Yeniden yoldayız 22 Nisan 2010 Perşembe. Dünya seyahatimin ikinci etabına başlamak üzere Türkiye’den uçakla ayrıldım. Nereye mi? Toronto’ya (Kanada). Bu sefer yalnız değilim; yanımda Buket de var. Toronto’da 3 gece kaldıktan sonra Vancouver’a, Kanada’nın öbür ucuna uçacağız. Bizi Toronto’da bu kadar kalmaya zorlayan sebep, orada yaşayan eski dostlarımızla, Pınar ve Taner’le -ve tabii kızları İmge ile- özlem gidermek.
Pınar-Taner çiftiyle, Toronto´da Bu arada ne mi oldu? Vladivostok’tan arabayı Yeni Kıta’ya gönderip, ben de uçakla evime döndükten sonra yaklaşık 5.5 ay geçti. Kanada’daki Maersk’ten (arabamı taşıyan nakliye firması) konteynerin Vancouver limanına varacağı güne ilişkin bilgi ulaştıktan sonra, arabamı teslim almak üzere Vancouver’a gittim. Maersk’ten daha once aldığım korku filmi etkisi yaratacak bilgilerin tamamının aksine, son derece sorunsuz bir operasyonla gümrük işlemlerini tamamladım. Liman bölgesine görevlilerden başkasının giremiyor olması nedeniyle “kamyoncu” (trucker) firma aracılığı ile konteynerinizi getirtip, onlara ait depoda aracınızı teslim alıyorsunuz. Teslim alıyorsunuz da, benim gibi aracınızın 3. şahıs mali mesuliyet sigortasını önceden yaptırmamış olursanız, arabanızı kullanmanıza müsaade etmiyorlar. E, ne yapacağız? Kamyoncu şirketinin ofisinden birkaç sigorta şirketini telefonla aradım. Hayatlarında yabancı plâkalı bir araca sigorta yapmadıklarından, kimse bu işin prosedürünü bilmiyor. Sonunda, bu tür bir sigortayı böyle alelacele yaptıramayacağım ortaya çıktı. Bu durumda, Lando’yu alıp da otele dönmek fikri suya düşmüş ve “B plânı”nı uygulamaya koyma zorunluluğu hâsıl olmuştu; olmayan B plânını… Lando’yu üzerine yükleyip de naklettirebileceğim bir çekici için ofisteki Sophie’den yardım istedim. Bana hemen bir çekici firması buldu.
Gönderdikleri araç gelene kadar da arabayı konteynerden çıkartacak yeterince vakit var. Bu pek kolay değil tabii. Arka lâstik havalarını bir miktar düşürmem lâzım. Aslında, üstteki çadırın konteyner kapısının üst pervazına takılmaması için, Vladivostok’taki yükleme sırasında neredeyse jantlara kadar indirmiştim. Burada da yine o kadar indirmem gerekli ama, önce arabanın ilei-geri kaymaması için tekerleklerin ön ve arkasına çaktıkları 10x10 kalasların üzerinden atlatmam lâzım. Lastik havalarını tümüyle indirirsem, araba o kalasların üstüne tırmanamaz. Hiç indirmezsem kalasların üzerine çıktığında çadırın üstü konteynerin tavanına sürter. Bu yüzden önce ilk aşamayı kurtaracak kadar indireceğim, sonra da tamamiyle indirip kapıdan çıkacağım. Tabii, daracık konteynerin içinde tüm bunları yapmak biraz zor. Arabayı sabitlemek için yaptıkları halat gergileri keserek çıkarttım. Arka lastik havalarını biraz azaltıp arabanın arkasını yaklaşık 5cm alçalttım. Tam bu sırada orada çalışan işçilerden yaşlı birisi yanımda bitti; hani, her işe burnunu sokup, akıl öğretmeyi kendine, yaşamasının gereği bir misyon olarak biçmişlerden… “O…” dedi “öyle çıkmaz. Kalasları yerden sökmen lâzım”. “Yok…” dedim, “hallederim böyle”. - Dur bi dakka, manivela getireyim de kalası sök. - Yok hocam, Valla gerekmez. Zahmet etme! - O zaman lastiğin havasını indirme, kalasa tırmanamazsın. - O zaman tavana değerim. - Yok, bişi olmaz, indirme. - Aaa, seni çağırıyorlar galiba. Yardımına ihtiyaçları varmış. - Boşver, onlar halleder. - Bak, kuş uçuyor. - ….
Amcamın dikkatini başka bir noktaya tevcih edip, işimi biran önce bitirmenin telaşıyla arabaya atladım, motoru çalıştırıp geri vitese taktım. Bir an önce konteynerden çıkmalıyım, yoksa bu adamla papaz olacağız. Kalası atladık, biraz daha geriye alırken bir çatırtı duydum, araba hafifçe sarsıldı ve arka tekerlek konteynerden dışarıya indi. “Allah Allah. 10x10 bir kalası bu ağırlıkla kırmam mümkün değil. Niye böyle çatırdadı ki acaba?”.
Ön tekerlekleri de indirip, Lando’yu emniyetli bir köşeye çektim. Ortalığı toparlamak için arabadan inerken hatırıma, konteynerden çıkmadan hemen önce, arka lâstik havalarını tümüyle indirmem gerektiği geldi, acıyla. …ve çatırtının sebebi çıktı meydana; çadırın üstünü konteyner kapısının üst pervazına takmıştım. Çadırın şakûlü hafiften kaymış ve yandan bakıldığında dikdörtgen olan profil görüntüsü, üstten öne doğru kaykılmış bir “paralelkenar”a dönüşmüştü. Beni müthiş fikirleriyle meşgul eden ve 3 kuruşluk aklımı da başımdan alıp götüren sakallı amcaya döndüm. Hiddetimden nasibini alacağını anlamış olmalı ki, sessiz ve yavaşça oradan uzaklaştı; arkasına bile bakmadan. Yapacak bir şey yok. O sırada gelmiş olan çekicinin indirilen rampasından kamyonun üzerine tırmandım. 2 gün öncesinden peylediğim bir deponun adresini verdim şoföre, yollandık.
Ertesi gün Vancouver’da son günümdü. Önce internetten bulduğum tüm sigorta şirketlerini telefonla aramaya başladım. Hiç birisinden ümit yok. Bu arada Horizons Unlimited’dan (dünyada seyahat eden binlerce motosikletli gezginin üyesi olduğu bir grup, bazı benim gibi arabalılar da üye) yardım istedim. Her kafadan bir ses çıktı. Ama, ses çıkan her kafa ya Amerikalı ya da Kanadalı, ya da, kendi ülkelerinden sahip oldukları 3. şahıs mali mesuliyet sigortaları Kuzey Amerika ülkelerini de kapsayan kişiler. Dolayısıyla, verilen akılların hiç birisi, benim durumumla örtüşmüyor. Bazıları, Amerika’dan bazı sigorta şirketlerini önerdi. Onları aradım; ancak arabanın Amerika’da olması durumunda Kanada’yı da kapsayacak bir sigorta yapabileceklerini söylüyorlar. Son çare, babadan kalma yöntemle, sokak sokak dolaşarak sigorta şirketi aramak. 3-4 saatlik bir yürüyüşle, yolda gördüğüm tüm tabelâlara daldım. Sonunda acentelerin birindeki adam, bir dizi telefon konuşması ardından, derdime çare olacak bilgiye ulaştı. Tam anlamadım ama, bu işi ancak Kanada’nın Millî Reasürans Kuruluşu diyebileceğim bir yerin çözebileceği ortaya çıktı. Adamın telefonda görüştüğü hanıma benden aktardığı bilgiler karşılığı aldığı cevap, tam da benim gibiler için gereken sigortanın yalnızca onlar tarafından yapılabiliyor olduğunu gösteriyor. Ancak, mesainin bitimine 1 saatten az var ve benim oraya yetişmem imkânsız. Zaten artık gerek de yok, çünkü ertesi gün ayrılıyorum. Adres ve telefon numarasını alıp, adama teşekkür ettikten sonra, acenteden ayrıldım. Bu işi de çözdük, neyse.
Türkiye’ye döndükten sonra ne mi oldu? Yılbaşına doğru Avustralya’ya, Alican’ın yanına gittik. Ondan sonra da, seyahatle ilgili hazırlıklara başladım. 5 haftalık -başlangıç seviyesinde- İspanyolca kursuna gittim. İstanbul ve Ankara’da, çeşitli yerlerde, seyahatle ilgili 6 fotoğraf gösterisi ve söyleşi yaptım. Bir kez -TV8’de- bir Pazar sabahı, magazin programına konuk oldum. Size daha önce meşhur olacağımı söylemiştim; şöhret basamaklarını hızla tırmanıyorum, gördüğünüz gibi. …ve yeniden yollara döküldüm (bu sefer, döküldük).
Buket, seyahatin bu etabının ilk 1-1.5 aylık kısmında, Alaska ve Kanada bölümlerinde katılacak bana. Onu Haziran başında Türkiye’ye gönderdikten sonra da Alican Avustralya’dan geliyor; Seattle’dan itibaren Amerika’nın batı kıyılarında 6 hafta kadar bana eşlik etmek üzere.
Şu anda, Toronto’dan Vancouver’a doğru uçmaktayız. Bugün 25 Nisan Pazar. Sabah saat 09:30 civarında Pınar-Taner çifti bizi havaalanına bıraktı. 3 günlük birlikteliğimiz onlar için de, bizim için de çok keyifliydi. Ayrıca, okuldan beridir, yani yaklaşık 28 senedir görmediğim Tuğrul’u görme, eşi (Nilgün) ve kızı ile tanışma fırsatımız da oldu; tabii yine Pınar-Taner çifti sayesinde. Sağolun hepiniz, çocuklar! Yarın sigorta işini halledip arabayı almaya gideceğiz. Bu kadar zaman yattıktan sonra Lando’nun aküsü marş motorunu döndüremeyecek, eminim. O yüzden başka bir arabadan takviye yapmak lâzım. Ayrıca, bugün havaalanından otele, yarın otelden depoya gitmek için de bir arabaya ihtiyacımız olacak. Hem havaalanı, hem de depo, şehir merkezinden hayli uzak olduğundan, taksiyle gidip gelmek bayağı tuzlu oluyor. Buralarda toplu taşıma ise hak getire. O nedenle, Vancouver’a indiğimizde teslim almak üzere bir kiralık araba rezervasyonu yaptırdım. Lando’yu çalıştırdıktan sonra, otele kadar Buket götürür, sonra da teslim ederiz. Böylece bir sürü dertten de kurtulmuş olacağız. Tabii, Lando’nun, takviyeye rağmen de çalışmaması gibi -düşünmek bile istemediğim- bir inadı çıkmazsa karşımıza.
Sonrasında birkaç gün daha Vancouver’da geçirmek zorundayız. Arabayı gümrükten çıkarmak için geldiğimde yapmayı planlamış olduğum, ancak, evdeki hesabın çarşıya uymaması yüzünden halledemediğim birkaç acil iş var, yapılacak. Ulaanbaatar’da, motor kapağı değişirken yenilenmesi gerekip de, yedekleri olmadığından değiştiremediğimiz supap keçelerini değiştirmek; yine Moğolistan’da arızalanan ve önceki gelişimde yanımda getirdiğim klima evaporatörünü değiştirmek; arabayı indirirken konteynerin pervazına takıp da yamulttuğum ve başıma ne türlü bir iş açacağını dahi bilemediğim çadırı onarmak; Kolyma Yolu’nda çamura battığım sırada boğulup, yuttuğu çamur nedeniyle bir daha çalışmama kararı alan Eberspacher hava ısıtıcısını, Buket’i yolda üşütmemek için onartmak… Bu işleri tamamlamadan yola çıkmamam lâzım.
TV kulesinden Vancouver ve arkada körfez
Vancouver ve sonrası… Vancouver’a indiğimizde bizi bekleyen kiralık arabamıza sığışmamız biraz zor oldu. GPS’ime uzun uğraşlar ve Tuğrul’un Toronto’daki inatçı gayretleri sonunda zar-zor yükleyebildiğim Kuzey Amerika haritası, havaalanından çıktığımızda nedense ekranda görünmüyor. İçimden, en gerekli olduğu zamanda beni iyot gibi açıkta bırakan Garminim’e sövüp sayarken, bir yandan da durumu Buket’e çaktırmamaya gayret ediyorum. Eğer anlarsa gerilebilir. Neyse ki, yola çıkmadan önce havaalanı ile otel, otel ile Lando’yu bıraktığım depo v.b. rotaları Google Maps’te hazırlayıp, bastırtmıştım. Biraz onlara bakarak, biraz içgüdülerimi kullanarak, biraz da üçüncü defadır geldiğim Vancouver’a aşinalığımdan yararlanarak, fazla kaybolmadan otele ulaştık. Bugün Pazar; arabayı almak ve diğer işlere başlamak için yarını beklemek zorundayız. Akşam, Garmin’in bana yaptığı azizliği çözmeye çalışıyorum. Güzergâhımla ilgili haritaları yüklerken, bilgisayarda bir nokta kadar küçük görünen Vancouver parçasını seçmeyi unuttuğum için, o bölgeyi, yani en can alıcı yeri yükleyemediğimi anladım. Yani, Garmin’in suçu yok; suç bende. Onu da yükledim ve rahatladım.
Karşıda Kuzey Vancouver Vancouver, Kanada’nın batıdaki en büyük kenti. “En büyük” olmasına karşın yalnızca 580,000 kişi yaşıyor. British Colombia Eyaleti’nin en kalabalık ve en hareketli şehri olmasına rağmen yine de başkenti olma hakkını elde edememiş. Eyalet başkenti, Vancouver Adası’ndaki Victoria. Niye böyle yapmışlar, niye anakarada daha büyük bir kent dururken, adadaki bir kenti başkent yapmışlar, pek anlaşılır gibi değil. Büyük olasılıkla daha eski olmasından, ama daha da önemlisi, daha "İngiliz” olmasından. Victoria’da, Vancouver’da göremeyeceğiniz bir İngiliz havası hissediyorsunuz. 1982 yılına kadar bir İngiliz sömürgesi konumunda olan ülke için, İngiltere’ye bu kadarcık jest yapmak da fazla dokunmaz, herhalde. Üstelik, British Columbialılar kendilerini Kanadalı’dan çok British Columbialı sayarlar. Yani, daha çok British; ya da bir bakıma İngiliz.
Coal Harbour ve arkada Stanley Park Pazartesi sabahı ilk işimiz, “şehir hatları vapuru” ile Kuzey Vancouver’a geçip, ICBC’nin (sigorta şirketi) merkez ofisine gitmek ve Lando’nun “3. şahıs mali mesuliyet sigortası”nı yaptırmak. Fazla zorlanmadık; her şey, önceki gelişimde bana anlatıldığı gibi ve kısa sürede tamamlandı. Yalnızca Kanada değil, Meksika hariç tüm Kuzey Amerika’yı kapsayan sigortayı, haftalığı CA$77.00’den yaptırdım. Sıra otele dönüp arabayı almaya ve Lando’yu ininden çıkartmaya geldi. Kendi başına çalışamayacağından o kadar eminim ki, yanıma takviye kablosu da almıştım. Önce arabadan bir jerry-can (yakıt bidonu) alacağız, en yakın benzin istasyonunda mazot dolduracağız, geri dönüp mazotu Lando’nun deposuna boşaltacağız, sonra da kiraladığımız aracın aküsünden takviye yapıp çalıştıracağız; plan bu. Lando’nun yanına vardığımızda, eski bir dosta yeniden kavuşmanın sevincini gizleyemedim, doğrusu. Buket’in şaşırdığı kesin de, ayrıca kıskandı mı, bilemiyorum.
Eski dost Lando Kapısını açtım, kontağı çevirdim. Depoda, sanki en yakındaki benzin istasyonuna rahatlıkla yetecek kadar -ama, az- mazot olduğu görünüyor. Bence bidonla ikinci bir iş çıkarmaya gerek yok. Denemek için marşa bastım; ikinci çevirmeden sonra çalıştı. Ne diyeyim, helâl olsun! Takviyeye de gerek kalmadı. Depo görevlisi Jerry’yle hesaplaşmamız ve vedalaşmamızın ardından, ben önde, Buket arkada otelin yolunu tuttuk. Öğleden sonraki kalan zamanda, çadırın hasarını ilk defa görmek ve -becerebilirsem- onarmak için kılıfı söktüm. Hasar ağır değil. Ahşap kısımda ufak-tefek ezikler dışında önemli bir şey yok. Tüm deformasyon menteşe parçalarında. 3mm paslanmaz sacdan mamul parçalar tam anlamıyla buruşmuşlar. Birkaç deneme sonucu, elimdeki imkânlarla becerebileceğim bir iş olmadığını anladım. Parçaları yanıma alıp, yarın supap keçelerini değiştirmek ve ayarları yaptırmak için gideceğim Rover Tech’te düzelttirebileceğim bir yer soracağım.
Buket Vancouver’da… Burada da lâleler… Ertesi sabah randevulaştığımız gibi saat tam 9:00’da Rover Tech’in önündeydim. Don’ın (patron) benim arabanın nüfus kaydını döküp, arabayı teslim alması saat 10’u buldu. 3-4 saatlik bir işmiş, nasılsa artık. Bizde 2 saatte bitirirler böyle bir işi. Kendi kendime, “Burası Kanada, yavaş yavaş ve titiz çalışırlar” diye telkinde bulunarak, yakındaki alış-veriş merkezine zaman öldürmeye gittim. Arabayı teslim almam öğleden sonra 15:30’u bulmuştu. Yani, 3-4 saat oldu, 5.5 saat. Masraf CA$435.00. Çadırın parçalarını preste düzelttirmek için de CA$90.00 ödedikten sonra, Lando’yu aldım ve Kanadalı tamirciler için hayır dualarımı onlardan esirgemeyerek otele döndüm. Akşama, çadırımın hasarını gidermenin huzuru, ancak, yediğim kazıkların da acısıyla, karışık duygular içerisindeydim. Geriye yalnızca Eberspächer ısıtıcıyı tamir etmek kalıyor. Her ne kadar, Vancouver’daki servisinin adresini aldıysam da, işçilikten dolayı bir kazık daha yememek için bu işi kendim yapacağım.
Tamir için, bir üstünde… …bir altında Çarşamba günümü de ısıtıcının sökülmesi, dağıtılması, temizlenmesi, toplanması ve -nihayet- çalıştırılması ile geçirdim. Bu iş de bitti. Perşembe günü yola çıkabiliriz. Ancak, son olarak, artık bir türlü şarj tutmayan servis akümü değiştirmek istiyorum. Yoksa ne akşamları buzdolabım çalışacak, ne arka bölmemin ışığı yanacak, ne hidroforum çalışacak, ne de 220V AC enerji kaynağım olabilecek. İnternetten bulduğum bir akü satıcısından, elinde uygun vasıfta bir akü olduğunu öğrenip, adresini GPS’ime kaydettim. Yarın sabah, yola çıkarken uğrayıp bu işi de hallettim mi, sırtım yere gelmez artık. Çarşamba akşamı tüm eşyaları arabaya yerleştirdik.
Perşembe sabahı erkence bir saatte otelden ayrıldık. Önce akü işini halledip, arkasından da erzak alışverişini yaptıktan sonra kuzeye doğru yola koyulduk. Hedefimiz Alaska. Ancak, Alaska dediginiz yer öyle “ha” deyince varılacak kadar yakın değil. Sınıra kadar yaklaşık 2,900km yolumuz var. Sırasıyla Williams Lake, Prince George, Smithers, Whitehorse’u (saydığım şehirler, kuzeye doğru çıktıkça küçülüyorlar) geçip, sınıra ulaşacağız. Tahminen 4 günde sonra Alaska’ya girmiş oluruz.
Muhteşem manzaralardan... Kanada’nın özellikle bu bölümü, yani British Colombia eyaleti, en yeşil ve en yoğun orman örtüsüne sahip kısmı. Çoğunluğu çam ağaçlarından oluşan ormanlarda ağaçlar, sanki hepsi bir kalıptan çıkmış gibi aynı şekil, boyut ve renkte; göz alabildiğinde bir yeşillik. …ve bu yoğun yeşilliğin arasına serpiştirilmiş sayısız göller… Yeşil ve mavinin kesiştiği doyumsuz manzaraları seyrederek sürdürüyoruz seyahatimizi. İlk molamızı Brandywine Şelalesi’nde veriyoruz; kısa bir sandviç arası. Parkın girişinde arabamızı parkederken yanımıza gelen arabadaki yaşlı iki çift, hikayemizi büyük bir merakla dinliyorlar.
Brandywine Şelalesi Akşam saat 8’e doğru, Green Lake (Yeşil Göl) kıyısındaki piknik alanına yanaşıp, çadırımızı açtık. Buket’in ilk bütan gazlı ocak tecrübesinde hazırladığı mönü makarnalı pilav. “O da neymiş?” diyenlere tarifini hemen verebilirim. Marketten alınmış hazır pilav paketine, paketin üzerinde yazılı ölçüsünden biraz fazla su koyuyorsunuz. Verilen sürede suyunu çekmediğini görünce, bu görevi yerine getirmesi için çeyrek paket makarnayı tencereye ilave ediyorsunuz. 15 dakika sonra makarnalı pilavınız sıcak olarak servise hazır. Ben bu karışımı ekmek arasına koyarak yemeği teklif ettim ama, -nedense- Buket bu teklifimi kabul etmedi. Afiyetle yediğimiz yemeğin ardından çadırımıza girip uyuyoruz. Buket’in -8 dereceye dayanıklı Arktik uyku tulumuna karşın benim +5 derecelik uyku tulumum, Sibirya’dan alışkanlık kazanmış olan bana vız geliyor ve sabaha kadar mışıl mışıl uyuyorum.
Green Lake kıyısında kamp yerimiz Ertesi sabah (30 Nisan Cuma) kahvaltıdan sonra yola koyulduk. Kuzeye doğru çıktıkça hava sıcaklığı düşmeye başladı. Yolda havanın bozmasıyla birlikte yağmur, hatta yer yer kar yağıyor. İkinci gecemizi geçirebileceğimiz New Hazelton’a girerken yağmur iyice şiddetlenmişti. Bu yağmur ve soğukta çadır açmak hiç de işime gelmiyor; bir yol üstü moteline girip, yatıyoruz. Bugün yaptığımız yol 830km.
Gün 1 Mayıs Cumartesi. Bugün önemli bir gün. İşçi bayramı, Bahar Bayramı falan ama, benim için ayrı bir önemi var. Bugün Lando’nun Kanada’yı terk etmesi gerekiyor. Kasım başında Vancouver’a, Vladivostok’tan gemiye yüklediğim Lando’yu karşılamaya geldiğimde, gümrük görevlileri bana bir kağıt vermişler ve bu kağıdı Kanada’da beni bekleyeceği süre boyunca dışarıdan görülebilecek şekilde arabanın camına yapıştırmamı istemişlerdi. Kağıdın üzerinde de, aracın kalması için izin verilen son günün kayıtlı idi; 1 Mayıs 2010. Ancak, ben bu tarihi -nedense- hep, benim bıraktığım yerden almam için izin verilen son gün olarak düşünmüştüm. Lando’yu Kanada’dan çıkarmam için son gün olarak da hep, kanuni 6 aylık sürenin dolduğu 3 Mayıs olarak hesaplıyordum. Arabayı aldığım gün kağıdı yeniden incelediğimde, en geç 1 Mayıs’ta Lando’yu Kanada dışına çıkartmam gerektiğini fark ettim. Tabii, bunu da Buket’e söylemedim. Söyleseydim, ciddi bir telaş yaşıyor olacaktık. Telaşı ikimiz yaşayacağımıza, bir tek ben yaşayayım, diye düşündüm. Kuzey’e doğru ilerlerken, haritada fark ettiğim ufak bir ayrıntı, kafamda bir ampul yaktı. New Hazelton’ın yaklaşık 190km kuzeyindeki Meziadin Kavşağı’ndan sola dönünce, 165km sonra, Pasifik Okyanusu’ndan bir yılan gibi içeriye kıvrıla kıvrıla uzanan Portland Kanalı’nın ucunda ufak bir balıkçı kasabası olan Stewart var ve oradan, Alaska’nın güneyindeki tarihi Hyder altın madeni kasabasına 5km’lik bir yol uzanıp, orada bitiyor. Buradaki sınır karakolundan Lando’nun kalış süresini uzatabilirim. Bu parlak fikrimle birlikte baklayı ağzımdan çıkardım ve Buket’e durumu anlattım. Yolumuzu alt tarafı 4 saat kadar uzatacağız ve bu ufak problemi de halletmiş olacağız. İyi ki de yapmışız. Yol üzerinde meşhur Beare (Ayı) Buzulu’nu da böylece görmüş olduk.
Bear Buzulu Sınır karakolundaki bayan polis memurunun biraz aklı karıştı, prosedürü bilemediğinden iş biraz uzadı ama sonunda izni 15 Mayıs’a kadar da uzattık. Bizi uğurlarken söylediği de “Sizi kıskanmadım değil doğrusu” oldu.
Stewart Sınır Karakolu Aynı yoldan gerisin geriye, Meziadin Kavşağı’na dönüp, kuzeye döndük. Kavşaktan sonra göz kapaklarım ağırlaşmaya, şişman uyku meleklerinin ağırlığını taşıyamaz hale gelmeye başlamıştı. Direksiyonu Buket’e verdim; kısa bir uyku molası için.
İdare Buket’te; her zaman olduğu gibi Aradan ne kadar geçti, bilemiyorum. Buket’in sarsmasıyla uyandım. “Ali, Ali, bak!”. Heyecanla uyandırılmış olmanın verdiği sersemliği, yolun kenarında “otlayan” ayıyı görmemle hemen attım. Evet! Bir siyah ayı yolun sağında “otluyor”. Abartmıyorum; otluyor, gerçekten. Ayılar bu mevsimde kış uykularından yeni uyanmış oluyorlar ve bütün bir kış uyuduktan sonra açlıklarını, karınlarını doyuracak ne bulurlarsa yiyerek bastırmaya çalışıyorlar. Bu zavallı da, yolun kıyısına çıkmış, Allah ne verdiyse karnını doyuruyor. Birazdan, bir ikincisini de görüyoruz, aynı telaş içinde. Ama, zavallılar, bizi gördüklerinde ürkek, buldukları şuncacık otu bırakıp gitmenin hüsranıyla, arkalarını dönüp uzaklaşıyorlar.
Şu masum yüzlere bakar mısınız?
Yolda güzel manzaralar devam ediyor.
Rancheria Şelalesi Bu arada, mazotumuz da yavaş yavaş tükenmekte. Yolda durabileceğimiz bir yer Lake Good Hope (Ümit Gölü). Burada benzin istasyonu da var, elimizdeki bilgiye göre. Akşamın bir saatinde Lake Good Hope’a vardığımızda 889km’yi devirmiştik bile. Göl kıyısına çekip, koltuklarımızda kıvrıldık; Buket’in ayakları benim, benim ayaklarım Buket’in kucağında. Çadırı açmamıza, gölün tamamiyle donmuş olan görüntüsü engel oldu. Eberspächer’imizi çalıştırıp uyuduk. Daha doğrusu ben uyudum, Buket biraz zorlandı.
Lake Good Hope´ta kamp yerimiz Ertesi sabah uyanmakta pek güçlük çekmedik, doğrusu. Birer kahve ve kurabiyeden oluşan kahvaltıdan sonra, köyün tek benzin istasyonuna vardığımızda, ufak bir hayal kırıklığı bekliyordu bizi. Çalışma saatleri 12:00 ila 16:00 arasıymış. “Mesai saatleri” dışında yakıt ihtiyacı olanlardan CA$20.00 “fazla mesai ücreti” talep ediyorlar. Onun için de, evlerinin bir krokisi var, ofisin camına yapıştırılmış. Ne yapalım, ödeyeceğiz fazla mesaiyi. Krokiye göre evi bulup, kapıyı çaldım ama, kapı-duvar. Kimse yok. Tek çare saat 12:00’yi beklemek. İstasyona dönüp, beklemeye başlıyoruz. Mesaiye daha 3 saat var ve tek çare, Türkiye’deyken keserek biriktirdiğim Radikal Gazetesi bulmacalarını çözerek vakit geçirmek. İlk bulmacadan sonra vaktin böyle geçemeyeceğine kanaat getirip, Alaska Otoyolu kavşağına kadar şansımızı denemeğe karar veriyoruz. Önümüzde 87km yol var ve yakıt göstergesine göre ancak yetecek mazotumuz var. Şansımızı denemeye karar veriyoruz. Yola çıktık. Birazdan kırmızı ışık yandı. Tek sorun, sürekli viraj ve yokuş yukarı gidiyor olmamız. Kavşağa birkaç kilometre kala, soldaki bir park yerinde pare etmiş bir kamyon gördüm. Yanaşıp, kavşakta benzin istasyonu olup olmadığını sordum. Niyetim, asklında, biraz mazot dilenmek. Genç şoför pek oralı olmuyor; 22km ileride, Watson Lake’te benzinci varmış. Orası muhakkak da, bizim derdimiz, kavşağa kadar. Neyse. Mazot biterse, ben arabada kalacakmışım, Buket bidonlardan birisini alıp gidecekmiş. Onun derdi de, ayılardan kurtulmak. Uzun lafın kısası, kavşağı bulduk; benzin istasyonunu da… 75lt’lik depoya 74.4lt mazot koyup yolumuza, Whitehorse’a doğru devam ettik.
(Devam edecek)
|