Arabamla Dünya Turu – Rusya : 7 (Tomtor) | |
Size önceki bölümde bahsettiğim Kolima Yolu, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından, özellikle işletilmesi ekonomik görülmeyen madenlerin kapatılması ve buna bağlı trafiğin azalması, ayrıca maden çalışanları için yapılmış “modern çalışma kampları”nın terk edilmesi sonucu çok az kullanılmaya başlanmış. Gözden uzak kalan yol, gönülden de uzaklaştığı için bakımı yapılmaz, bakılmadıkça da yavaş yavaş geçilmez hale gelmiş. Hala da, kışın toprağın, ve tabii çamurun ve suların donmasıyla birlikte ancak ulaşım sağlanan Kolima Yolu, özellikle Mayıs-Haziran’la başlayan ve karların erimesiyle geniş bir bataklığa dönüşen bölgenin kurumasına, yani Ağustos’un ortalarına kadar geçilmez halde. Son yıllarda, bölgenin ekonomik olarak canlandırılması ve kapatılan madenlerin yeniden işletilmeye başlanması için yapılan çalışmalar kapsamında Kolima Yolu’nun da iyileştirilmesine başlandı. Ancak, yolun en zor kısmı olan Kyubyume-Kadıkçan arası için alternatif bir güzergâh yapılmasına karar verildi. Bunun için, Tomtor üzerinden gitmekte olan mevcut 280km’lik yol yerine, kuzeyden, Ust-Nera üzerinden, daha kolay bir coğrafyadan geçen 377km’lik yeni bir yol açıldı; aslında var olan eski güzergâh iyileştirildi. Böyle olunca da, eski yolun, zaten yerleşim olmayan Tomtor’dan sonraki kısmı iyice kullanılmaz oldu, unutulup gitti. Khandiga’dan ayrıldıktan sonra, yol ayrımına, yani Kyubyume’ye 317km var. Yol kısa bir süre sonra dikkat çekici derecede güzel doğaya derinlemesine dalmaya başladı. Çevre o denli güzel, renkler o kadar çeşitli ve etkileyici ki, ister istemez bir hayal alemine gömülüyorum. Uyandığımda kendimi ağzım açık, suratımda tatlı bir tebessümle direksiyona yaslanmış, arabanın hızını 15-20km’ye düşmüş buluyorum. Bu hali Sibirya’da bir-iki değil, onlarca kez yaşadım. Khandiga’ya 107km uzaklıkta kuzeye, Topolinoye’ye dönen bir yol var. Ivan Ivanoviç o yol üzerinde, Topolinoye’ye yakın birkaç çalışma kampı kalıntısı olduğunu söylemiş ve elimdeki harita üzerinde yaklaşık yerlerini işaretlemişti. İstediğim, çalışma kamplarından hiç olmazsa birini görüp, havasını koklamak, şimdiye kadar okuduklarımı hayalimde canlandırarak o günleri, yüz binlerce insanın hayatını kaybettiği bu umutsuzluk, çaresizlik cehennemini hissetmek. Yol ayrımından sonra yaklaşık 70km kadar içeri girdim. Yol iyice ıssızlaştı. Tek bir araba dahi yok; canlı varlık, hakeza. Çevrede orman iyice kesif bir hal almaya başladı ve yol da oldukça daraldı. Ivan Ivanoviç’in işaretlediği yere ulaşmak için Tompo Irmağı’nın kollarını aşmak lâzım. İlkini biraz zorlanarak aştım. İkincisine yaklaştığımda, yolun solunda, ormanın içerisinde bir takım yerleşim kalıntıları gördüm; o tarafa giden de, -artık yok olmaya yüz tutmuş- bir yol var. İçeri seğirttiğimde, ne olduğu belli olmayan birkaç beton bina yıkıntısı ile karşılaştım. Sanırım, eski ve terkedilmiş maden yerleşimlerinden. Tekrar yola saparken, arkamdan birisinin iki kolunu yana açmış bağırarak bana doğru koştuğunu gördüm. Anlaşılan, dikkatimi çekmeye çalışıyor. İyi niyetle, bir derdi olduğunu düşündüm. Bir yandan da, okuduğum ve duyduğum hikâyelerdeki kaçak madenciler hatırıma geliyor; zaten ıssız olan bölgede, gözden uzak yaşayan, kırk yılda bir gelip geçenleri durdurup soyan çeteler… Yine de gönlüm el vermeyip, durdum. Bir yandan da, onu takip eden başkası var mı diye etrafı kolluyorum; en ufak bir tehlike sezdiğimde kaçmak için de tetikteyim. Nefes nefese yanıma gelen genç Rusça bir şeyler sordu. Anladığım kadarıyla, yolda bir kamyon görüp-görmediğimi soruyor. “Yok” dedim, “hiç araba görmedim”. Biraz hayal kırıklığı ile benim arabayı süzüyor; öndeki vinci görünce gözleri parlıyor. Bir-iki kelime İngilizce, el kol işareti ve Rusça’yla karışık arabalarının bir yerlerde mahzur kaldığını söylüyor. Ufak bir tereddütten sonra, güvenilir olduğunu “hissedip”, takip etmeye başladım. Demin gördüğüm yıkıntılardan birine sığınmış 2 kişi daha çıktı, içeride yaktıkları ateşte kurutmaya çalıştıkları giysilerini giyinerek, bir yandan. Anlaşılan fena ıslanmışlar. İçlerinden biri, diğerinden biraz daha fazla, 3-4 kelime İngilizcesi’yle arabanın nehirde olduğunu söyledi; yakınmış. 100m kadar ileride nehir kıyısına ulaştık. Şöyle böyle değil, sıkı akıntı var ve çok derin, belli. Kenara yakın bir yerde araçları duruyor, sürüklenmişler. Büyücek bir Mitsubishi minibüs, ama 4WD. Nehrin 50-60m yukarısındaki geçitten geçerken akıntıya kapılıp sürüklenmişler. Araba, yüksek taşlara takılıp durmuş. Yarısı suyun altında. Nehrin kıyısındaki taşlığın üzerinde pozisyon alıp halatı boşalttım. Çift straple ucunu şoföre verdim, iki noktadan bağlaması için. Arabayı çıkaracağız derken, bir taraflarını koparmayalım. Fazla zorlanmadan çekip çıkardı benim Warn. Daha sonra arkama takıp, ateş yaktıkları yıkıntıya kadar çektim. Votka ikram etmeyi teklif ettiler ama, teşekkür edip ayrıldım. Onların tutunamayıp sürüklendiği nehir geçişine geldiğimde, benim de gözüm korktu, açıkçası. Bu akıntıda değil araba, ben bile derinliği kontrol etmek için girdiğimde sürüklenirim. Karşıda vinç bağlayıp emniyete alacak çok ağaç var ama, bende vincin kancasını takmak için karşıya geçecek cesaret yok. Hoş, sürüklenirsem halata tutunup çekerim kendimi ama, buz gibi suda debelenmek de hiç işime gelmiyor doğrusu. Tek başına olmanın yarattığı sıkıntılardan biri de bu işte. İnsanın yanında, ona kuvvet verecek birisinin olması, özellikle böyle zamanlarda çok önemli. Tek başına, bazı şeylere cesaret edemiyor insan. Gerisin geriye döndüm. Yeniden Kolima Yolu’na çıktıktan yaklaşık 50km sonra, dağlara doğru virajların iyiden iyiye kendini gösterdiği yerde, Ivan Ivanoviç’in söylediği Haç’ı gördüm; Kolima Yolu’nda ve madenlerde hayatını kaybeden yüzbinlerce Gulagzede’nin anısına diktikleri…Eski-yeni yol ayrımına, 220km daha yol katederek varıyorum. Yolda yine güzellikler… Kyubyume’deki yol ayrımında olduğu söylenen benzin istasyonunu bulamadım. Tabii, her uğrayan maceracıyı votkaya boğan benzinciyi de… Güneye, Tomtor’a doğru dönünce yol Kyubyume Irmağı’ndan geçiyor. Yakın zamana kadar üzerinden geçerken, köprünün bir bölümünün yıkılması sonucu artık “içinden” geçiyor. Tomtor’a kadar olan 155km’lik yola girdiğimde güneş batmış, hava yavaştan kararmaya başlamıştı. Yolun yarısında karanlık iyice bastırdı ve hafif bir yağmur da kendini gösterdi. Yol iyice bozulduğu için mesafenin tamamını ancak 4 saat civarında alacağım, belli. Tomtor’a 70km kala, yolun kıyısında bir Nissan Patrol gördüm; inen birisi el etti, durmam için. Ben bu adamı hatırlıyorum; nitekim o da beni hatırladı. Khandiga’da benzin alırken Tomtor’a gidiyor olduğunu söyleyen kişi bu. Lastiği patlamış; ikinci kez. Lastiklerden birini portbagaja attık. Hanımı da benle birlikte geliyor; Tomtor’a gidiyoruz. Oldukça iyi İngilizce konuşuyor; zaten Yakutsk’ta İngilizce öğretmenliği yapıyormuş. Kocasının ailesine gidiyorlarmış, çocuklarını almaya. Her yaz çocukları, dedeyle babaannenin yanına, Tomtor’a bırakıp, yaz sonu almaya gidiyorlar. “Okullar kapalı olduğunda zorlanıyoruz, ikimiz de çalıştığımız için” diyor. Tomtor ve maceranın doruğu Emanetleri Tomtor’da bırakırken, kalacak bir yer bulabilir miyim diye sordum hocama. Kayınlarına danıştı, onlar da bana, kasabanın içinde birinin evini tarif ettiler. Ortalık zifiri karanlık, bulmam mümkün değil. Kayınpeder benimle geldi, sağolsun. Geri getirmek şartıyla tabii. Saat benim kolumdakine göre 22:40, evin duvarındakine göre ise 23:40. Bir saat daha ilerlemişiz yani. Yiyecek bir şey kalmamış; açlığımı, arabadan getirdiğim noodle’la bastırmaya çalışıyorum. Yarın büyük gün; vakit kaybetmeden yatıyorum. Ertesi sabah, yani 11 Eylül Cuma sabahı erken kalkıp, hızlı bir kahvaltıdan sonra evden ayrıldım. Depoları doldurduktan sonra yola çıkacağım. Tomtor’un tek benzin istasyonu, depolara tankerden yakıt dolduruluyor olduğu için geçici olarak benzin vermiyor; beklemek zorundayım. Size Rusya’da benzin alma “prosedürü”nden daha önce bahsetmiştim de, taşrada bulunan benzin istasyonlarındaki tarihi pompalar ve istasyon “binaları”nı anlatmamıştım. Aşağıdaki fotoğrafı özellikle bunu size göstermek için çektim. Pompalar, malûm. İstasyon binası -yani arkada gördüğünüz o konteyner- niye silindir şeklindedir, onu da bir türlü anlayabilmiş değilim. Deseniz ki, eskiden öyle yapılmış, halâ kullanıyorlar, değil. Fotoğrafta gördüğünüz yepyeni bir “model”. Önümde, seyahatimin en can alıcı bölümü var; yaklaşık 240km. Ondan sonra kuzeyden gelen yeni yolla birleşeceğim. Yolun Tomtor’dan sonraki bölümü uzun süredir kullanılmıyor ve bu nedenle de bakımsız. Kullanılmamasının nedeni, zemin şartlarının kötülüğü nedeniyle ayakta tutmakta güçlük çekilmesi. Hele ilk 70km’den sonra başlayan 120km’lik kısım tam bir felaket. Burayı geçen, Magadan’a varmış demektir. Geçersem, ben de varmış olacağım. Yol yine etkileyici, ama daha zor. Yer yer uçmuş köprülerin yerine suların içinden geçerken, bazı çamur havuzlarını ufak tefek danslarla atlatıyorum. Ama, manzara halâ çok etkileyici. Tomtor’dan tam 122km sonra yol geniş bir açıklığın içinden geçiyor. Açıklık dediğim yer aslında bataklık. Orman en geniş yerde yola 55-60m uzaklıkta. Yolun ortasında, boyu yaklaşık 35m, eni de yol genişliğinde bir havuz var; bir “çamur havuzu”. Yolun her iki yanından da geçmek mümkün değil; dediğim gibi, bataklık. Mecburen havuza gireceğim. Şortumu ve çizmelerimi giyip, Moğolistan’da bulduğum çoban değneğiyle havuza girdim. Değneği önden batıra batıra derinlik ölçümü yapıyor, arabayla geçebileceğim güzergâhı tespit etmeye çalışıyorum. Havuzun, gidiş istikametine göre sol tarafı uygun, sağ tarafında ise çok derin (yer yer 80cm’e yakın) tekerlek izleri var. Tekerlek izleri kanal şeklinde olduğu için, içine girdiğim anda arabanın göğsü yere yapışacağından, ilerlemesi mümkün olmaz; kurtulamam. Durum riskli olduğu için, elime birkaç uzun dal alıp, yeniden güzergâhı belirledim ve bunu yaparken de yere işaretler diktim. Sıra arabayla geçmeye geldi. Çizmelerimin içindeki suyu boşaltıp direksiyona geçtim. Havuzdan yaklaşık 15-20m geri çekildim; vitesi 3-takviyeye (3rd low gear) alıp gazladım. Havuzun başlarında gidişat iyiydi ama, arka taraf hafiften sağa, tehlikeli bölgeye çekmeye başladı ve korktuğum başıma geldi. Önce arka tekerler, arkadan önler derin izlere girdi ve araba sağa yatarak dibe oturdu. Kapıdan kafamı arkaya uzattım, egzost suyun içinde fokurduyor. Motoru stop etmemem lâzım ama, nereye kadar? Ön tarafta, yolcu bölümünde 20cm derinlikte çamurlu su var. Benim taraf ise daha bilek hizasında, ancak. Derin bir soluk alıp suyun/çamurun içine indim. Önce bir durum muhakemesi yapmalı. Çevrede, arabayı çıkarabilmek için vinç takabileceğim tek bir ağaç yok. Bulabildiğim tek şey, yaklaşık saat 10 istikametinde (yani, arabanın baş istikametine göre 60˚ solda) bir ağaç kökü var. Uzaklığı da, ancak vinç halatının yeteceği kadar. Kancayı ona takıp arabanın burnunu sola, emniyetli bölgeye doğru kaydırabilirim belki. Başarırsam, arkayı da, Hi Lift krikoyla kaldırıp sola atacağım. Kökün çevresi,ne sardığım strap’e halatı taktım ve vinci çalıştırdım. Warn inleye inleye burnu 50cm kadar sola çekti. Biraz daha asıldım, Warn biraz daha içli inledi… 10cm daha. Sonra kök çatırdayarak yerinden kurtuldu. Fiyasko! Burnu biraz dışarıya çıkardık ama, kuyruk iyice battı bu sefer. Bagajdaki su seviyesi iyice yükselmiş durumda; alttaki kitapların durduğu sandık yarı beline kadar su içinde. Kitapların halini düşünmek istemiyorum. Bu arada hava serinlemeye, rüzgâr esmeye ve hafiften de yağmur atıştırmaya başladı. Artık üşüyorum. Hi Lift’i arka soldaki deliğe takıp arabanın kuyruğunu kaldırabildiğimce yukarı kaldırdım ama, sağ arka tekerlek bir türlü yerden kesilmiyor ki, arabanın arkasını krikonun üzerinden sola devirebileyim. Bir kere daha, bu sefer ortadaki çeki kancasından sapanla kaldırmayı denedim. Her iki tekerlek de yerden kesildiğinde krikoyu sol itip arabayı yaklaşık 20cm öteledim. Ama, o kadar daha fazlasını yapmaya kalktıkça ön tarafı eski yerine kaydırmak var sonunda. Hızlı düşünüp, bir an önce bir kurtuluş çaresi bulmalıyım. Yoksa bu kuş uçmaz, kervan geçmez yerde olmayan kurda ve kuşa yem olacağım. Vinç takacak ağaç yok, çamur paletlerini koymanın bir anlamı yok (dipsiz çamurda paletleri kaybetmekten başka işe yaramaz)… Tek çare, vinci takacak bir ankraj yaratmak. Aklıma, Hi Lift krikoyu çamura tersten çakmak geldi. Havuzun karşı ucundan 10m öteye krikoyu çakmaya başladım. Önce elimdeki ağır çekiçle, daha sonra bulduğum daha ağır kütükler v.s. 120cm’lik krikonun yaklaşık 90cm’i gömüldü toprağa. Vinci takıp ufak ufak denemeye başladım. Araba, hafifçe titrediydi ki, krikonun çamurun içinden yavaşça sıyrılıp, bana doğru gelmeye başladığını gördüm. Bu da olmadı. Krikoyla sol arka köşeden, egzost ağzı suyun üstüne çıkacak kadar arabayı kaldırıp motoru stop ettim, daha fazla mazot harcamamak için. Aklıma gelen son ve ama çok yorucu bir yöntem daha var: Toprağa, iki stepneyi de gömüp, onları ankraj olarak kullanmak ama, bu yaşta ve bu kondisyonda en az 1 tam günümü alır, eğer becerebilirsem tabii. Bunu son çare olarak bıraktım ve uydu telefonumla Bolot’u aradım. Durumu anlattım. Daha önce de bahsettiği bir Polonya ekibinin o sıralarda geçmesi gerektiğini söyledi; sanırım 3 tane Mercedes G-Wagon. Saat 4’e kadar (akşamüzeri) bekledim; gelen giden yok. Bolot’u tekrar aradım, Tomtor’dan yardım için bir araç göndermelerini rica ettim. GPS koordinatlarımı uydu telefonundan SMS’le Nedim’e göndereceğimi, onun da kendisine ileteceğini söyledim. Iridium uydu telefonundan ancak, o telefona daha önce mesaj göndermiş bir e-posta adresine cevaben SMS gönderebiliyorsunuz, nedense… Neyse, koordinatlar Bolot’a ulaştı. Tomtor’u arayıp yardım istediğimi bildirmiş. Vakit geç olduğu için yardımın ancak ertesi sabah yola çıkabileceğini söylemişler. Durumu Nedim’e iletmiş ve Nedim bana mesajla sonucu duyurdu. Başka çare olmadığına göre, o gece için hazırlıklara başlamalı. Arabadan inip, üzerime kuru giysiler, gece beni sıcak tutacak bir şeyler ve yiyecek almak üzere “yüzerek” arkaya, bagaja ulaştım. Her bir kolumun altına, elime ve asılıp sıkıştırılabilecek her yerime bir şeyleri doldurduktan sonra, en son kalan iki parmağımın arasına, buz dolabındaki son ekmeğimin torbasını sıkıştırıp havuza yeniden dalmaya hazırlanıyordum ki, ekmek torbasının parmaklarımın arasından kayarak havuzun kahverengi sularına balıklama daldığını gördüm. Tek ekmeğim, bırakır mıyım? Her şeyi bagaja atıp, torbanın ucundan yakaladım. Yanlış ucundan yakalamışım; yukarıya çekerken içindeki ekmek “doğru” olan açık uçtan kendini yeniden çok sevdiği engine bırakıverdi. “Ben seni yiyeceğim, çamurlu bile olsan”. Her şeyi tek seferde taşımaktan vazgeçip, havuzun buz gibi sularında takırdayarak iki sefer yaptım. Geceyi, sesli kitaplarımdan Ayşe Kulin’in “Adı Aylin” kitabını dinleyerek geçirdim. Dışarıda zaman zaman şiddeti artan rüzgâr ve yağmur, sağ taraftaki “iç havuz”dan dolayı rutubet… Isınmak için motoru çalıştırmak çok fazla işe yaramıyor. Çok uzun süre çalışır halde bırakmaktan da korkuyorum, dışarıdaki rüzgâr nedeniyle egzost gazının içeri girme riskinden… Özellikle böyle zamanlar için taktırdığım Eberspächer ısıtıcım ise sulara gömülmüş vaziyette. Geceyi genellikle iyi geçirdim, moralim yerinde, yorgunluk ve uykusuzluk, kandaki adrenalin seviyesini yenecek şiddette değil. Tek endişem, kurtarmaya gelen olmazsa ne yapacağım? O durumda, ya stepneleri gömme işinden de bir sonuç alamazsam. Yine de bu fikirleri kafamdan dağıtmak için kendimi Ayşe Kulin’e yoğunlaştırıyorum. Gündüz ıslandığım ve ayaklarımı üşüttüğüm için tuvalet ihtiyacı daha sık hasıl olmaya başladı; o da bir işkence bu soğukta. Sabah saat 4 sıralarında kar başladı. İşte bu moralimi bozdu. Uykusuzluk ve yorgunluk nedeniyle serotonin salgısı da iyice düştüğünden, moral eşiğim dibe vurmuş durumda. Yine de, “Benim burada ne işim var ya?” noktasına gelmiş değilim. Gün ağarmaya başladığında kar ve rüzgâr dindi. Kesif sis, güneşin yüzünü göstermesine engel oluyor. O nedenle de hava bir türlü ısınamıyor. Gece kar başladığında içerideki elektronik termometreyi dışarı koyup sıcaklığı ölçmüştüm: -5˚C. Sabah saat 7’de tekrar ölçtüm; ancak 0˚C’ye yükselmiş. Saat 10’a doğru sis dağılmaya, güneş de hafiften gülümsemeye başladı. Arabayı terk ettim. Bu arada Bolot’tan, beni kurtarmaya gelecek aracın sabah 8:00’da yola çıktığı mesajı geldi; iyi haber. Öğlene burada olur. Sis tamamıyla dağıldığında, gökyüzünde artık tek bir bulut kalmamış, güneş yavaş yavaş kemiklerimi ısıtmaya başlamıştı; keyfim yeniden yerine geldi. Arkadan tüm strapleri ve mapaları çıkardım. İki kısa strapi şasedeki sağlı-sollu jate ringlere mapalarla bağlayıp, diğer uçlarını tek mapayla, kalan straplerden yaptığım “çekme halatı”nın bir ucunda birleştirdim. Diğer ucunu da havuzun kenarına kadar getirdim; boyu yine de yetmedi. Yettiği yerde su sığ ama çamurlu olduğu için içinde strapin ucunu bulamam. Stepneyi yukarı çekmek için kullandığım ince halatı ucuna bağlayıp, kuru yere kadar uzattım. Gece dışarıda bıraktığım her şeyi arabanın arkasına yerleştirdim. “Artık hazırım, hadi gelin kurtarın.” Saat 13:00 gibi uzaktan doğru bir araba sesi duyduğumda, keyfim yerine geldi. Yaklaşan bir UAZ minibüs. Beni saplandığım bu bataktan kurtarabilir mi, endişesi kapladı içimi. Ama en azından birilerinin gelmiş olması sevindirici. Minibüs deyip de, küçümsediğimi sanmayın sakın. Aslında, pek başka arabaların gidemediği arazi koşullarında harikalar yaratır; özellikle minibüs modeli. Valeri ve Bayezid (Tatar’mış kendisi) arabadan inip yanıma geldiklerinde, Cumartesileri’ni mahvetmediğim yüzlerindeki keyifli gülümsemeden anlaşılıyordu. UAZ’ı, straplerin ucu ancak yetişecek kadar, geri geri suya soktu Valeri. Fazla girmemesi lâzım ki, üçüncü bir araba beklemek zorunda kalmayalım. Ben de bu arada arabayı çalıştırıp, arkadaki krikoyu indirdim. Egzost, Boğaz’daki yolcu motorlarınınki gibi fokurdamaya başladı, suyun içinde. İlk hamle Lando’yu ancak titretmeye yetti; UAZ patinaja düştü, arkasından. İkincisi de farklı değildi. Üçüncü seferde Valeri suya biraz daha girdi; benim arabaya daha yaklaşıp hız alacak ki, darbeyle çıkarabilsin. Her bir darbede biraz daha yerinden söküldü Lando ve üçüncüsünde kurtuldu. Toplam operasyon 15 dakika kadar sürdü. Strapleri toplarken sordular; devam edecek miyim, diye. “Teşekkürler, almayayım!”. Tomtor’a dönüp votka içme zamanıdır, dedim. Fikrim çok etkileyici geldi, neşeyle arabalara binip gerisin geriye döndük. Yolda arada bir av molası veriyoruz; Bayezid çiftesiyle atlayıp kuşların peşine gidiyor. Pek verimli değil ama. Gelmeleri neden bir buçuğu buldu, anlaşılıyor şimdi. Tomtor’a vardığımızda marketten biri bize, biri de Alexander Alexievich’e hediye olarak, iki votka aldım. Alexander Tomtor’da karayolları bakım şefi, Bolot’un bana yardım göndermesi için arayıp ricada bulunduğu kişi. O şartlarda ve Tomtor’da Alexander’a teşekkür etmek için alabileceğim başka da bir şey yoktu, maalesef. Aslında, Alexander’ın yardımının karşılığını bir hediyeyle ödemek de mümkün değil tabii. Bana bu aracı göndermeseydi ne yapardım, tahmin edemiyorum; etmek de istemiyorum, açıkçası. Tabii Valeri ve Bayezid’i de unutmamak lâzım; bir Cumartesi günü, sabah sabah kalkıp, Türkiye’den gelmiş bir deliyi battığı çukurdan çıkarmaya geldikleri için. Bu seyahatin en maceralı bölümünde yaşamak istediğim heyecan tam da buydu açıkçası, ve yaşadım. Tabii, oradan kendi imkânlarımla çıkabilseydim, olabilecek en büyük keyfi alırdım ama mümkün müydü, bilemiyorum. Sonradan işin muhasebesini yaptığımda şu sonuca vardım: Eski Kolima Yolu’nu 4 tekerlekli bir araçla tek başına geçmeye kalkmak -bence- mümkün değil; motosikleti bilemem. Eğer Iridium (Thuraya o bölgede çalışmıyor) uydu telefonum olmasaydı ne yapardım, bilemiyorum. Ama, tabii Nedim arada olmasaydı, Bolot’la iletişimi sağlamasaydı da… Bu maceranın en önemli kahramanı tabii Bolot. Cuma günü onu aradığım andan itibaren tam bir “kriz masası” gibiydi. Gösterdiği performans inanılmazdı. Bana yardım etmeyi bir görev kabul edip, azami ciddiyet ve titizlikle çalıştı. Yardımını unutamayacağım. Teşekkürler Bolot! Kutlamalar, Tomtor’un girişindeki “-71.2˚C anıtı” önünde yapıldı; votka, tavuk, sucuk ve patates eşliğinde. Bir muhabbet bir muhabbet, sormayın. -71.2˚C’nin hikmetini soracak olursanız, dünyada, bir yerleşim bölgesinde ölçülmüş en düşük sıcaklıktır; Tomtor’un 30km kuzey-batısındaki bir köy olan Oymyakon’da… 26 Ocak 1926 tarihinde ölçülmüş. O yüzden Oymyakon “Soğuğun Kutbu” (Pole of Cold) diye bilinir. Geceyi, yine aynı evde konuk olarak geçirdim. Yorgunluk, uykusuzluk ve huzur. Harika bir uykudan sonra sabah, geri dönüp yeni Kolima Yolu’na girmek üzere yola çıktım. (Devam edecek) Not: Ali Eriç'in “Arabamla Dünya Turu” gezisinin başlangıcı ile ilgili detaylar için Arabamla Dünya Turu – Türkiye (Başlangıç – Karadeniz) gezi yazısını okuyabilirsiniz. |