Arabamla Dünya Turu – Alaska 2 (Anchorage, Juneau, Petersburg) | |
Anchorage, benim Kuzey Amerika’daki başlangıç noktamdı, ilk planımda. Asya’yı Magadan’da bitirdikten sonra Lando’yu oradan gemiye yükleyip, Anchorage’a gönderecektim. Ne Magadan’dan direkt (önce Vladivostok’a göndermem gerekti), ne de Anchorage’a gönderebildim. Anchorage’ı hep, Alaska Eyaleti’nin başkenti diye bilirdim; yanılırmışım. Eyalet başkenti Juneau’ymuş. Kanada’nın Pasifik kıyısının neredeyse yarısını kaplayacak şekilde aşağıya doğru sarkan güney-doğu Alaska bölgesinin ortasında, karayolu ulaşımı olmayan Juneau, yani. Anchorage ise, en büyük şehri olma özelliğine sahip. 285,000 nüfusu olan bu şehri, dünyanın büyük depremleri ile ilgili olarak izlediğim bir belgesel filmden hatırlarım hep. 1964 yılının 27 Mart’ında saat 17:36’da başlıyor Anchorage sallanmaya ve tam 4 dakika boyunca sallanıyor. Kuzey Amerika tarihinde ölçülen en şiddetli, dünyada sismograflar tarafından ölçülen de 2. en şiddetli deprem; Richter ölçeğine göre 9.2 büyüklüğünde. Bölgede 131 kişi yaşamını yitiriyor; çoğu sarsıntı bittikten sonra oluşan tsunaminin verdiği zarar sonucu. Depremin bir tatil günü (Good Friday; İyi Cuma) meydana gelmesi, bu sebeple de okulların ve iş yerlerinin kapalı olması can kaybının düşük olmasında önemli rol oynuyor. Anchorage’da geçirdiğimiz 2 gün içinde bir laundromat’ta (para yutan makinelerle çalışan çamaşır makinelerinin olduğu çamaşırhaneler) çamaşırlarımızı yıkadık, şehrin Whitehorse’tan biraz daha kalabalık ama yine de boş olan sevimsiz sokaklarını arşınladık, dünyanın en büyük “su-havaalanını” gördük. Burada bir duralım. Lake Spenard (Spenard Gölü), Anchorage Uluslar arası Havaalanı’nın hemen yanında bulunan bir göl. Gölün kuzey-doğu kıyısı da, şehrin en gözde semtlerinden; bahçeli lüks villaların olduğu bir yerleşim bölgesi. Göl ise, ben diyeyim yüzlerce, siz diyin binlerce küçük deniz uçağının inip-kalktığı bir “su-havaalanı”. İddiaya göre, dünyada buradan daha kalabalığı yokmuş. Sahildeki yol üzerinde bulunan bazı villaların hemen önünde “uçakpark”lar var, otopark gibi. Adam akşam işinden dönüyor, uçağını evin önündeki uçakparkına çekip, evrak çantasıyla iniyor. Arka koltuktan ceketini alıp giyiyor, bagajdan da, gelirken marketten aldığı siparişleri yüklenip evin kapısından içeri giriyor. Nasıl ama? Buraya kadar gelmişken, yine göl kıyısındaki Havacılık Müzesi’ne de girmeden dönmeyelim dedik. Müzenin olduğu bölgeye doğru yolda şöyle tabelalar var: “Dikkat! Uçak çıkabilir!”, “Yolda uçakların önceliği vardır!” v.b. Nitekim sağdan doğru ufak bir uçak yola dalıp, önümüzden bir süre devam ettikten sonra, soldaki bir yola sapıp gözden kayboldu. Müze dönüşünde de, ben direksiyonda bir yandan etraftaki uçakları merakla izlerken, karşıdan selektör yaparak üzerimize doğru gelen uçaktan Buket’in uyarısıyla son anda sıyırttık. İşte böyle bir yer, Lake Spenard da… Müze ise, pek nahifti. Şehirdeki son akşamüstü vaktimin çoğunu, internetten Alaska Marine Highway’de rezervasyon yaptırmak için harcadım. Alaska Marine Highway, Seattle’ın hemen kuzeyinde Bellingham Limanı’ndan başlayıp, kuzeye, Alaska’nın batı ucundan Atlantik Okyanusu’na doğru bir dil gibi uzanan Aleutian Adaları’ndaki Dutch Harbour’da sonlanan ve tümüyle kıyıyı takip ederek giden deniz hattının adı. Niyetimiz, eğer yer bulabilirsek, Anchorage’ın hemen güneyinde yer alan Whittier’dan gemiye binmek, güney-doğu Alaska’nın yüzlerce adayla kaplı iğne oyası gibi kıyı şeridinde, Inside Passage (iç geçit) denilen koridordan aşağıya inerken bir gece Juneau’de konaklamak, sonra da daha güneyde, Kanada’nın Prince Rupert Limanı’nda karaya çıkmak. Böylece, hem bu bölgeyi denizden görme zevkini tadacağız, hem de Alaska’yı bitirdikten sonra Kanada’daki ilk hedefimiz olan Calgary’e gitmek için binlerce kilometre yol yapmaktan kurtulacağız. İnternetten rezervasyon çalışmaları hüsranla sonuçlandı. Seyahatin ilk ayağı olan Whittier-Juneau arasında Lando için yer yok görünüyor. Telefonla danışma hattını ise 5 dakikayla kaçırdım; saat 18:00’de bitiyormuş mesaileri. Ertesi sabahı beklemekten başka çare yok ama gemi de ertesi akşam kalkacak. Ondan sonraki ilk sefer ise Haziran başında. Yani, gemi şansını kaybedeceğiz. Sabah ilk işim danışma hattını aramak oldu. Şans bu ya, ilk ayakta bir arabalık yer boşalmış. Tüm seyahat için gereken araç ve kamara rezervasyonunu yaptırıp, bilet bedelini de kredi kartımla ödüyorum. Gemiyi yakalayabilmiş olmanın huzuru ve kredi kartımı boşaltmış olmanın hafifliğiyle, kahvaltı salonunun yolunu tuttum. Akşam saat 20:30’da kalkacak gemi için bizim, 19:30’da Whittier’da olmamız gerekiyor. O zamana kadarki boş vaktimizi, Kenai Yarımadası’nı dolaşarak geçirdik. Yarımadayı dolaşırken gördüğümüz manzara ve güzellikler, Denali Milli Parkı’nda 2 günümüzü boşa geçirdiğimizi gösteriyor. Onun yerine yarımadadaki Kenai Milli Parkı’nda vaktimizi çok daha iyi değerlendirebilirdik. Neyse, olan olmuş. Yukarıdaki son fotoğrafı koyunca, bilmeyenlerin kafasında bir soru işareti oluşmuştur belki diye, şu kısa notu da vermeden, bitirmeyeyim. Alaska’yı ilk keşfeden Avrupalılar, Ruslar’dır. Bunun hikayesi de şöyle: 1741 yılında, Çar Büyük Petro (Peter), Danimarkalı kâşif Vitus Bering’i, Rusya adına Kuzey Amerika’ya bir sefer yapması için kiralar. Vitus bu seferinde Alaska’yı keşfeder ve daha sonra kendi adını vereceği boğazdan geçer; Rusya’nın (ve tabii Asya’nın) en kuzey doğu ucu ile Kuzey Amerika’nın en kuzey-batı ucu arasındaki meşhur boğaz. 43 yıl sonra Grigory Shelikov, Kodiak adasında ilk Rus yerleşimini kurar. 1867’ye kadar Ruslar, Alaska’nın içlerine doğru yayılmaya devam ederler; ta ki 1867’de Amerika Rusya’dan Alaska’yı 7.2 milyon Dolar’a satın alana kadar. Ben hesapladım; dönümü yarım Cent’ten daha ucuz. Nasıl ama? Bayağı ehven fiyata almışlar, değil mi? Büyüklerimizin hayıflandığı gibi de yok değil hani: Zamanında çevirmemişler şuradan birkaç bin kilometrekare. Şimdi altın, elmas, petrol… Geçinip giderdik. Alaska’nın olmazsa olmazı: Inside Passage Saat 20:30’da kalkacak Juneau feribotuna yetişmek için whittier’a doğru dönerek, tüm gün boyu yer yer inceden atıştıran yağmur, son kilometrelerde şiddetini iyice artırdı. Whittier’e karadan ulaşmanın tek yolu var; Maynard Dağı’nın altına oyulmuş, yaklaşık 4km uzunluğundaki Anton Anderson tünelinden geçmek. Bu tünelin hikayesi, Whittier’in hikayesi ile başlıyor. Onun hikayesi ise II. Dünya Savaşı ile… Japonlar 1942 yılı Haziran ayında, Alaska’nın güney batısında Pasifik Okyanusu’na bir kılıç gibi uzanan Aleutian Adaları’na (hani, geçen yazımda da bahsetmiştim) çıkarma yapar. Çıkartmanın amacı, aslında bu adalara egemen olmak değil, 1941 yılında Pearl Harbour’da büyük kayıp verdirdikleri Amerikan Pasifik donanmasının artıklarının dikkatini -ve kendisini- buraya yönlendirip, Pasifik’te kendileri için çok daha stratejik önemi olan Midway Atolü’nü o karambolde ele geçirmektir. Ancak, cin Amerikalılar Japon kriptolarını kırıp, planlarını ortaya çıkarırlar ve Aleutian Adaları’nı savunmak yerine dikkatlerini Midway Atolü’ne verirler falan. Buraya kadar Whittier’le ilgili bir şey yok aslında; hikâye bundan sonra başlıyor. Amerika’lılar, Japonlar’ın böyle ellerini kollarını sallayarak gelip Aleutian Adaları’na çıkmalarından yine de rahatsız olmuşlardır ve Pasifik’in kuzey-batısında kendilerine gözden uzak sağlam bir üs inşa etmeye karar verirler. Bunun için de, denizden bulunması zor, bulunduğunda da buradan karanın iç kısımlarına ulaşması imkânsız bir yer ararken, hayatının neredeyse tamamını bulutlar ve sis altında geçiren bu noktada kara kılarlar; Hem gözden ıraktır, hem de ele geçirilirse içerilere ilerleme şansı, sarp Maynard Dağı ve buzullar nedeniyle imkânsızdır. Tabii buraya bir üs inşa etmek de o derece zordur. Bunun için dağı delerler; 4km boyunca. …ve içinden bir tren yolu geçirirler. 1940’lı yıllarda böyle bir işi gerçekleştirmenin zorluğunu düşünebiliyor musunuz? Tünel 1943’te tamamlanır, üs kurulur, önce Hodge (sonradan adı Begich olarak değiştirilir, niyeyse), ardından da Buckner binaları yapılır. Bu kale gibi binalar, askerlerin yaşaması içindir. Daha sonraları (1960’lar) buradaki üssün bir anlamı kalmadığına karar verilir, Whittier sivil yaşama açılır. Hodge binası, buranın şu anda 174 olan (yazıyla, yüzyetmişdört) nüfusunu barındırırken, 14 katlı Buckner binası tamamıyla kullanım dışı kalır. Tünel de hem tren, hem karayolu ulaşımı için kullanılmaya başlanır. Şimdi Anton Anderson tüneli, hem tren, hem de iki yönlü karayolu trafiği için kullanılıyor. Nasıl mı? Her iki tarafta arabalar sıraya giriyor. Tren ne taraftaysa, önce o geçiyor. Sonra da sırayla iki tarafın trafiğine yol veriliyor. Biz de böyle geçtik tünelden; yukarıda, nasıl girip, nasıl çıktığımızı görebilirsiniz. Feribota arabayı yüklememiz ve kamaramızı bulmamızdan sonra gemiyi keşfe çıktık. Kamaramız pek kamara denilebilecek gibi değil aslında. Karşılıklı iki koltuğu yatırıp birleştirilince oluşan bir yatağın üzerine, duvarda kapalı halde duranı da açınca, bir ranza oluşuyor. Ancak, o zaman kamarada kıpırdayacak yer kalmıyor. Yine de, uyumak için yeterince rahatlar. Ortak tuvalet ve duşlar da gayet temiz ve yeterli sayıda. Keyfimize diyecek yok. “Gece yolculuğu” yapacağımızı düşünerek hayıflanırken, buralarda, bu mevsimde “gece”nin yalnızca adından ibaret olduğunu hatırlayıp, rahatlıyorum. Yine de, yolun bu bölümünde görülecek fazla bir şey yok çünkü en azından Inside Passage’a girene kadar açık denizdeyiz. Onun için de 1.5 gün yolumuz var, doğru dürüst kara görene kadar. Aradaki tek durağımız Yakutat’a varışımız beklenenden 1.5 saat önce oldu. Dolayısıyla normal beklememiz 1.5 saatten 3 saate çıkıverdi. Benim hiç niyetim olmadığından, Buket tek başına karaya inip, Yakutat’ın 2 marketinden birinden aldığı ıvır-zıvırlarla döndü, 1 saat sonra. 15 günde bir yanaşan gemiyle birlikte panayır neşesi yaşanan Yakutat’ta, kendilerini bu büyük eğlenceden mahrum bırakmak istemeyen kasaba halkı, çoluk çocuk gemiye doluşuyor. Küçücük balıkçı kasabalarını bir de denizden seyrederek atıştırmak, çocuklarını kapıp gelen annelerin en büyük keyfiyken, geminin geleceği gün işi gücü bırakan erkekler de, geminin ufacık barını dolduruverdiler. İçeriye birer ikişer girdikçe, kendilerinden önce gelenlere yaptıkları espri, yıllardır tekrarlanmaktan eskimiş, belli; “Bu taraftan manzara nasıl görünüyor?” . Ben de sordum; “Buradan manzara nasıl görünüyor?”. “Bizim” dedi, içlerinden birisi “tek eğlencemiz budur. Yaptığımız nedir, diye sorarsan; kasabanın tek barında içmek yerine, burada içiyoruz. Her zaman denizi seyreder içeriz. İki haftada bir de evlerimizi seyredip içiyoruz. Tek farkla; iki katı fiyata” . Gelenleri sırayla tanıştırıyor: “Bu Jerry. Bu Mickey, Jerry’nin kardeşi. Bu Jo, Jerry’le Mickey’nin kuzeni. Bu Sam, diğer kuzen, …”. “Peki, sen?” diye soruyorum. O enişte oluyor. Neyse, en azından kasabadaki ikinci aileyi yakaladım. Bu arada Jerry’nin 4-5 yaşlarındaki tombul ve kırmızı yanaklı, afacan oğlu çıplak ayaklarıyla koşarak gelip, babasından para sızdırıyor; geminin çocuklara ayrılmış oyun salonundaki makinelerine kaptırmak için. Seksenlerine merdiven dayamış barmen hanım yanımıza gelip Jerry’i çocuğunu barın dışına çıkarması için nazikçe uyarıyor. On dakika geçmeden kırmızı-tombul yanak, bu sefer kapı eşiğinden sesleniyor; “Baba paraa!” . Misafirlerimizin masalarında boş bira şişelerinin sayıları iyice artıp, konuşmaları da peltekleşmeye başladığı sırada anons geliyor; gemi harekete hazırmış, ziyaretçilerin terk etmesi isteniyor. Yavaş yavaş toparlanıp ayrılıyorlar. Inside Passage’a girdikten sonra bu yolculuğun en büyük atraksiyonu başlıyor; balinalar. Bu sakin sulara dinlenmeye gelen balinalar, sağda solda su püskürtüp, arada bir de sırtlarını, şanslıysanız kuyruklarını gösteriyorlar size. Balinalar görünmeye başladığında da kaptan anons yapıyor; “iskele tarafında 2 balina var”, sancak kıç tarafta 2 katil balina oynaşıyor” falan diye… Gemideki yolcular bu anonslar üzerine ellerinde fotoğraf makineleriyle geminin söylenen tarafına doğru koşturmaya başlıyor. Balinalar çoğaldıkça da, gemide koşuşturma bir karambole dönüşüyor; çarpışanlar, makinelerini düşürenler, denize düşenler falan (son kısmı biraz abarttım galiba)… Her neyse! Fotoğraf makineleri olanların çekebildikleri tek şey -eğer yakalayabilmişlerse- balinanın sırtından ufak bir parça ya da çok şanslılarsa kuyruğunun küçük bir bölümü. Ben de bu çok şanslılardan biriydim. Juneau’ya girişimiz öğle saatinde oldu. Sevimli şehirde arabamızı park edip, yürüyerek bir süre dolaştıktan sonra yakındaki Mendenhall Gölü ve Buzulu’na gittik. Sonra da kuzeye doğru giden yoldaki güzelliklerde kendimizi kaybettik. Daha önce söylemiştim, Anchorage’dan bahsederken; Juneau koca Alaska Eyaleti’nin başkenti. …ve bir eyalet başkentine karadan ulaşım olmadığını düşünebiliyor musunuz? Juneau’yu görmeden bunun ne kadar anlamsız bir seçim olduğunu düşünüyorduk, ikimiz de. Ancak şehrin içinde -ve çevresinde- kısa bir tur attıktan sonra düşüncemiz değişti gerçekten. Bence, yalnızca şehrin şirinliği bile, başkent olabilmesi için yeterli bir sebeptir. En azından buralara pek de has olmayan bir tarihi var. Alaska’nın Rusya’dan satın alınmasından sonra ilk kurulan şehir olması, bu tarihî geçmişinin sebebi. 1970’lerde başlayan “başkentin taşınması” dalgasıyla bir hayal kırıklığı dönemi yaşadıysa da, 1982’de eyalet çapında yapılan bir referandumla bu vartayı da atlatmış. Gece çadırı mı açalım yoksa arabanın içinde mi uyuyalım seçimini yapmak zorundayız. Sabah 8 buçukta kalkacak feribot için 3 saat önceden iskelede olmamız gerekiyor. Bu da nerede kalıyorsak kalalım, sabah 4 buçukta uyanmak demek. Çadır açmaya değer mi? Değmeyeceğine karar verip, feribot iskelesinde inanılmaz rahatsız bir gece geçiriyoruz. Bir daha arabanın içinde uyumak yok, tövbe. Umarım bunu yapmak zorunda kalmam. Sabah saat beş buçukta terminal binası açılınca kendimizi sıcak ve geniş mekâna atmanın rahatlığı ile gevşemiştik. Buket, bekleme salonundaki masalardan birisine kafayı koyup uyudu bile. Bizi neden kalkış saatinden 3 saat önce çağırmış olduklarını pek anlayamadım. İşlemlerimizi yaptırmamız 5 dakika bile sürmedi ve kalan 3 saatin büyük kısmını boş boş oturarak geçirdik. Kalkıştan 1 saat önce arabaları feribota almaya başladılar ve bu sefer daha tecrübeli olduğumuz için, kamaramıza yerleşmek için fazla vakit kaybetmedik. Bu seferki kamara çok daha geniş ve konforlu. İçerisinde duş ve tuvalet de var. Gemi öncekine göre daha küçük ancak, pek bir eksiği de yok. Bundan sonraki durağımız Petersburg. Yolda yine kaptanın anonsuyla gemide bir telâş… Fotoğraf makinesini kapan, “iskele bu taraf mıydı?”, “sancak neresiydi?” diye çılgın gibi koşuşturuyor. Bu sefer denize düşen yok, ama. Bu kaptanlar da niye “iskele-sancak” derler ki? Şuna “sağ-sol” deseler ya… Yine çeşitli balina sırtları ve kuyrukları fotoğrafları çekerek tatmin oluyoruz. Bu seferki kuyruk bir “katil balina”nın, ama. “Bundan sonra balina olmaz” diyerek fotoğraf makinelerimi kamaraya kaldırdıktan biraz sonra hoparlörlerden kaptan hanımın sesi çınladı, yeniden: “İskele tarafında 2 katil balina oynaşıyorlar!”. Güverteye çıkıp yalnızca seyretmenin keyfini çıkardım ben de. Gerçekten bu seferki görülmeye değerdi. İki hayvan sudan dışarıya sıçrıyor, birbirlerine çarpıyor, yine suya düşüyorlar. Bize mi gösteri yapıyorlardı, gerçekten oynaşıyorlar mıydı, yoksa aralarında bir husumet vardı da, ortalığı boş bulmuş, kozlarını mı paylaşıyorlardı, bilemiyorum. Ama bu sefer yalnız sırt ya da kuyruk değil, üç kere, neredeyse tüm gövdeleriyle suyun dışında gördüm onları. Üzgünüm, sizlere de gösteremediğim için. Akşamüzeri Petersburg limanına yanaştık. 1 saat 45 dakikamız var. Buket’le karaya çıkıp, kasabanın merkezine doğru hızlı adımlarla yürüdük. İşte burada, en az 2 gece kalınırdı, diye konuştuk aramızda. Şirin mi şirin bir balıkçı kasabası. İşte birkaç fotoğraf: Petersburg aslında anakarada değil, Mitkof adası üzerinde. Petersburg’dan ayrıldıktan sonra Wrangell Narrows kanalından geçiyor gemi; Mitkof Adası’yla Kupreanof ve Waewodski Adaları arasından. Daracık bir kanal ve yaklaşık 22 mil uzunluğunda. Aslında kanal çok dar değil ama uygun derinlikte olan kısımları o kadar dar ki, kanal boyunca kırmızı ve yeşil ışıklarla belirlenmiş o geçilebilecek kadar olan kısmı bu büyüklükte bir geminin seyri için bile ciddi maharet gerektiriyor. Bu yüzden, geminin başına oturan bir kılavuz, kaptana sürekli olarak uyarıda bulunuyor, ne tarafa döneceği konusunda. Fakat o daracık kanalda, geminin bu kanalı geçişi sırasında, baş üstündeki salondan çevreyi seyretmek anlatılamayacak bir keyif veriyor insana. Her iki taraftaki ufacık koylar, o koylara serpiştirilmiş tek tük evler, bacalarından tüten dumanlar ve akşamın alaca karanlığında pencerelerinden süzülen ışıklar, renkleri o akşam saatlerinde siyaha çalan çam ormanının denizin koyu lacivertiyle buluştuğu o belli belirsiz çizgi… Saatler süren o seyrin doyumsuz keyfi… İnsanın aklına ne fotoğraf çekmek geliyor, ne de yerinden kıpırdamak. Güneye doğru indikçe, gecenin anlamını pekiştiren karanlığa kavuşmak da ayrı bir zevk veriyor. 24 saat bıyunca aydınlık bir gökyüzü görmekten bıkmıştık, açıkçası. Sabahın çok erken saatlerinde yanaşacağımız Wrangell için şartları zorladım. Ancak saat beş buçukta yanaşacağımıza ve yalnızca 45 dakikalık bir beklememiz olduğuna göre, Wrangell’i görmek için fazla bir şansım yoktu. Peki, beni Wrangell’i görmeye bu kadar zorlayan neydi? Wrangell Alaska’nın en eski yerleşimlerinden birisi. Eskiden kanunun işlemediği bu kent şimdi 4 ulusun bayrağı altında hayatını sürdürmekte: Tlingit (kuzey-batı Pasifik kıyılarında yaşayan yerli halk), Rus, İngiliz ve Amerikan bayrakları. İşte bu bayrakları görmek için inmek isterdim Wrangell’da karaya. Olmadı. Öğleden sonra saat 2 sularında son durağımız Prince Rupert’a yanaştık. Arabayla feribottan çıktıktan sonra gümrük görevlilerini aradı gözlerimiz. Nafile! Bizi iyice benimsediler mi, nedir? Bari arabadan şüphelenselerdi. Ya ülkeye kaçak girmeye çalışıyorsak? Alaska maceramız burada sona eriyor. Bundan sonraki yazıda, hızlı geçen Kanada bölümünü anlatacağım. Sonra mı? Ver elini Amerika! Hepiniz kalın sağlıcakla. Not: Ali Eriç'in “Arabamla Dünya Turu” gezisinin başlangıcı ile ilgili detaylar için Arabamla Dünya Turu – Türkiye (Başlangıç – Karadeniz) gezi yazısını okuyabilirsiniz. |