Arabamla Dünya Turu – ABD : 5 (Los Angeles - Kings Canyon Ulusal Parkı) | |
Los Angeles, California'da, biliyorsunuz. Amerika Birleşik Devletleri’nin de ikinci en büyük kenti. Los Angeles şehrinde 3 milyon 830 bin insan yaşıyor. Bu sayı kadar olmasa da, yüzlerce farklı millet, dil, din, ırk ve renkten insanlar topluluğu. Amerika’nın en kozmopolit şehri. 1848 yılına kadar tüm California eyaleti ile birlikte Meksika’nın sınırları içerisinde yer alan şehir, Meksika-Amerika savaşının bitiminden sonra Amerika tarafından “satın alınarak” sahiplenilmiş. Aslında, bu bir satıştan çok, savaşın sonucunda Meksika için kaçınılmaz bir “terk” durumu. Durum böyle olunca da, bölge nüfusunun önemli bir kısmının Hispaniklerden oluşması kaçınılmaz oluyor tabii. Los Angeles’ta neredeyse İngilizce kadar, İspanyolca’yı da duyuyor olmamızın nedeni bu. Dünyanın sinema endüstrisinin kalbinin attığı Holywood, zenginliğin gözleri kamaştırdığı Beverly Hills, deniz ve güneşin tüm cömertliğini sergiledikleri kumsalları ile Long Beach Los Angeles’ın adını insanların kafasına kazıyan etkenlerden birkaçı. Daha çok neden var, Los Angeles’in böyle herkesçe bilinir olmasını sağlayan, tabii. Ama, en önemlisi kültürel kimliği. Örneğin, şehirde, yılda 54 film festivali gerçekleştirilmekte imiş. Yani, ortalama haftada 1’den fazla … Yine, yılda 1,100 sahne etkinliği düzenlenirmiş. Günlük ortalaması yaklaşık 3 demektir. Toplam 841 müze ve sanat galerisiyle, kişi başına düşen müze/galeri sayısı bakımından dünya lideri. …ve daha buna benzer bir sürü rakam vermek mümkün, Los Angeles’in dünyanın kültür merkezi olmasına neden… Daha önce bahsetmiştim; Alican’la bu şehirde yollarımız ayrılacak. O, 1 Temmuz günü akşam saatlerinde, yeni başlayacak sömestrine yetişmek üzere Melbourne uçağına binecek. Bense, seyahatin geri kalan kısmını yalnız olarak sürdürmek üzere yoluma gideceğim. Zor bir durum, tabii. Los Angeles’ta bizi misafir edecek genç bir çift var. Tanışıklığımız çok değil, birkaç hafta öncesine dayanıyor ve bu bir “sanal tanışıklık. Seattle’la San Francisco arasında bir yerlerdeyken, Erdem’den bir mesaj aldım; seyahatimle ilgili övgülerle dolu olan ve Los Angeles’ta Buket’i ve beni misafir etmek istediklerine dair daveti de içeren. Tabii, o sıralarda, seyahatin cari durumu ile sayfada yazılı olanı arasında 4-5 haftalık bir fark vardı ve okuyan, beni halâ Buket’le birlikte seyahat ediyor olarak tasavvur ediyordu. Ayrıca, mesajında, kendi yaptığı bir seyahatten de bahsediyordu; motosikletiyle ve Los Angeles’tan Los Angeles’a ( blog.erdemyucel.com)… Ben bu Erdem’i “gıyaben” tanıyorum tabii. Nereden mi? Şimdi hikâyenin en can alıcı kısmına geliyorum. Ayrı bir paragrafla başlayayım. Daha başlarda, Gürcistan’ın başkenti Tiflis’te Dodo’nun pansiyonunda kalırken, tek başına motosikletiyle seyahat eden bir İngiliz kızla tanışmıştım; Tiffany (www.tiffanystravels.co.uk). Tiffany’yle daha sonra Moğolistan sınırında bir sürpriz karşılaşma daha yaşamıştık; ben ülkeden çıkarken, o giriş yapıyordu ve tam sınırdaki pasaport polisinin penceresi önünde karşılaştık. Ne bir dakika önce, ne de bir dakika sonra olsaydı, birbirimizden habersiz geçip gidecektik. Sonra, BMW’nin dünya çapındaki bir reklâm filmi çekimi için Türkiye’ye geldiğinde, İstanbul’da misafirimiz oldu birkaç gün. Neyse! Bu Tiffany’den günün birinde bir mesaj aldım; ben seyahatin ilk bölümünü bitirip de, Türkiye’ye döndükten sonra. Bana, Meksika’nın bir yerinde, bir Türk motosikletli gezginle kulaklarımı çınlattığını yazıyordu, bir önceki gün akşamı. Bu Türk gezgin de Savaş (www.yolbizibekler.com). Peki, Savaş beni nereden tanıyor da, Tiffany’le kulaklarımı çınlatıyor? Ben bundan önceki Afrika seyahatimi yaparken, bir mesaj almıştım; motosikletle Afrika’ya yapmayı düşündüğü seyahatle ilgili danışan bir kişiden. İşte Savaş o kişi. Peki Tiffany’yle nereden tanışıyorlar? O da ayrı hikâye. Savaş, ABD’den bir motosiklet satın alıp, Güney Amerika’ya motosikletle bir seyahat yapmaya karar verdiğinde, Los Angeles’ta yaşayan Erdem’i buluyor. Los Angeles’a gelip, Erdem’in de yardımıyla bir motosiklet alıyor ve seyahate başlıyor. Ancak Meksika’da bir kaza geçirip bacağını kırıyor, motosikleti de hurdaya ayırıp Los Angeles’a geri dönüyor. Erdem yine devreye giriyor ve Savaş’a yeni bir motosiklet alıyorlar. Ancak, Savaş önceki motoru Meksika’ya sokup da orada bıraktığı için yeni bir tanesini Meksika’ya sokması olanaksız. İşte burada Tiffany devreye giriyor. O sırada, motosiklet camiasının Los Angeles’taki buluşma noktası olan Erdemler’in evinde kalmakta olan Tiffany, Savaş’a Meksika’ya motosikleti kendi adına sokmayı ve Guatemala sınırını da geçirmeyi teklif ediyor. Böylece tek motor-iki kişi yola çıkıyorlar. Meksika’da bir gece Tiffany ile Savaş seyahat muhabbeti yaparken, Tiffany ona benden bahsediyor. Savaş da beni, Afrika seyahatimden tanıdığını söylüyor; bir süre benden bahsediyorlar. Böylece benim de kulaklarım çınlıyor, tabii (ben bu çınlama olayından sonra, Savaş’la, Türkiye’ye döndüğünde tanıştım ve halâ da sık sık haberleşiyoruz). Tiffany daha sonra geri dönüyor, bir süre daha Erdemler’de kalıyor ve bu süre zarfında benden, onlara da bahsediyor. Erdem de, Los Angeles’e vardığımda benimle tanışmak istediğini, hatta onlarda kalmam için davetini iletiyor. Tiffany daha sonra Erdem’den ve bu davetinden bana Türkiye’de bahsediyor. Ancak, ondan sonra biz Erdem’le direkt olarak herhangi bir şekilde haberleşmiyoruz. …ta ki, Erdem internette, bir ara Alaska’da Dalton Highway’de motosikletiyle yapmayı düşündüğü seyahatle ilgili araştırma yaparken, benim sayfama denk gelene kadar. Sayfayı okumaya başlıyor ve bana da o ilk mesajı atıyor; Tiffany’nin benden bahsettiğini hatırlamadan. Ben de mesajı aldığımda, Los Angeles-Erdem-motosiklet-dünya seyahati ipuçlarından Erdem’in, Tiffany’nin bahsettiği Erdem olduğunu anlıyorum. İşte, böylece, gezginlerin dünyasının ne kadar küçük olduğunu, ya da bir başka deyişle, gezginlerin dünyayı ne kadar küçülttüklerini ispat etmiş oluyoruz. Erdem ve eşi Evren, Ankara’da Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi’ni ve Bilkent Üniversitesi Grafik Tasarım Bölümü’nü bitirip, yüksek lisanslarını da tamamladıktan sonra, Amerika’ya, yine grafik tasarımcı olan ağabeylerinin ortak olduğu şirkette çalışmak üzere 6.5 sene önce geliyorlar ve Los Angeles’a yerleşiyorlar. İşte Los Angeles’ta bizi misafir edecek çift Evren-Erdem çifti. Başta, hiç tanımadıkları insanları misafir etmelerinden dolayı onlara rahatsızlık verebileceğimizi düşünerek, nazik davetlerini geri çevirmeye çalıştım. Ancak, sonradan samimi ısrarlarına dayanamayıp kabul ettim. İyi ki de etmişim. İki yeni dostum oldu; iki güzel insan. 35’inden sonra dost edinmek zordur, diyenleri çatlatacak cinsten. 29 Haziran günü öğle saatlerinde girdik, Los Angeles’a. Erdemler’i mesai sırasında rahatsız etmemek ve akşama kadarki boş vaktimizi değerlendirmek için, şehirde ufak bir tur atıp, ikimizin de görmek istediği Walt Disney Concert Hall’u gezmeye gittik. Şanslıydık çünkü, sanırım yaklaşan 4 Temmuz Bağımsızlık Günü kutlama programı hazırlıkları için yapılan temizlik sebebiyle, normal olarak ziyaretçilerin girmesine izin verilmeyen salon kısmı açıktı ve bu sayede görme imkânımız oldu. Binanın mimarı, okuyanların Seattle’dan hatırlayacağı Frank Gehry. Hani şu kavisli metal yüzeyli binalar tasarlamaya meraklı mimar. Seattle’daki Deneysel Müzik Projesi binasının da yaratıcısı. Burada da yine kavisli yüzeyler ve tümüyle metal yüzey kaplaması kullanıyor. Bu binayla birlikte, Gehry’yi meshur eden binalardan 3’ünü görmüş bulunuyorum. Özellikle görmek istediğim ise, Bilbao’daki Guggenheim Müzesi. Amerika’dakiler dışında gördüğüm üçüncü meşhur binası ise Prag’daki Dans Evi’ydi ki, işte o gerçekten uç bir örnektir, Frank Gehry’nin yapıtları arasında. Biz dönelim Walt Disney Concert Hall’a. 2,265 kişilik dev salonunun tavan ve duvarları Douglas köknarı adı verilen az bulunur bir köknar cinsiyle, tabanı ise meşeyle kaplı salonun akustik tasarımı Japon Yasuhisa Toyota tarafından yapılmış. Dünyanın en tanınmış ve prestijli filarmoni orkestralarından Los Angeles Filarmoni Orkestrası’nın da sürekli mekânı olan bina, Los Angeles şehrine, Walt Disney’in dul eşi Lillian Disney tarafından hediye edilmiş. Salondaki orgun da hikâyesi ilginç. Konsept tasarımı yine binanın mimarı Gehry tarafından yapılıyor. Ancak, Gehry’nin ilk düşüncesi, orgun teknik tasarımını yapacak olan org tasarımcısı Manuel Rosales tarafından, uygulanamaz olduğu gerekçesiyle geri çevriliyor. İki üstadın arasındaki çekişme, Gehry’nin uçuk dizaynlarının şekil değiştirmesiyle artıyor ve sonunda “makul” bir ortak tasarımda anlaşıyorlar. Sonunda, uzunlukları birkaç santimetreyle 9.75m arasında değişen 6,125 borudan oluşan dev org çıkıyor ortaya. Orgu hediye eden ise Toyota. Ama, bu akustik tasarımcısı olan Toyota değil, bildiğimiz araba üreticisi Toyota. Binanın açılışı, 2004 yılında, Amerika tarihinde az rastlanır bir törenle yapılıyor. Ancak, binanın varlığından rahatsız olanlar da çıkıyor, tabii. Onlar da, çevrede oturanlar. Binanın özel olarak parlatılmış paslanmaz çelik kaplamalı, kavisli yüzeylerinden yansıyan güneş ışınları, çevredeki bazı konutların pencerelerinden öyle bir giriyor ki, evlerin içerisindeki sıcaklık dayanılmaz derecede artıyor. Üstelik, bina çevresindeki kaldırımlarda yürüyenler de, sıcak yaz günlerinde yansıyan güneş ışıklarından yer yer 60°C varan sıcaklıklara maruz kalıyor. Çevreden gelen bu şikâyetler üzerine tasarımcılar, binanın bazı yüzeylerini kumlama yöntemiyle matlaştırmak zorunda kalıyorlar, yansıyan güneş ışınlarını bir nebze olsun kırabilmek için. Akşam saat 19:00 gibi Evrenler’in evinin önüne yanaşıp, telefonla Evren’i aradım. Oturdukları sitenin yan sokaktaki otopark girişinde, yüzünden hiç eksik olmayan gülümsemesiyle bizi bekliyordu, köşeyi döndüğümde. Sade ve zevkle döşedikleri evlerine girdiğimizde, söz verdiği gibi “kestiği” kuzuyu ayıklamış, masayı kurmuştu. Birazdan Evren de geldi ve biz o gece, keyifli bir yemek eşliğinde, Banff’ta Kemal’in hediye ettiği Siyah Efe rakısını bir güzel “boğduk”. Böylece, bir başka gezgin çiftin daha kulaklarını çınlatmış olduk, onlardan binlerce kilometre uzakta. Sonraki gün Alican’ın geleneksel uyku düzenine ayak uydurmasına müsaade edip, öğleye kadar bekledim. Öğleden sonra Universal Film Stüdyoları’na gittik, Los Angeles’e giden her turist insanoğlunun yaptığı gibi. Her film setine, ağzımız açık “Vay anasına be! Gâvur yapmış abi!” nidalarıyla şaşkınlığımızı ifade ederek gezdik, tüm stüdyoları. Adettendir diye, ilk Jaws filminin setindeki zavallı görünüşlü ve kötü taklit köpekbalığı Jaws’ın amansız saldırısına bile korkuyla karışık, şaşırdık. Sonra ben Marilyn Monroe’ya rastladım. O da beni görünce dolgun kızıl dudaklarıyla parmaklarına kondurduğu öpücüğü tatlı nefesiyle bana doğru üfledi, falan. O günü de böyle faydalı bir kültürel etkinlikle tamamladıktan sonra, akşam için yaptığımız yemek-sinema plânı konusunda Erdemler’in fikrini aldık. Gelen cevap “Harika olur!”. Öyle de oldu, gerçekten. Önce, Türkiye’deyken Ersin’le oğlu Ekin’in hararetle tavsiye etmiş olduğu Bubba Gump Shrimp Company’nin Santa Monica Pier’deki yerinde deniz mahsulü ziyafeti, arkasından da yeni vizyona girmiş olan Toy Story-3 filmi. Alican ve ben özellikle bu yeni animasyon filmlere çok meraklıyız. Toy Story’nin ilk ikisini de beraber seyretmiştik. Erdemler de severlermiş, meğer. Böylece yemekten sonra da sinema. Ben bir kısmında uyumuşum, ama… Bu arada, kısa bir bilgi: Bubba Gump Shrimp Company, Tom Hanks’in oynadığı Forrest Gump filminden alınmıştır. Filmde Gump, “Bubba” takma isimli asker arkadaşı Vietnam savaşında ölünce, ölmeden önceki hayali olan karides lokantası işletme fikrini, onun anısını canlı tutmak ve ailesine destek olmak için tek başına girer ve şirketin adını da “Bubba-Gump Shrimp Company” koyar. İşte bu karides restoranları zincirinin adı da o filmden gelir. Zincirin sahibi Viacom Consumer Products adlı Amerikan şirketidir. Kim midir bu Viacom? Forrest Gump filminin de dağıtımını yapmış olan Paramount Pictures’ın da sahibi. Önce filmi sat, sonra da filmdeki adla karidesleri… O akşam, Erdemler’le Santa Monica’da buluşmaya giderken garip bir şey oldu; sizlere anlatmak istediğim. Tam Santa Monica’ya vardık ve buluşacağımız yere doğru ilerliyoruz. Kırmızı ışıklardan birinde beklerken, iki şerit sağımızda, kaldırıma yakın bekleyen bir aracın sürücüsü bayan, camdan kafasını uzatıp, “Türkiye’den mi geliyorsunuz?” diye sordu. “Evet!” dedik. “Türk müsünüz?”. “Evet!”. Bu arada, aradaki şeritte bulunan aracın sürücüsü diğer kadın da çok ilgilendi durumumuzla ve cep telefonuyla fotoğrafımızı çekti. İlk soru soran kadından başka bir soru yok, bu arada. Sarı ışık yandı, yeşile dönmeden hemen önce ve ilk soru soran kadın, kafasını yeniden camdan uzatıp “Ermeniler’i katlettinzi!” diye bağırıp, gazladı; sol elini camdan çıkarıp, yumruk yaptığı elinin orta parmağını gökyüzünü işaretler biçimde havaya kaldırarak. Bizdeki, geleneksel baş parmağın, işaret ve orta parmak arasından çıkarılarak yapılan hareketin Frenkçesini yaparak, kısacası. Amerika’da bir çok Diaspora Ermenisi yaşamakta, bildiğiniz gibi. Bunların büyük kısmı da, California eyaletnin, Los Angeles bölgesinde, özellikle bu bölgenin Glandale kentinde yerleşikler. Amerika’daki, özellikle California’daki Diaspora Ermenileri, Ermenistan’daki Ermenilerden daha fanatik ve tutucular. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında gördükleri baskı, özellikle Diaspora Ermenileri tarafından, ana vatandaki soydaşlarından çok daha fazla bir şiddetle hatırlanır ve anılır. ABD’deki etnik gruplar içerisinde nüfus bakımından sahip oldukları üstünlük ve önemli kademelerdeki nüfuzları sebebiyle, her yıl ABD Parlamentosu’na “Ermeni Soykırımının Tanınması” için önerge verilir. Kimi zaman bu önerge dikkate alınmaz, kimi zaman gündeme alınır ama, oylama sonucu kabul edilmez, kimi zamanda kabul edilir ama, Başkan geri çevirir, falan. Ama, her seferinde, bizde de bir krize sebep olur, bu süreç. Bir telâş yaşanır, kulis faaliyetleri arttırılır, televizyon ve gazete haberleri günlerce bu konuyla sürmanşette meşgul olur. İşte bu bayan da, -detayı konusunda doğru dürüst bir fikre bile sahip olmadığına kalıbımı basarım- bu konuda tek sorumlu olarak, dünyayı dolaşmak gibi bir hayale kapılıp, hasbelkader Los Angeles’a uğrama gafletinde bulunan bizleri bellemiş olmalı ki, atalarının gördüğü bu mezalimin acısını “ haydi, orta parmak havaya” hareketi ile çıkarmış olmanın rahatlığı ve yeşil ışığın yanmış olmasının verdiği cesaret ve güven duygusuyla çekip gitti. O akşam ve takip eden günler ve hatta haftalar boyunca, eşine, çocuklarına ve yakınlarına, atalarının intikamını almış olmanın verdiği haklı gururla olayı anlatacak, hatta belki bazı “ufak eklentiler” yaparak, “Arabamdan inip, herkesin gözü önünde suratlarına tükürdüm” falan da diyecektir. Türkiye’dekileri saymıyorum ama, Gürcistan’da ve daha başka yerlerde birçok Ermeni’yle tanıştım, bazılarıyla dost oldum. Konuyu bazen konuştuk, kimi zaman da tartıştık. Ama, şimdiye kadar, tanıdığım-tanımadığım hiçbir Ermeni’den de böyle bir tepki almamıştım. Ne diyelim? Allah ıslah etsin. Ama bu olay, yine konuyla fazla ilgili olmayan Alican’ı çok şaşırttı; hiç anlam veremedi çocukcağız. Bugün 1 Temmuz. Alican’la son günümüz. Fazla bir şey yapmak niyetinde değiliz. Arabayla, Los Angeles’ta biraz dolaşıp, öğleden sonra da internette bulduğumuz bir “outlet center”a gideceğiz. Akşam havaalanına erken gitmek istedi, Alican. Doğrusunu söylemek gerekirse, trafik de beni çok bunalttı. Bir an önce sakin bir yere atmak, benim de niyetim. Evden Alican’ın eşyalarını alıp, erkenden havaalanına gittik. Uçak saatine kadar sohbet ederek vakit geçirdik. Ayrılık anının zor geldiğini söyleyebilirim. Eve hemen dönmek istemedi canım; yolu biraz uzattım. Artık yalnızım! Bundan sonraki programım, birkaç günümü Los Angeles’ta geçirip, sonra da Alican’la gidemediğimiz Kings Canyon ve Seqouia Ulusal Parkı’na gitmek. Sonra da, güneye, Meksika’ya doğru dümen kıracağım. Los Angeles’ta biraz daha vakit geçirmek istememin iki nedeni var. Bir nedeni, haftalardır yazamadığım yazıları tamamlamak. Elimdeki tek yazı, ancak Seattle’a kadar gelebiliyor. Erdemler’in evi de rahat. Gündüz ”erkenden” işe gidiyorlar (değil mi, Erdem). Akşama kadar evde bir ben, bir de kedileri Buffy varız. Ha, bir de onun yavuklusu, komşu kedisi Sarman var. Aslında adı Sarman değil ama, gerçek adı benim malûl hafızamda tutunacak yer bulamadığı için, adını öyle koydum. Neyse! Sarman sokakta geçirmediği tüm zamanı, Buffy’le bu evde geçiriyor. Gerçek sahiplerinin evinde ise ne zamanları bulunduğunu ben anlayamadım, doğrusu. Los Angeles’ta birkaç gün daha kalacak olmamın diğer nedeni ise bir sürpriz ziyaretçi. Aslında bu ziyaretçi benim için çok sürpriz değildi. Yaklaşık aynı tarihlerde Los Angeles’ta olacağımızı tahmin ediyordum, çünkü. Hatta, biz daha Los Angeles’a varmadan bir hafta önce ondan aldığım mesajda, 4 Temmuz’da Los Angeles’ta olacağını, bizlerin de (o da beni halâ Buket’le geziyor diye düşünüyor) o tarihlerde Los Angeles yakınlarında olup olmayacağımızı soruyordu. Ben daha cevap yazmaya fırsat bulamadan Erdem’den bir telefon geldi ve bana bir sürprizi olduğunu söyledi. Ben de sürprizi biliyor olduğumu, ancak karşı tarafa bir şey “çaktırmayacağımı” söyledim. Evet! Sürpriz ziyaretçi Tiffany! O da, Los Angeles’ta bıraktığı motosikletini alıp, kuzey doğuda, Nova Scotia’ya (Kanada) doğru yola çıkmak üzere oraya geliyordu, 4 Temmuz’da. Erdem’den gelen telefondan sonra Tiffany’e cevap yazdım; Buket’in nöbeti Alican’a bırakıp döndüğünü, Alican’ın da 1 Temmuz’da dönüyor olduğunu, benim de daha sonra Meksika’ya doğru devam edeceğini söyleyen ve ona “iyi yolculuklar” dileyen. Yani, buluşamayacaktık onunla. İşte, Los Angeles’ta biraz daha vakit geçirmemin diğer nedeni de bu. Aslında, 4 Temmuz gecesini de beklemek istiyordum, zaten. Malûm, ABD’nin Bağımsızlık Günü’dür ve kimi muhteşem törenlerle kutlanır. Benim tek amacım, havai fişek gösterilerini seyretmek. Çok severim de… Uzun lâfın kısası, ben sanki kendi evimmiş gibi Erdemler’de gerine gerine kaldım. Bu arada yazılarımı da yazdım; her ne kadar hepsini olmasa da… Geceleri de Erdem’le geç saatlere kadar sohbet ettik. Hayatımda ilk defa nargile içtim. Her akşam eve geldiğinde ilk iş nargilesini hazırlarken, bir defasında benim de canım çekti. Afrika’da, aradan geçen 23 sene sonra yeniden rakı içmeye başlamıştım. Burada da, hayatımda ilk kez nargile içmeye… Şu ilklere ne zaman Türkiye’de başlayacağım, birader? 4 Temmuz gecesi Erdemler Tiffany’i almaya, ben de aklım sıra Santa Monica Pier’den havai fişekleri seyretmeye gittik. Benimki tam bir hezimetti. Önce, kaplumbağaya taş çıkartacak bir hızda ilerleyen trafik nedeniyle Santa Monica’ya ulaşmam mümkün olamadı. Daha sonra da polis, kimi yolları kapadığı için Pier’in yanındaki otoparka giremedim. …ve sonunda havai fişekleri arabada, seyir halinde seyrettim. Saat 20:00’de başlayan gösteriler, şehrin çeşitli yerlerinde geç saatlere kadar sürüyordu. Ben de, arabayla dolaşıp, birçok gösteriyi, ama uzaktan seyretme “şansı”nı yakaladım. Her neyse! Eve döndüğümde Erdemler henüz dönmemişlerdi. Tiffany evde beni görünce şaşıracaktı, o da olmadı. Yol kısa diye otoparktan yürüyüp girdiklerinde, Tiffany benim arabayı görüp, durumu anlamış. Olsun! Bu da güzeldi. Ertesi akşam Erdemler’de Tiffany’nin şerefine yemek var. Bildikleriniz dışında, iki aile daha davetli. Yemekler, bir gün öncesinden yapıldı bile. Bir tek Erdem, Arnavut ciğeri yapacak, son gün. Ciğeri yine bir gün önceden Erdem’le birlikte aldık. Yemek günü, Evren’le Tiffany’nin alış-verişe gitmiş olmasından istifade, Arnavut ciğeri ve yanına da bol soğan piyazı hazırlayıp evi bir güzel kokuttuk. Öyle güzel kokuyor ki… Yıllardır da yememiştim. Tahminimiz, ciğeri yalnız Erdem ve ben yiyeceğiz. Yabancılar da, vahşi etoburlarmışız gibi bizi seyredecekler, herhalde. Akşam mönü Türk yemeklerinden oluşuyor. Neler yok ki? Yalnız, Tiffany et-yemez olduğu için, genellikle sebze ağırlıklı. Zeytinyağlı pırasa, imam bayıldı, mercimek köftesi, patlıcan salatası, fasulye pilâki, salatalar ve daha başkaları. Et olarak, ciğerin dışında güveç yahni var. Tatlı ise muhteşem; kabak tatlısı. Yemeklerin hepsi parmak ısırtacak cinsten. Türk yemeklerinin lezzetini bu kadar güzel tutturabilmek için gerçekten yetenekli olmak lâzım. Evren’de de fazlasıyla var bu yetenek. 6 Temmuz Salı sabahı yola çıkmak üzere kalanlarla vedalaştım. Erdemler’i bir daha göreceğim herhalde; Seqouia Ulusal Parkı’ndan dönüşte. Kalmamı çok istediler; ben de, aslında... Tiffany’yle ise görüşemeyeceğiz gibi. O da birkaç gün içinde yola koyulacak. Oregon’da düzenlenecek bir BMW rallisine katılacakmış. Oradan da Nova Scotia’ya… Seyahatin bu ikinci bölümünde ilk defa yalnız kalıyorum. Önce Buket, ardından Alican… Demiştim ya, beni çok alıştırdılar, diye. Alican’ı gönderdikten sonra, Erdemler’de birkaç gün kalmış olmam, yalnızlık dönemi için yumuşak bir geçiş sağlasa da, sonunda yalnızım işte. Sequoia ve Kings Canyon Ulusal Parkları Erdemler’le vedalaştıktan sonra, Tiffany’i, önceki gün gözünde oluşan bir rahatsızlık nedeniyle UCLA Medical Centre’a bıraktım ve kuzeye doğru yoluma devam ettim. Niyetim, Pasifik kıyısından kuzeye doğru çıkmak ve sonra Sequoia Ulusal Parkı’na doğru, doğuya yönelmek. Önce Lando’nun motor yağını değiştirip, aldığımdan beri 10,000km yol yaptığım lastiklerini çaprazlatmam lâzım. Erdemler’in önerdiği bir servise çektim arabayı. Yağ değiştirme ve lastik çaprazlama işi bittikten sonra da yola çıktım. Zaten saat geç olduğu ve o gün çok fazla yol yapmak istemediğim için, Los Angeles’ın 120km kadar kuzeyinde, Santa Paula’da bulduğum bir RV parkına girdim. Uzun zamandır ilk kez yalnız bir gece geçiriyorum. Çarşamba sabahı fazla zorlamadım kendimi. 11’e doğru başladığım ve kıyıyı takip ederek devam ettiğim yolu, 570km sonra, Santa Cruz’un hemen güney-doğusunda, San Juan’da bitirdim. Sonraki gün ise direkt olarak parka ulaşmam zor. Zaten gevşek de gidiyorum. Yine öğle saatlerinde başlayıp, arada Visalia kasabası yakınında bir RV kampına giriyorum. Yola çıktığımın üçüncü günü ancak Sequoia Ulusal Parkı’ndayım. Dev sekoya ağaçlarının arasında insan kendini çok ufak hissediyor. Sekoya, servigillerden, Kuzey Amerika’ya özgü monotipik (tek tipli) bir ağaç. Boyu yer yer 140m’ye, çapı da 7m’ye kadar ulaşabilen bu ağaçlardan bir orman düşünebiliyor musunuz? Eğer düşünemiyorsanız, Amerika’ya yolunuz düşerse bu parka mutlaka uğrayın. Bence, herkesçe bilinen Yosemite Ulusal Parkı’ndan çok daha güzel ve etkileyici. Hele, arkasından devam eden Kings Canyon’da, arabayla bir kanyonun dibine kadar inebiliyorsunuz. Ben de indim. Dik ve çok virajlı bir yolu aşıp, karanlığa gömülüveriyorsunuz. Geceyi oradaki kamp yerlerinden birinde geçirmek niyetindeyim. Ancak, Rangerların söylediğine göre hepsi dolu. Sekoya ile Kings Canyon arasında, ulusal park sınırları dışında kalan kısa bir bölüm var; tam kanyonun dibinde. Konuştuğum ranger, o bölgede, istediğim herhangi müsait bir yerde kamp yapabileceğimi söyledi; eğer su v.s. ihtiyacımı kendim karşılayabiliyorsam. Ben de öyle yaptım. Gecenin zifiri karanlığında, dibimde akmakta olan Kings Nehri’nin gürültüsüne aldırmadan uyudum. Parklardan sonra iki günümü Acton’da, RV kampında geçirdim. Sonrasında da yeniden Los Angeles’taki “yuva”ya, Erdemler’in evine döndüm. Uzun zamandır Buket’ten ses çıkmıyordu. Sebebi belli oldu. Ağır bir bağırsak enfeksiyonundan sonra hastaneye yatmış. Durumun ciddiyetini tam olarak anlayamadığım için, tahlil sonuçları belli olana kadar Los Angeles’ta kalmayı tercih ettim. İnsan sevdiğinden uzakta olunca, aklına binbir ihtimal geliyor. Her türlü olasılığa karşın, ulaşımın kolay olabileceği bir yerde sonucu beklemekte yarar var. Bu arada da, boş durmadım tabii. Şu ana kadar okumakta olduğunuz yazıları hazırlamakla geçti, vaktimin çoğu. Akşamları ise, Erdemler’le kimi zaman “derin mevzular” üzerinde fikir teatisinde bulunduk; bira ve nargile eşliğinde. Hatta bir gün, Lando’nun artık ciddi bir temizliğe ihtiyacı olduğuna karar verip, uzun araştırmalar sonucu bulduğum para yutan makineli yıkama yerinde bir güzel temizledim bile. Sonra da, bayram çocuğu gibi süslediğim Lando’yu, Los Angeles’a kadar gelmişken o meşhur “HOLYWOOD” yazısının olduğu tepeye götürüp “bayramlık” fotoğrafını bile çektim. Aynı gün, bir de, yolda gördüğüm Petersen Automotive Museum’a bile götürdüm çocuğu. Bayram ya… Müzenin kapalı otoparkına, yüksekliği yetmediğinden giremediği için, müze müdürü tarafından, müze vakfının kurucusu Robert E. Petersen’a ayrılmış özel park yerine parkettirildi. Merhum nasıl olsa burayı bir daha kullanamayacak. Kendisi, bu vakfı kurmadan çok öncesinden itibaren, servetini borçlu olduğu meşhur Hot Rod, Motor Trend, Guns & Ammo, Sports, Photographic gibi konularında en eski ve prestijli dergilerin yaratıcısı; Petersen Publishing Corporation’ın -2002’de satana kadarki- sahibi. Parkını kullanma lûtfunu gösterdikleri için yöneticilere hayır, merhumun ruhuna da Fatihâ dualarımızı ettikten sonra, müzeden içeri adımı attım. Başta, çok da ilginç gelmeyen müzenin özel bölümüne gelince, önemli bir koleksiyonu görme şansını yakalamış olduğuma kara verip, sevindim. Eşi bulunmaz arabalar vardı, burada. Gri olan, 1967 model bir Ford GT Mark III. Toplam 7 adet üretilmiş ve yalnızca 4’ü soldan direksiyonlu. Spesifik olarak bu araç ise, meşhur Avusturyalı orkestra şefi Herbert von Karajan’ınmış. Çok ender kullandığı bu arabayı, yağmurda hiç dışarı çıkarmazmış. Kırmızı ise ise 1953 model bir Cadillac Series 62 Coupe. Karoserisi Ghia tarafından tasarlanıp üretilmiş; yalnızca 2 (yazıyla, iki) adet. Kim mi ısmarlamış? O zamanın en zengin adamı olan Prens Ali Han (Pakistan’lı Ağa Han sülalesinin en zengin üyesi). Peki, kim için? Zamanın meşhur artisti Rita Hayworth’a hediye etmek için. Kendisi daha sonra Rita Hayworth’un 4. (yazı ile, dördüncü) kocası olma şerefine erişiyor. Hayatımda böyle güzel bir araba görmediğimi söyleyebilirim. Türkiye’den haberler iç ferahlatıcı gelip, Buket’in sağ salim taburcu olduğunu öğrendikten sonra, yeniden yola çıktım. Yine kıyıdan, Long Beach’e de uğrayıp San Diego’ya doğru devam ettim. Long Beach’te, tarihi Queen Mary transatlantiği ile, hemen önünde bağlı, soğuk savaş döneminden kalma Rus denizaltısını da görmeden geçmek istemedim. San Diego’dan geçmek yerine, Meksika’ya daha doğudan, Calexico kasabasından girmeyi tercih ettim. Herkes, San Diego’dan Tijuana’ya (Meksika) geçerken, kendini ne olduğunu anlamadan Meksika’da bulduğunu, sonradan arabanın gümrük işleri için çok uğraştığını söylüyor. Ben de, uyanık bir Türk vatandaşı olarak 250km doğuya gidip, bu zorluğu bertaraf etmeyi uygun buldum. 17 Temmuz akşamı, Calexico’ya, 40 dereceye yakın boğucu bir sıcakta girdim. Bulduğum ilk otelin klimalı odasına kapağı attıktan sonra, sabaha kadar çıkmadım; yemek yemek için dahi… 18 Temmuz Pazar sabahı, sınıra doğru, Meksika’ya geçmek üzere otelden ayrıldım. 1.5km sonra Amerika’dan çıkmışım, farkında değilim. Meksika’da görüşmek üzere… Not: Ali Eriç'in “Arabamla Dünya Turu” gezisinin başlangıcı ile ilgili detaylar için Arabamla Dünya Turu – Türkiye (Başlangıç – Karadeniz) gezi yazısını okuyabilirsiniz. |