Arabamla Dünya Turu – Rusya : 8-son (Magadan-Vladivostok-Moskova) | |
Yolculuğum soluksuz devam ediyor...Bir önceki günün yorgunluğunu atmış ve gevşemiş olarak, pırıl pırıl güneşli bir havada yeniden Kyubyume yol ayrımına doğru, yeni Kolima Yolu’na ulaşmak üzere direksiyona oturdum. Biraz hayal kırıklığı var tabii. Eski Kolima Yolu’nu tamamlayamamış olmanın verdiği bir hayal kırıklığı… Saplandığım o çamurdan kendi imkânlarımla kurtulup da yoluma devam edebilseydim, o kadar zoruyla bir daha karşılaşır mıydım, bilemiyorum. Bunu hiçbir zaman da bilemeyeceğim; her ne kadar Bayezid ve Valeri (beni kurtarmaya gelenler) ilerisinin daha da zor olduğunu söylediyse de... Ama, zorluğun tamamı zaten 70km ve ben bunun yarısından fazlasını geçmiştim bile. Neyse! Artık daha fazla düşünmemin anlamı yok. Şunu iyi biliyorum ki, yardım isteme imkânım olmasaydı işim çok zordu ve ben bu macerayı ucuz hasarla atlattım. Yolun kıyısındaki Kızıl Göl (ya da “Ulu Göl” diye geçiyor) kıyısında, rengi yeşilden sarıya iyice dönmüş, çevredeki tepelerin üzerini de örten ormanla birlikte nefes kesen bir görüntü çıkıyor insanın karşısına. Her ne kadar eski yola göre daha rahatsa da, bu akşam ulaşmayı düşündüğüm Susuman’a olan yaklaşık 820km’yi tamamlamam mümkün değil. 12 saate yakın bir sürede ancak 520km yapabilmişim. Akşam hava kararmaya başladığında vardığım Artık’ta kalacak yer bulmalıyım. Saat 9’a yaklaşmış. En kötü ihtimalle bir kez daha arabanın içinde uyurum. Ama, çadırda kalmam mümkün değil. Sanırım gece sıcaklık sıfır derecenin oldukça altına kadar inecektir. Köyün çıkışındaki benzin istasyonunun kasiyeri dışarıda “mıntıka temizliği” yapıyor. Yanaşıp, Artık’ta gostinitza (otel) olup olmadığını sordum. Artık vurgulara da dikkat ediyorum; “gostinitza” derken “o”yu “a” gibi söyleyip, ilk “i”yi de uzatıyorum. Hatasız söylemiş olmalıyım ki, ilk seferinde anladı. Köyün merkezinde varmış. Hayırlısı, ne diyeyim. Köyün içerisini arşınlarken, bir yandan da otel olabilecek bina arıyor gözlerim. Ama, hiç öyle otele benzer bir yer yok. Yolda yürüyen bir kadının yanına ürkütmeden yanaşıp o meşhur oteli sordum. Parmağıyla biraz ilerideki binayı işaret etti. Aynı yöne gittiği için, hızımı onun adımlarına uydurarak, binanın önüne kadar takip ettim onu ve bir kez daha sordum, “Burası mı?” diye. “Da!”. Hiç otele benzemiyor ama, çaldım kapıyı. Genç bir delikanlı açtı. “Gostinitza?” diye sordum; “Nyet!”. Uyumak için yer aradığımı söyledim; “Turistim, arabayla Magadan’a gidiyorum da…”. İçeriye gitti, bir başka delikanlıyla döndü. O biraz daha “abi” pozisyonunda gibi. Sanki, ilki kendi başına karar veremediği için, diğerinden icazet almak üzere içeriye gitti. “Abi” koluma girip içeriye aldı beni. “Yatacak yer arıyordum. Turistim, arabayla, falan…”. Mutfakta uzun bir masa, iki yanında oturma sıraları… Bir bekâr evi görünümü var. Uzun bir koridorun iki tarafına sıralanmış odaların her birinde 2’şer 3’er yatak var. En dipteki odaya gittik; odada tek yatak, patates çuvalları ve daha çuvallanmamış bir patates yığını… Beğenmiş miyim yatağı? “Haraşo!” dedim. “Peki, kaç para?”. Küfür etmişim gibi yüzüme ters ters baktı “Abi”. Genç olanı elinde temiz çarşaf ve nevresimle geldi; değiştirecek. Bense, yerdeki patateslerden daha temiz değilim. “Gerek yok,” dedim, “uyku tulumumu sereceğim. Yatak kirlenmesin diye”. “Banyo?” diye sordu. Sağol, böyle pis “daha iyi”. Mutfakta votka içmeye çağrılıyım. Yanında iste kurutulmuş balık var. Arabadan çantamı, uyku tulumumu ve sözlüğümü aldım. Mutfaktaki muhabbette hikâyelerini öğrendim. Yol inşaatında çalışan işçiler. Burası bir şantiye evi. Birazdan 4 kişi daha geldi. “Abi” dışında hepsi Moldovalı; buraya çalışmaya gelmişler. Abi patron; biri hariç, hepsinden genç olmasına rağmen. Kadeh sayısını fazla abartmadan müsaade istiyorum. Yorgunum, eminim ki onlar da yorgun. Ne de olsa beden işçileri… Sabah kahvaltısında ev sahibesi de geliyor; yeni yaptığı bir tepsi dağ çilekli çörekle birlikte... Muhteşem şeyler. Oracıkta 2-3 tane götürüyorum. Yola çıkmadan torbayla yanıma 4-5 tane daha veriyorlar. Sabah erken saatte onlar işlerinin başına, ben de yoluma gitmek üzere dışarıya çıktık. Şantiyeye gidecekleri Ural kamyon/otobüsü binanın önüne çekmişler. Heybetli Ural’ın önce şoför mahalline oturup bir-iki ufak manevra yapıyorum. Arkasından da tepesinde bir hatıra fotoğrafı çektiriyoruz. Tabii, benim arabanın başında da… Sabah saat sekiz. Hava buz gibi. Yerdeki tüm su birikintileri donmuş. Belli ki gece ısı sıfır derecenin bayağı altındaymış. Kesif bir sis var; bu da günün bulutsuz ve güneşli olacağının göstergesi. Yer yer yol inşaatının tamamlanmamış kısımlarında hallaç pamuğu gibi atılmış toprakların içine bata çıka, ama genellikle de düzgün stabilize zeminde uzun bir yol oldu. Magadan’a 2 saatlik mesafede yağmur ince ince atarken hava çoktan kararmış, dağların arasındaki keskin virajlara girmiştim. Yolda benden başka hiçbir araba yok. Zamanla şiddetlenen yağmurun hızına silecekler yetişemiyor artık. Magadan’a 100km’den biraz daha fazla kala asfalt başladı. Bir yandan hedefe yaklaşmanın heyecanı, bir yandan, günler sonra ilk defa asfalta ayak basmanın sevinciyle omuzlarımı çökerten, sırtımı taşlaştıran yorgunluğu unuttum. Magadan tabelasını gördüğümde “İşte,” dedim, bağırarak, “olay budur” ve avazım çıktığı kadar çığlık attım. Bu tarifsiz keyfi, o insanın iliklerine işleyen hazzı bir kere de, Afrika seyahatimdeki nihaî hedefim Cape Town’a vardığımda duymuştum. Magadan : Yolun sonu! Saat tam gece yarısını gösterirken Gostinitza Magadan’ın önüne yanaştım. Tamı tamına 16 saat ve 933km! Çantalarımla binanın 5. katına çıktıktan sonra aç olduğum hatırıma geldi. O saatte karnımı doyuracak bir yer bulmam imkânsız. Yeniden aşağıya inip, buzdolabımdan yiyecek bir şeyler ve buz gibi bira aldım. Sabah uyandığımda, deliksiz bir uykuyla tüm yorgunluğumu atmıştım. Bugün yapmam gereken şey öncelikle arabayı Magadan’dan Vladivostok’a ve hatta belki oradan da Vancouver’e taşıyacak olan nakliye şirketi Transfes’e gidip, aracın nakledilmesi ile ilgili işlemleri öğrenmek. Daha sonra da Lando’yu yıkatmam, lastiklerini çaprazlamam (yani, tüm lastiklerin eşit oranda aşınmasını sağlamak için, stepnelerle birlikte yerlerini değiştirmem), bunu yaparken de, lastik balanslarını yaptırmam ve patlayan bir lastiğimi tamir ettirmem lâzım. Bütün bu işleri bir günde bitirebilecek miyim, göreceğiz. Transfes’te işler sorunsuz; gereken evrakları doldurduktan sonra ödemeyi yapacağım ve iş bitecek. Daha sonra gemiyi beklemeye kalıyor iş. Bu arada, Artık’taki işçilerle çektiğim fotoğrafları bastırıp postaya vermem gerekiyor. Arabanın işlerini ertesi güne bırakıp, bunlara biraz vakit ayırdım. Nasıl olsa gemiyi beklemek için birkaç gün daha Magadan’da geçirmek zorundayım. Ertesi sabah, baskı siparişini verdiğim fotoğrafları almak için fotoğrafçıya gittim. Fotoğrafları zarflara koyup postaya verdikten sonra otele döndüm. Resepsiyondaki devuşka (“genç kız” demektir) elime bir kağıt tutuşturdu. Üzerinde bir bayan ismi ve telefon, ismin yanında da bir televizyon “resmi” var. Anlamadım. Devuşka bir şeyler söyledi; TV, jurnalist falan… Anlaşıldı ki, TV kanalından birisi gelmiş ve telefonunu bırakmış. Benim aramamı istiyor. Peki “Angliski” (İngilizce) biliyor muymuş? Bunu bilmiyoruz. Devuşka’dan aramasını rica ettim. Birşeyler konuşup ahizeyi bana uzattı. Karşımda ufak bir “İngilizce konuşma” paniği yaşandıktan sonra telefonla konuşma ihalesi üzerinde kalan ince sesli hanım ürkek bir şekilde televizyon programı için görüşmek istediklerini ve birazdan otele geleceklerini söyledi. …ve geldiler de. Aşağıya indik, arabanın başında söyleştik. Vakitleri kısıtlıymış; ertesi gün de arabayla seyir halindeyken çekim yapmak istediklerini söylediler. Peki! Meşhur olmak zor tabii. İnsanın her dakikası dolu oluyor. Öğleden sonra önce arabayı yıkattım, daha sonra da lastik işlerini halletmek üzere lastikçiye gittim. Portbagajdaki stepneyi indirmek için yukarıya çıktığımda onun da patlak olduğunu fark ettim. Yani, her iki stepne de kullanım dışı. Neyse ki yolda lastik patlatmamışım. Finişe yaklaşırken seyahat bir kâbusa dönüşebilirdi. 17 Eylül Perşembe günü benim arabayla ilgili tüm işlerim bitmiş, Cuma günkü yükleme için hazırlanmıştım. Perşembe akşamı yayımlanan haber programı, Magadan’da meşhur ve ertesi sabah otelin önünde yüklemeden önceki son hazırlıklarım sırasında “sokaktaki vatandaşın” yoğun ilgisine mazhar olmamı sağladı. Arabayı ve beni görenler hemen ellerindeki telefonları yoldan geçen birilerine verip benimle arabanın önünde fotoğraf çektiriyor, biraz İngilizce bilenler seyahatle ilgili sorular soruyordu. Şöhretin basamaklarını ağır ağır tırmanan ben ise, Rus televizyon camiasındaki bu hızlı çıkışımdan sonra film setlerinden gelecek teklifleri cevaplamaya, arkasından Holywood’un geri çevrilemeyecek rollerini değerlendirmeye nasıl vakit bulacağımı düşünüyordum. Magadanlılar’ın yoğun tezahüratı kulaklarımda çınlarken, Oscar ödülümü almak üzere sahneye doğru üzerinde yürümekte olduğum kırmızı halının kıvrımına takılıp yere kapaklandım; uyanmışım. Neyse! Meşhur olmamı sağlayan haber programı : "Şehrimize cambaz gelmiş!" Perşembe öğleden sonramı, Magadan’ın girişindeki Keder Maskesi (Maska Skorbi) anıtını ziyaret ettim. Magadan’ın arkasındaki en yüksek tepenin zirvesine yerleştirilmiş, yüzü Pasifik Okyanusu’na, daha doğrusu Okhotsk Denizi’ne dönmüş bu devasa beton kütlesi, Kolima Yolu ve bölgedeki madenlerde zorla çalıştırılırken hayatını kaybeden yüzbinlerce GULAG mahkûmundan özür dilemek için dikilmiş. Cuma günü Lando’yu Transfes’in gümrükçüsüyle birlikte Magadan Limanı’nda, ertesi gün gemiye yüklenmek üzere bıraktık. O akşam, TV muhabiri Luba ve bir arkadaşıyla yemeğe çıktık. Her ikisi de İngilizce biliyor olduğundan, uzun zamandır ilk defa uzun sohbetli ve neşeli bir akşam yemeği yedim. Luba yetenekli bir gazeteci. Daha 21 yaşında ve 2008 yılında, Kafkaslar’daki iç savaş bölgelerinde, sıcak zamanda hazırladığı bir haber-programla, Rusya’da “En İyi Gazeteci” ödülünü kazanmış. Benimkiyle de herhalde Dünya’daki aynı ödüle layık görülecektir. Ertesi sabah erkenden uyanıp, Luba’nın davet ettiği 4x4 yarışmasına gitmek üzere beni almaya gelecek arabaya yetişmek için aşağıya indim. Tam sözleştiğimiz zamanda geldiler almaya: Luba, Alexandr (yani Saşa, kameraman) ve şoför. Sabahın karanlığında, şehrin çıkışındaki buluşma noktasında, yarışmaya katılacak diğer araçlara katıldığımızda hava halâ sisliydi. Yarışmaya 50’ye yakın araç katılıyordu; her türünden 4x4... Tümüyle arazi koşullarında araç kullanma ve kurtarma becerisiyle, navigasyon bilgi ve tecrübesine dayalı, amatör zevkle yapılan zorlu bir mücadele. Geniş bir alana yayılmış 100 tane hedef noktanın işaretli olduğu bir harita veriliyor, her yarışmacıya. 12 saatlik süre içerisinde en fazla noktayı bulup, yanında arabasıyla birlikte çektirdiği fotoğrafı getiren yarışmacı kazanıyor. Hepsini bulan ve 12 saatten önce getirenler olursa da, ilk getirenden itibaren sıralama yapılıyor. Bazıları bataklığın ortasına yerleştirilmiş olan noktalara araçla ulaşmak kimi zaman oldukça zordu. Bu işten keyif alanlar için son derece zevkli ama, bir o kadar da zor bir yarışmaydı. Luba ve ekibi çekimlerini ve röportajlarını tamamladıktan sonra, öğle saatlerinde yarış mahallinden ayrıldık. Ertesi gün Luba’dan, benim favorim olan bir Suzuki Vitara’nın tüm noktalara ulaşarak yarışmayı kazandığını öğrendim. Pazar günü öğleden sonraki uçak saatimden önce zamanı değerlendirmek için Bölge Müzesi’ni gezdim. Benim için müzenin yine en önemli kısmı, Gulag kampları ile ilgili olanıydı. Magadan-Vladivostok arasında haftada 2 kez direkt uçuş var. Onun dışındaki günlerde Vladivostok’a gitmek isterseniz, -en kolay- Khabarovsk’ta aktarma yapmak zorundasınız. Ancak, Khabarovsk üzerinden gitmek de, ancak orada bir gece konaklayarak mümkün. Ben de Khabarovsk’taki konaklama için internetten Ali Otel’de rezervasyon yaptırdım; kendimi “evim”de hissedebilmek için. Uçuş yaklaşık 4 saat sürüyor. Koltuğuma oturur oturmaz uyumuşum. Havalandığımızı bile hissetmedim. "Çay mı, kahve mi?" diyerek eğilip omuzuma hafifçe dokunan hostesin göğüs dekoltesiyle açtım gözlerimi. "Süt" çıktı ağzımdan, farkında olmadan. Niye böyle bir espri (bazı yerlerde buna alenen "cinsel taciz" denir) yapmak gereğini duydum; espri diye mi yaptım, yoksa kendiliğinden mi çıktı ağzımdan, hiç bilmiyorum. Neyse ki güzel hostes ya bozuntuya vermedi, ya da anlamadı ve "Troleyde yok ama, önden getireyim isterseniz" dedi, nazik bir biçimde. Sen bana şöyle acı bir kahve ver de, aklım başıma gelsin kızım! Khabarovsk´ta Ali Otel´e gittiğimde resepsiyondaki görevliye “Neden Ali?” diye sordum; cevabı şöyleydi : “Patronun oğlunun adı Ali”. Patron Azeri’ymiş de... Muazzam büyük ve abartılı lüks otelin labirente benzer koridorlarında hep kayboluyor, her seferinde koyu takım elbiseli ve alabrus kesilmiş saçlı, iri-kıyım güvenlik görevlileri eşliğinde resepsiyonu ya da odamı bulabiliyordum. Bu kadar koruma niye, onu da anlayamadım. Burada karışık bir işler var, ama... Vladivostok Ertesi gün 1.5 saatlik bir uçuşla Vladivostok´a vardım. Şehir merkezinden 70km uzakta olan havaalanından şehre gitmek için ya taksiye, ya da servis otobüsüne bineceğim. Sırnaşık bir taksiciyle terminal kapısından servis otobüslerinin binasına kadar süren pazarlık, fiyatın üçbin Rubleden (yaklaşık 100 ABD Doları) bin Ruble´ye kadar inmesini sağladı ama, benim otobüs kararımdan vazgeçmemi sağlayamadı, maalesef. "Maalesef" diyorum; sonucu taksici için de (tabii ki) ve benim için de (işte, esas o yüzden "maalesef") hezimet oldu. Şehre yaklaştıkça artan trafik ve sonlara doğru sık sık yolcu indirmeler nedeniyle 2 saate yakın süren yolun dışında, şehir merkezinde indiğimde tufan şeklini almış olan yağmur, "maalesef"in sebebini yeteri kadar açıklar sanırım. Ağır sırt çantam, fotoğraf çantam ve bilgisayar çantamdan oluşan yükümle, tufanın altında bir taksi bulmaya çalışırken, yerine çakılmış gibi duran trafikte hiç bir taksici, Ekvator Otel´e gitmek istemiyordu. Aslında indiğim yere çok yakın olduğundan emin olduğum (LP´daki haritadan çıkardığım kadarıyla) otele yürümek ise, denize girmek gibi birşey, bu havada. Yapabilecek fazla birşey yok, mecburen yürümeye başladım. Üzerimdeki polar, yağmuru çekmeye ve içimdekiler de yavaş yavaş ıslanmaya başladı. Nedense, çantalar da ağırlaşıyor; onlar da mı su çekiyor acaba? Bu arada, İstanbul gibi yedi tepe üzerine kurulmuş olan Vladivostok´ta, harita üzerinde yakın görünen mesafeler, sürekli tepe inip çıkmaktan, hiç de öyle kolay katedilemiyor. Sokaklar da karışık. Neyse, sora sora Bağdat bulunduğuna göre, Ekvator Otel de bulunur herhalde; bulduk, nitekim. Otelin içinde resepsiyona yaklaşırken, üzerimden akan sularla arkamda ufak yollu bir dere oluşmuştu. Odaya çıkıp da, üzerimdekilerin tamamını (iç çamaşırlarım bile sırılsıklamdı) çıkarttığımda, sırt çantamdan üzerime giyecek birşey bulamadım; onlar da ıslanmışlardı çünkü. Bir saat içerisinde yarım yamalak kurutabildiğim bir şort ve bir t-shirtle, ve ayağımda terliklerimle restorana indiğimde, bu "plaj kıyafetimin" sebebini açıklamak zorunda kaldım, garson kıza. Vladivostok’ta günler pek kolay geçmek bilmiyor, açıkçası. Lando varmadan gümrük işlerini kolaylarım diye erken gelmiştim ama, araba olmadan yapılacak birşey yokmuş. Pazartesi akşamı indiğim Vladivostok’ta, arabayı alabildiğim Cuma gününe kadar yapabildiğim tek şey, yollarını arşınlamak oldu. Bir gün fünikülere binip Vladivostok Üniversitesi’nin olduğu tepeye çıktım. O gün de -tesadüf- üniversitenin eğitim dönemine başlama töreni varmış; hareketliydi bayağı. Bir başka gün, gittiğimden beri devam etmekte olan Pasific Meridian Film Festivalinin kapanışında “mavi halı” törenini izledim. Hani Cannes’da “kırmızı halı” töreni olur ya… Arabayı aldığım Cuma günü otelin park yerine kapağı attıktan sonra, Cumartesi sabahını bekledim; arabayı bir kez daha yıkatmak için. Çıldırtıcı trafikte dışarı çıkmak istemiyorum. Bu temizlik hastalığı da nereden çıktı, demeyin. Kanada’da arabayı yeteri kadar temiz görmezlerse, karantinaya çekiyorlar(mış). Bu da hem uzun süren, hem de pahalı bir süreç ki, ben de -tabii- bu riske girmek istemiyorum. Cumartesi sabahı yıkama yerinde beklerken, bisikletle sabah sporu yapan gençten bir Rus yanaştı; garip arabam ilgisini çektiği için. Kısıtlı İngilizcesi’yle anlaştıktan sonra iyi günler dileyip ayrıldı. Birazdan tekrar yanıma gelip, ertesi gün, yani Pazar, arkadaşlarıyla yapacağı tekne gezisine davet etti. Karşılıklı telefon numaralarımızı aldık, sabah buluşma yerini belirlemek için. Pazar günü Vladivostok Altın Boynuzu’ndan yaklaşık 12m boyunda, motorlu (2x225 beygir Evinrude dıştan takma motor) bir katamaranla denize açıldık. Andrei dışında, kız arkadaşı ve onun küçük kızı ile 2 aile (biri 2 çocuklu) ve tekneyi kullanan bir arkadaşları daha vardı. Cümbür cemaat gittiğimiz koyda denize girme çılgınlığına ben üzerimdekileri (yağmurluk, altında polar ceket, onun altında sweat shirtten oluşan) çıkarıp iştirak etmediğim için çok gücendiler ama, o yağmurda ıslanmak istemiyordum doğrusu. “Zaten mayom da yok” dediğimde pek aldırış etmediler. Hepsi çıplak giriyordu; onların da yokmuş zaten. Pazartesi başladığımız gümrük işlemlerinin Salı günü sonuçlanacağı ve Lando’yu konteynere yükleyip mühürleyebileceğim sözünü Dimitri’den alınca, Çarşamba günü Moskova’ya, Perşembe günü de oradan İstanbul’a uçmak üzere gerekli bilet düzenlemelerini yapmıştım. Ancak, Transfes’in (Lando’yu Magadan’dan buraya taşıyan, buradan da Vancouver’e taşımak için anlaştığımız gemi acentesi) gümrükçüsü, Salı öğleden sonra gümrük işlerinde çarşafa dolanıp da karşıma 8 bin küsur Dolar’lık bir masraf listesi çıkarınca beynimden vurulmuşa döndüm. Bendeki ısının ve tabii tansiyonun yükselmekte olduğunu farkeden gümrükçü, şerrimden korunmak için ani bir manevrayla “Ben yapmıyorum” dedi ve çıktı işin içinden. Nasıl yani? Neyi yapmıyorsun? Dimitri’yi aradım, telefonunu açmıyor. Saat 15:30 ve ertesi sabah Moskova’ya uçacağım. Hızlı düşünmeli ve hareket etmeliyim. Hemen yandaki binada bulunan Maersk’ün ofisine daldım. Aslında, dostum Murat’ın (Maersk Türkiye) yardımıyla Vladivostok’ta Maersk’le daha önce irtibat halindeydim. Ancak, daha önceleri arabayı Magadan’dan direkt gönderme hayalleri içindeyken Hanna (Maersk’teki sekreter) bunun mümkün olamayacağını söylediğinde, “Bunlar bu işi bilmiyor galiba” deyip, Transfes’i bulmuştum. Maersk’ün ofisine girdiğimde, Hanna olduğunu tahmin ettiğim kıza “Merhaba, ben Ali! Hani şu arabayla dünyayı dolaşan deli” dedim (İngilizce söyleyince böyle kafiyeli olmuyor tabii). O gün işleme başlayıp, ertesi gün öğle saatlerinde tamamladılar ve öğleden sonra konteyneri mühürlemiştik. Üstelik tüm masraflar 600 Amerikan doları civarında tuttu. Transfes’teki Dimitri ben yokken bir ara gelip “Nasıl oldu da, halledebildiniz?” diye sormuş. Neyse! Hızlı ve etkili performanslarından dolayı Maerskçüler’e teşekkür edip vedalaştık. Vladivostok’tan, daha doğrusu Rusya’nın Pasifik kıyısından, Yeni Kıta’ya araç nakledecekler için kontakt bilgilerini veriyorum: Damco Rus LLC (Maersk’in dünya genelindeki acentasıdır) Adres : 1A Nizhneportovaya Str., Vladivostok 690090 Telefon : +7 4232 491547; +7 4232 491547 E-mail : VLVDAMMNG@damco.com URL : www.damco.com Uzak Doğu Şube Müdürü : Mr. Illarions Kurus Sekreter : Ms. Hanna Yermolenko (Dahili 3300) Ertesi gün Vladivostok Air’in uçağında sırtımdaki kamburdan kurtulmanın rahatlığı, ufaklı büyüklü ama beklenen sorunları aşıp, hedefe vasıl olmanın gururu, yuvaya dönmenin sevinci ve özlediklerime kavuşmanın heyecanı ile 8 saatlik Moskova uçuşunu zor tamamladım. Moskova için planım, öğleden sonra “makûl” bir saatte varacağımı umduğum şehirde, ertesi gün akşam üstü uçuş saatine kadar olan zamanımı, önceden belirlediğim bazı yerleri gezerek değerlendirmekti. Heyhat, havaalanından taksiye binmek gibi bir hata yaptım (aslında, o kadar eşyayla da yapabileceğim başka bir şey yoktu). Nereden bilebilirdim ki, Vladivostok’ta tersini yaptığımda yaşadığım eziyetten çok daha ağırını, burada, taksiye binerek yaşayacağımı. Otele varmamız tam 3.5 saat sürdü, trafikten. Otelde üstümü değiştirdikten sonra, insanın iliklerine işleyen yağmurda dışarı çıkabildiğimde saat gece 8 buçuktu. Alelacele birşeyler atıştırıp geri döndüm. Ertesi günkü hava şartlarının daha iyi olacağını umarak yattım. Sabah ise hayal kırıklığı; yağmur devam ediyordu. Dışarı çıktıktan bir süre sonra yağmur dindi ama, bir gün önceki trafik faciasını da düşünüp, akşam üstü uçağı için taksiyi öğleyin saat birde isteyince, çok fazla bir şey yapmaya da zaman kalmıyordu zaten. Geleneksel Kızıl Meydan ve meşhur GUM binası turu, yıllarca görmeyi hayal ettiğim Bolşoy Tiyatrosu’nun renovasyonda olması nedeniyle gezememekle zaten o kısacık zamanı da bitirdim. Moskova’ya ilk gittiğim 1989 yılından aklımda kalanlardan sadece Kızıl Meydan’ı hatırlayabildim. GUM ise, artık dünyanın tüm büyük şehirlerinde pıtrak gibi çoğalan lüks AVM’lerden (“A”lış-“V”eriş “M”erkezi) biri olmuştu, çoktan. Akşam üstü THY İstanbul uçağına bindiğimde ilk işim, 5.5 ay sonra yeniden Türk gazetelerini elime almak oldu. Her ne kadar internet nimeti sayesinde, gazetelerin web sitelerinden haberleri takip ediyorsam da, “kağıt gazete”yi okumanın hali başka oluyor. İç karartıcı haberler bile, İstanbul’a, özlediklerime kavuşma heyecanımı ve keyfimi kaçırmaya yetmedi. Seyahatimin ilk etabını bu şekilde bitirdim. Nisan’da Amerika etabına başlamak üzere İstanbul’dan İstanbul’a macerasına ara veriyorum. Hepiniz kalın sağlıcakla. Alaska’da görüşmek üzere… Not: Ali Eriç'in “Arabamla Dünya Turu” gezisinin başlangıcı ile ilgili detaylar için Arabamla Dünya Turu – Türkiye (Başlangıç – Karadeniz) gezi yazısını okuyabilirsiniz. |