiş. Barajın toplam uzunluğu 2km. Şehrin hemen güney-doğu ucunda yer alan baraj, oluşturduğu rezervuarla Baykal Gölü’nün çehresini oldukça değiştirmiş (barajın yapımından sonra göl seviyesi 6m yükselmiş); tabii, iklimini de… Angara Irmağı daha sonra Yenisey Irmağı’na karışarak kuzeye, Kuzey Buz Denizi’ne dökülüyor. Baykal Gölü’nün havasını gece sükûnetinde bir kez daha koklamak ve gölün meşhur omul balığını tatmak için, Rus turistlerin pek rağbet ettiği Lystvyanka’da kalacağım. Ama, Baykal Gölü kıyısına varmadan yolda Taltsy Köyü var; uğramadan geçemeyeceğim. Taltsy Köyü, gerçekte yaşanan tipik bir Sibirya köyüyken, sonradan Sibirya’nın farklı etnik kültürlerine ait köy yaşamlarının “resmedildiği” bir açık hava müzesi haline getirilmiş. Köydeki yapıların çoğu, zaten burada var olan eski binalarken, diğerleri de, orijinal yerlerinden sökülerek buraya taşınmışlar; yani, hepsi gerçek, hepsi eski, hepsi otantik… Lystvyanka, bizim “bir zamanlar”ın (30 sene öncesinden bahsediyorum, gençler o halini bilmez) Finike’sini hatırlatıyor, hafiften. Şimdilerde, ben oraları pek tanıyamıyorum; tanımadığım için de sevmiyorum ve gitmiyorum. Lystvyanka, yazın güneşin tadını çıkarmak ve su sporları yapmak için ideal bir yaz turizmi cenneti iken, kışın da, özellikle köpeklerin çektiği kızaklarla ormanlarda dolaşmak ve kış sporları için çok rağbet gören bir tatil kasabası. Bu mevsimlerde ise, kimsenin gitmediği, daha çok kafa dinlemeye gelen yerli turistlerle, benim gibi meraklı yabancıların tek tük uğradıkları bir dinlenme yeri haline dönüşüyor. Lystvyanka’da, Galena Vasylyevnka’nın pansiyonunu buldum kalmak için. Rusya’da şimdiye kadar kaldığım en ucuz konaklama imkânını da… Geceliği 500 Ruble, yani yaklaşık 18 Amerikan Doları. Kaldığım yer, Galena ve ailesinin eski evi. Kendileri daha sonra, elde ettikleri “turizm gelirleri”yle olsa gerek, bu evin hemen arkasında kendilerine 2 katlı lüks bir villâ yapmışlar. Ben kaldığım eski evlerini daha çok sevdim, ama. Üstelik, benden başka kalan kimse de yoktu evde. Bütün ev bana ait, düşünsenize. Lystvyanka’da iki gece kalıp, omul balığımı da yedikten sonra, 29 Ağustos sabahı dönüş yoluna çıktım. “Nereye dönüş?” diye soran olursa; İrkutsk’a gelmek için, Moğolistan’dan Ulan-Ude’ye vardıktan sonra, rotamın gerektirdiği gibi doğuya gitmek yerine, Baykal Gölü’nün güneyini “yalayarak” batıya doğru seyrettim. Bu “tersine yolculuğu” yapmamın tek nedeni, hem Baykal Gölü kıyılarını görüp kamp yapmak, hem de İrkutsk’u görebilmekti. Şimdi ise, İrkutsk üzerinden, yeniden doğuya doğru yöneleceğim. Doğu Sibirya ve daha da doğuya… Bundan sonrası artık, Yakutsk’a kadar bir ralli. Yakutsk’tan Magadan’a kadar olan, seyahatimin ilk bölümü Asya etabının ve hatta belki de tüm dünya seyahatimin en zorlu kısmını oluşturacak Kalima Yolu’na girmek için fazla geç kalmamalıyım. Aslında, Kalima Yolu’na başlamak için kendime belirlemiş olduğum 15 Ağustos tarihini çoktan geçmiş bulunuyorum. Daha da fazla gecikirsem, yağmur mevsimi iyice kendini gösterecek ve Kalima iyice geçilemez bir hal alacak. Bu yolun hikayesini sizlere yeri geldiği zaman ayrıntılı olarak anlatacağım. Şimdilik normal seyrimize devam edelim. Yakutsk’a kadar önümde yaklaşık 3,500km’lik bir yol var. Hesaplarıma göre 7-8 gün civarı sürecek. Bu da günde yaklaşık 500km’lik ortalama bir hızı gerektiriyor ki, yolun yarısı sayılabilecek olan Chita’dan sonraki bölümün yol kalitesi ve uzunluk olarak da ilk bölümden fazla olduğu göz önüne alındığında, gerçekten de zor bir ralli olacağı kesin. Chita İlk durağım Ulan-Ude; Moğolistan’dan girdikten sonra alış-veriş için uğradığım Buryatya’nın başkenti. Ulan-Ude’den sonraki durağım Chita. 712km yol yaptıktan sonra gece yerel saatle 22:30’da Chita’da Dauria Otel’e ulaştım. Yerel saat diyorum çünkü, öyle hızla doğuya doğru hareket ediyorum ki, neredeyse her gün 1 saat geriye atıyor; saat dilimi değişiyor yani : ) Ertesi gün Chita’dan ayrılmam, otelin kaydımı yaptırmamış olması nedeniyle gecikti. “Bu kayıt da neyin nesi?” derseniz, anlatayım. Rusya’da, kaldığınız her yerde, yerel göçmen ofisine başvurmanız ve kendinizi kaydettirmeniz gerekiyor. Bu hizmet, kaldığınız oteller tarafından, sizin nam-ı hesabınıza yapılırken; bazı pansiyonlarda kaldığınızda, ya da kamp yaptığınızda, bu sıkıcı işi kendi başınıza halletmek zorunda kalıyorsunuz. Sonuçta, sizden istenilen, ülkeye girdiğiniz tarihten itibaren, çıkış yapana kadar ülke içerisindeki tüm hareketinizi, çıkıştaki pasaport polisine, kayıt sırasında size verilen resmi evraklarla ispat edebilmeniz. Tabii, Sovyetler Birliği paranoid döneminden kalma bir uygulamanın, alışkanlıkla devam ettiriliyor olmasından başka bir şey değil. Özenle toplayıp, biriktirdiğim bu evraklarla ilgili, ülkeden çıkışta başıma gelenleri -unutmazsam- sizlere anlatırım; yeri geldiğinde. Sonuç olarak, kaldığınız otelin, sizin adınıza yaptırdığı kayıt evrağını almak zorundasınız. Dauria Otel’deki görevlilere bir gün öncesinden, sabah erken hareket edeceğimi söylemiş olmama rağmen, kayıtla ilgili işlemlerim tamamlanmamıştı. Bu yüzden, öğlene kadar hem şehir merkezini biraz dolaşmak, hem de internet kafede mesajlarıma bakmak için dışarı çıktım. Otelin biraz ötesindeki gazino/gece kulübünün önünden geçerken kaldırımın üzerinde gördüğüm büyük kan gölü, burada gece ciddi bir “hesaplaşma”nın yaşandığının göstergesiydi. Dönüşümde ise kaldırım -nihayet- yıkanmıştı. Chita’nın önemli bir özelliği var. Aslında, Trans-Sibirya Demiryolu’nun Çin’e uzanan kolu olan Trans-Mançurya hattının inşasından çok daha öncesinden beri Chita, Çin’le olan ticarette önemli kapı olma özelliğini hep korumuş. Trans-Mançurya Demiryolu ile (ki, Chita’dan 113km sonra Trans-Sibirya’ya karışıyor) bu ticari kilit konumu daha da pekişmiş. Altın, gümüş ve kerestenin yanı sıra, sonradan yer altı zenginliklerine uranyumun da katılmasıyla, ticari öneminin çok daha ötesine geçen stratejik önemi, Chita’nın 1930’dan itibaren, ta ki 1991’de Sovyetler Birliği resmen yıkılana kadar, yabancılara ve çoğu Sovyet vatandaşına kapatılmasına neden olmuş. Bu “kapalı toplum” içinde, “daha da kapalı” yasak bölge yaşamından 1991’de kurtulan Chita, o tarihten sonra hızla serpilmiş ve gelişmiş. 300 bin nüfuslu şehir, yeniden ve özellikle Çinli tüccarların gözdesi oluvermiş. Şehirdeki tarihi sinegog (1907’den kalma) ve cami de (o da 1909 yılından) Chita’nın, tarihindeki ticaret merkezi olmasından kaynaklanan kozmopolit yapısının bir göstergesi. Bu iki tarihi ibatehaneye ait fotoğrafları, daha sonra bulamadım. Ne oldu da kayboldular, nasıl oldu da sildim, hiç hatırlamıyorum. Ama, bilgisayara kopyaladığım fotoğrafların arasında bulamadım, maalesef. Kayıt evrağını alıp da Chita’dan ayrılmam öğleden sonrayı buldu. Yaklaşık 480km yol aldıktan sonra gece saat 9’da, hava kararmaya yakın kamp yapmak üzere durdum. Kamp yerim, Mogoça yakınlarında, yoldan biraz içerde taş ocağı olarak kullanılıp kapatılmış bir düzlükte. Arada tepelik bir bölüm olması nedeniyle yol gürültüsünü daha az alır. Bir sonraki gün biraz daha fazla, 515km yol yaptım. Ancak, sona doğru, Yakutsk ve Vladivostok yollarının ayrıldığı kavşağa, Never Köyü’ne geldiğimde, ince fakat şiddetli bir yağmur yağmaktaydı. Çadırı açmak sıkı ıslanmak demek. O şekilde çadırın içerisine girmek de pek hoş olmayacak. O nedenle arabanın içinde yatmayı tercih ediyorum. Kavşaktaki benzin istasyonuna girip, veznedeki kadına, turist olduğumu ve bu geceyi benzin istasyonunda, arabada uyuyarak geçirmek istediğimi söyledim; “Bajalsta!” (“rica ederim” anlamında) dedi, gülümseyerek. Rusya’da bütün benzin istasyonları self servis çalışıyor. Yani, alacağınız kadar yakıtın parasını veznenin küçük penceresinin altındaki ufak çekmeceye koyuyorsunuz. Pencerenin arkasındaki bayan (genellikle bu görevi kadınlar yapıyor, gece ve gündüz) yakıtı alacağınız pompayı içeriden, istediğiniz miktar kadar çalıştırıp kesiyor. Siz pompaya bağlı hortumun ucundaki tabancanın tetiğin indirilmiş olduğuna dikkat etmek, daha sonra tabancayı depo ağzına yerleştirmek, pompayı sıfırlamak ve deponuza doldurmakla mükellefsiniz. Bunları düzgün yapmazsanız, benim başıma birkaç kez geldiği gibi, etrafı ve üstünüzü mazotla yıkamak durumunda kalabilirsiniz. Arabada bir süre, Paul Theroux’nun “Ghost Train to the Eastern Star”ını okudum. Bu kitabı, Ulaanbaatar’daki guesthoseda kalan birisi, çantası çok ağır olduğu için bırakmak zorunda kalmış; bir de içine not yazmış, isteyen alsın diye. Paul Theroux’yu daha önce duymamıştım. Bu kitabı ile herhalde müdavimi olurum. Türkçe’ye yalnızca iki kitabı çevrilmiş. Halbuki onlarca eseri var Throux’nun. Theroux Fransız-İngiliz bir baba ve İtalyan bir annenin çocuğu olarak Amerika’da doğmuş. Bir gezgin ve yazar. Dünyanın çeşitli ülkelerinde Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nde görev almış ama, siyasi görüşleri ve anarşist tutumu nedeniyle görevlerinden ve hatta ülkelerden uzaklaştırılmış. Singapur’da üniversite öğretim üyeliği görevi de benzer nedenlerle son bulmuş. Son derece akıcı bir dille ve objektif bir gözle yazılmış kitabını elime her alışımda, kendimi kaptırıveriyorum; aynı Jeffrey Tayler’ın “Siberian Dawn” kitabı gibi. Theroux’nun Türkçe’ye çevrilen iki kitabı “Kör Aydınlık” ve “Sivrisinek Sahili”. Okumadım (okuyacağım, tabii ki) ama, özellikle Sivrisinek Sahili yazarın önemli ve ödüllü eserlerinden; okumadan tavsiye ederim. Dışarıdaki yağmur aynı şiddetiyle devam ederken uyumuşum. Uyandığımda tuvalet ihtiyacım, dışarıya çıkmaya zorluyordu beni. Yağmurun dindiğini farkedince, uykumun dağılması pahasına çadırı açıp, düzgün ve eklem ağrısız bir uykuya devam etmenin daha yararlı olacağına kanaat getirdim. İyi de yapmışım; sabahın erken ışıklarına kadar deliksiz bir uyku uyumuşum. Sabahın erken saatleri, bir yandan sis… Hızlı bir kahvaltı ardından, köyün içerisinde kısa bir tur atıp, Yakutsk yoluna saptım. Bu noktadan itibaren trafik yoğunluğu da, yol kalitesi de düştü. Chita-Vladivostok arasındaki yolun asfaltlama çalışmaları yapılan bölümleri dışında kalan kısmı ya düzgün asfalt, ya da asfalta hazırlanmış düzgün toprak yoldu. Ancak Yakutsk yolu çoklukla oldukça kaba kaplamalı toprak ve tabii muazzam toz kalkıyor. Pencere açmam mümkün değil. Araç trafiği az olsa dahi, kendi kaldırdığım un gibi toz bile içeriye giriyor. Yolun meşakkatine ve ıssızlığına karşın, Yakutsk yoluna girdikten sonra doğa daha da güzelleşti. Sibirya´nın taygasının içerisinde, yüksek ağaçlar ve bitki örtüsünün büyüleyici renkleri tüm zorlukları unutturuyor insana. İki gece üst üste çadırda kalıp, üzerine bir de yolun tozunu yedikten sonra, bu akşam duş alabileceğim bir otelde konaklamam uygun olur, eğer bulabilirsem. Neryongri´de olabilir, mesela. Yakınındaki büyük kömür madeni nedeniyle sahip olduğu ticari önemine binaen, kalacak bir otel bulabileceğimi düşünüyorum. Yol, 410km’lik yolu ancak 11.5 saatte tamamlayabilecek kadar kötü. Akşam saat sekiz cıvarında vardığım kentte birkaç otel var ama, hepsi dolu. Bulabildiğim tek boş odası olan otele, üç lise talebesi delikanlının yardımı ile ulaşabildim. Akşam otelin kafesinde yemek yerken yanıma yaklaşan otel müdürü, aracın bana ait olup olmadığını sorduğunda, içimden “Yine mi?” dedim; arabamı başka bir yere parketmemi isteyeceklerini zannederek. Meğer, seyahatle ilgili bilgi almak istiyormuş. Dilimin ve ellerimin döndüğünce anlattım; çok hoşuna gitti. Yan masada oturanlardan rica edip, birlikte fotoğrafımızı da çektirdi; kafenin duvarına asacakmış. Neryongri’de Timton Otel’e yolunuz düşerse, duvarda beni gördüğünde şaşırmayın sakın. 3 Eylül Perşembe günü performansım daha iyiydi; yine 11 saat ama, bu sefer 550km. Geceyi, bu Uluu Köyü çıkışında bir başka taş ocağı çukurunda geçirdim. Buradaki taşlar, sanki özel hazırlanmış tuğlalardan örülmüş duvarlar gibi. Zaten bunları köylerde inşaatlarda da tuğla olarak kullanıyorlar. Yakutsk´a 265km kala verdiğim bu son moladan sonra Lena Irmağı´nı geçmek üzere feribot iskelesine geldim. Yakutsk, Lena Irmağı´nın batı kıyısında kurulmuş. Doğu kıyısından, yani benim geldiğim yoldan ulaşım, ancak Lena Irmağı´ndan feribotla mümkün. Ancak feribotun çalışması için ırmağın "akar" halde olması lâzım. Halbuki, Lena Irmağı senenin 8 ayı ya tümüyle donmuş oluyor (yaklaşık 5-6 ay), ya da buzlar çözülmeye başladığında da büyük buz kütleleriyle dolu... Bu durumda da feribot çalışamıyor, tabii. Böyle zamanlarda, eğer buz kalınlığı, üzerindeki araçları taşıyacak kadar kalınsa ancak, Yakutsk karadan ulaşılabilir oluyor ki, bu da ancak 4-5 ay müddetince mümkün. Bunlar dışında kalan 3-4 aylık dönemde karayolundan Yakutsk´a gidilemiyor; tek ulaşım havayoluyla. Yakutsk, Rusya Federasyonu´nun en büyük cumhuriyeti olan Yakutistan´ın başkenti. Yakutistan, "Yakutlar´ın yaşadığı ülke" anlamında. Aslında Yakut adı, Ruslar´ın Sakhalar´a verdiği bir isim. Sakhalar, Altay kökenli bir Türk kavmi. Yakutsk´a yaklaşırken Bolot´a mesaj göndermiştim; bana kalabilecek bir pansiyon bulmasını rica etmek için. Buldu da... Bolot, Yakuts´ta yaşayan bir Sakha. Kendi işi dışında, amatör olarak gazetecilik de yapan Bolot, aynı zamanda aşağıda adresini verdiğim web sayfasının da yaratıcısı. http://askyakutia.com/ Yakutistan´ı merak edip, internette uygun bir site arayanların ilk buldukları bu adreste, Yakutistan hakkında merak ettiğiniz konularda soru sorabileceğiniz bir bölüm var. Ben de, seyahate başlamadan, daha plânlama aşamasında (geçen sene), Magadan Yolu (bilinen adıyla, Kalima Yolu) hakkında bilgi araştırırken bu siteyi bulmuş, merak ettiğim soruları sormuş ve inanılmaz bir hızda ve detayda cevapları da Bolot´tan almıştım. Bu vesileyle geçen sene başlayan "internet" dostluğu, sonradan karşılıklı yardımlaşmayla devam etti. Ama bu "karşılıklı"lık, ileride fazlasıyla benim lehime dönecekti. Sırası geldiğinde bunları da anlatacağım. Ancak, Bolot´un tümüyle gönüllü olarak yarattığı ve sürekli aktif ve güncel tuttuğu bu site sayesinde, benim gibi Yakutistan´a seyahat eden birçok gezgin, seyahatleri için son derece önemli bilgileri bu site sayesinde Bolot´tan alabiliyorler. Bolot sitede, herkesin sorduğu sorular ve bunlara verdiği ayrıntılı cevaplarını yayımlayarak, diğer izleyenlerle de bilgileri paylaşıyor. Bu gönüllü çalışman ve paylaşımcılığın için çok teşekkürler, Bolot! Saat 15:30´da, Yakutsk´a geçmek üzere, Lena Irmağı´nın doğu kıyısındaki feribot "iskelesi"ne yanaştım. İskelede bekleyen feribota binişimden sonraki kısımları, Yakutsk´tan sonrasını, Kalima Yolu´nda adrenalin yoğun geçen maceralı yolculuğu ve Magadan´a varışımı daha sonra anlatacağım... (Devam edecek) Not: Ali Eriç'in “Arabamla Dünya Turu” gezisinin başlangıcı ile ilgili detaylar için Arabamla Dünya Turu – Türkiye (Başlangıç – Karadeniz) gezi yazısını okuyabilirsiniz. |
Yazılan Yorumlar... | |
alperlcan (21 Şubat 2015) |
harika paylaşım.. Ekim 25 - Kasım 06 2014 yaklasık 4-5 ay önce irkutsk taydım mükemmel doğa harikası biryer hayran kaldım. Haziran ayı başı yine orada olacağım :) ekime kadar... Bu tarihlerde gelecek olursa görüşmek isterim :) |